Enerji Yönetiminin Krizi

Enerji Yönetiminin Krizi

Arif Künar: EMO ve DPT 8. Beş Yıllık Kalkınma Planı Enerji Komisyonu Üyesi



Yaklaşık 35 yıllık bir geçmişi olan Akkuyu Nükleer Santralı ihalesinin süresiz ertelenmesi ya da daha doğru bir deyişle "iptal" edilmesi, birçok ilginç gelişmelere ve tartışmalara yol açtı. Pahalıya mal olan bu nükleer maceramız; bir yandan yıllardır kralın "çıplak" olduğunu iddia edenlerin (ülkemizde aslında çok ciddi bir enerji yönetim krizinin olduğunu, bu yönetim krizinin kronik enerji krizi yarattığını, bunun da hiçbir şekilde nükleer santrallarla çözülemeyeceğini söyleyen başta Elektrik Mühendisleri Odası ve nükleer karşıtlarının) aslında ne kadar haklı olduklarının acı bir şekilde teyit edilmesini sağladı. Bir yandan da, yine EMO ve nükleer karşıtlarının alternatif olarak yıllardır önerdiği, gündeme getirdiği birçok 'ihmal' edilmiş konunun üzerine gidilmesine bir vesile oldu.

Fakat bazı 'malum' çevreler, hâlâ ve ısrarla kamuoyunu bu konuda yanıltmaya, yaşanan enerji krizinin sorumlularının; çevreciler, nükleer karşıtları ve EMO olduğu dezinfarmasyonunu yaymaya çabalıyorlar. Örneğin, Dr. Burhan Özfatura 27.9.2000 tarihli Dünya Gazetesi'nde; "Ülkeyi yöneten, (sıkıntının doğmasında ciddi bir sorumluluğu da bulunan) medyamızın belirli kesimi, şimdi (her zaman olduğu gibi) politikacıları topa tutmaktadır. Asıl sorumlu tutulması gereken kesimleri ise dile getirmemektedir. Kimdir bu sorumlular?

1-Çevreciliği istismar eden, her hayırlı işe ve yatırıma karşı çıkan (sayısı az, verdiği zarar büyük) kesimler: Yine, nükleer santrallara karşı yürütülen kampanyalar da, çevre amacından ziyade politik ve ideolojik saplantılara dayanmaktadır. (Maalesef başarılı olmuşlardır)
2-Mevcut Yargı Düzeni: Eğer, Danıştay ve idare mahkemeleri, bu konularda daha geniş perspektif sahibi olsalardı; ya da Türkiye'de gerçek anlamda demokrasi olup, kararlar halkın temsilcileri tarafından verilebilseydi; bu sıkıntılar doğmazdı.
3-Bürokrasi: 'Kaçma, karışma, çalışma felsefesine uygun davranılmıştır', diyor.

Krizin yerini gösterenler

Oysa Ülkemizin bugün içinde bulunduğu enerji krizinin esas 'suçlusunun'; enerji yönetimi krizi ve bizatihi Enerji Bakanlığı olduğunu 'resmi' olarak yüksek sesle dile getiren DPT Müsteşarı Akın İzmirlioğlu'na göre de açığın sebebi; Enerji Bakanlığı'dır. "Karşı karşıya bulunulan enerji açığının nedeni Müsteşarlığımızca projelere onay verilmemesi değil, bugüne kadar müsteşarlığımızca onay verilmiş ve yapım kararı alınmış olan kamu ve özel kesim projelerinin uygulamaya geçirilmemesidir", "Bu projeler için görüş ve tavsiyelerde bulunduk. Iğdır projesinde yer ve kapasite seçimi sakıncalı. Aliağa LNG ve Aliağa FuelOil projelerinde tarifeler yüksek. Bu projelerin işletmeye gireceği 2003-2004 döneminde de yeterli enerji üretim kapasitesi oluşacağı için sonraki yıllara ertelensin dedik. Buna rağmen, Bakanlık bugün aynı projeleri Müsteşarlığımızın görüşlerini dikkate almadan, aynı şartlarla tekrar uygun görüşe gönderiyor". (10.10.2000, Hürriyet Gazetesi).

Bir başka tespit, uzun yıllar TEK Genel Müdürlüğü yapmış ve halen Dünya Enerji Konseyi Üyesi olan F. Behçet Yücel tarafından da sıkça dile getiriliyor; "Türkiye'nin bugün içinde bulunduğu enerji krizi iki nedene bağlıdır: Sağlıklı şekilde, zamanında karar almada yaşanan sorunlar, yani karar alma krizi.
Enerji Bakanlığı'nın 'düzenleyici' rolünü yerine getirememesine bağlı sorunlar.
Bu durumda, yatırımlar çok gecikmekte, önemli arızaların giderilmesi uzamakta, üretim yapan özel sektör kendini güvende görmediğinden üretimini tam kapasite ile sürdürememektedir. Ayrıca tüketici yeterince aydınlatılmadığı için ve yönetimlere güven duymadığı için önlemlerin uygulanmasına katılmamaktadır." (11.10.2000 Dünya Gazetesi)


Kurumlar ve siyasi baskı

Hazine Müsteşarlığı ve hatta TEAŞ üst düzey eski/yeni bürokratları da benzer
eleştirileri dile getirmektedirler. Şu anda Türkiye'nin, çok sağlıklı ve gerçekçi bir enerji projeksiyonu, yatırım planı ve bunları kontrol-koordine edecek bir yapısı yoktur. Her lobi (nükleer, kömür, petrol, doğalgaz, rüzgâr, mobilgezer, vb.) kendi santrallarını, hesapsız-kitapsız-plansızproğramsız bir biçimde Enerji Bakanlığı kanalıyla satmaya çalışmaktadır. DPT, Hazine Müsteşarlığı ve TEAŞ'a siyasi baskıyla ve/ya KHK gibi hukuki olmayan yollardan, gerekirse bu kurumları bypass ederek zorla kabul ettirilmeye çalışılan pahalı, kirli, tehlikeli, fazla, yanlış yatırımlar ülkenin geleceğini ipotek altına almaktadır. Türkiye'nin enerji geleceği; tam bir keşmekeş, belirsizlik, yağma ve plansızlık içindedir. Hangi tip santralın, nereye, ne zaman, kaça, hangi yöntemle yapılacağı belirsiz olduğu için de; enerji iletim alt yapısı ve bunlara dayalı sanayileşme politikalarımız da netleştirilememektedir. Bütün bunların üstüne bir de; özelleştirme, tahkim, Yİ, YİD, Elektrik Piyasası Kanunu, TEAŞ'ın tekrar bölünmesi, uluslararası siyasi ve konjonktürel doğalgaz, petrol tercihleri gibi işin içinden çıkılamaz bir politika/sızlık oluşturulmuştur.


Önemli bir yanlış daha

Bugüne kadar gündeme getirilmeyen ama yaşanan krizde epeyce bir paya sahip bir başka önemli 'yanlışlıktan' söz etmek gerekiyor. Kurumu, tesisi, personeli, iş yapılma tarzını ve sorunları çok iyi bilen, uzun yıllar TEK-TEAŞ'da görev yapmış birçok bilgili, idealist, dürüst üst düzey teknokrat bürokrat; küstürülmüş, kıyılmış, sürülmüştür. Hâlâ özveriyle bu kurumlarda görev yapan birçok sağduyulu, yurtsever teknokrat, bürokrat, mühendis, uzman sindirilmiş ve çaresiz durumda bırakılmıştır. Bunların yerine siyasilerin ve dolayısıyla firmaların baskılarına boyun eğmek zorunda bırakılan ve işi hiç bilmeyen; 'akrabalar', 'hemşehriler', 'parti sempatizanları', 'komisyoncular' enerji sistemimizi, mevcut santrallarımızı işlet(tir)ememişlerdir. Akkuyu Nükleer Santral İhalesi sürecinde, belli bir nükleer santral firmasına göre hazırlanan şartnameyi onaylamadıkları için; son 3 yılda, 2 Nükleer Santrallar Daire Başkanı görevden alınmıştır. Kömür diye TEAŞ'a zorla satmaya çalıştıkları taşı (bu taşı satmaya çalışan firmanın sahibi de, Enerji Bakanı ile aynı partiden) satın almadığı için bürokratını görevden alan bir Enerji Bakanlığı Müsteşarı, daha sonra firmaya danışman oluyorsa, bu ülkede enerji krizi yeni yatırımlarla da çözülemez. Bir zamanlar TEK-TEAŞ'de üst düzey teknokrat-bürokrat olarak görev yapan bazı kişilerin, hangi koşullarla santral anlaşmalarına imza attıkları ve emekli olduktan sonra, imzaladıkları projeleri yapan firmalarda görev alıp/almadıkları incelenirse, çok ilginç başka 'tesadüflerle' karşılaşılacaktır. Mevcut santrallarımız ve iletim-dağıtım hatlarımız adeta çalıştırılmamış, daha sonra da peşkeş çekilmiştir. Gerekli iyileştirmeler zamanında yapılmamış, yenilenebilir enerji kaynaklarının, mevcut yeni yatırımların önü tıkanarak, hep nükleer santral ön plana çıkarılmıştır. Bu kurumları, politikacıların ve firmaların elinden kurtaramadıkça, bu sorunlar daha da büyük sorunlar doğurmaya devam edecektir. Mevcut hidrolik ve termik santralları işletmekte bile yetersiz ve çaresiz kalan Enerji Bakanlığı; sadece ihaleye çıkan, müteahhitlere, firmalara arpalık yapan 'Yatırım Bakanlığı' haline getirilmek istenmektedir.


Nükleer santralda son karar


Yıllardır nükleer enerjiye karşı savunduğumuz diğer tüm haklı argümanlarımızı bir yana bıraksak bile, yalnızca 'ekonomik' olmadığı için bile nükleer santral yapılmasına karşı çıkmıştık. Bu argüman, sonunda devlet tarafından da 'resmen' kabul edilmiş oldu. Bunu yıllardır her platformda dile getiren EMO'yu kaale almayanlar, DPT ve Hazine Müsteşarlığının gidişatı görmesi ve engellemesiyle sonunda nihayet anlayabildiler. Bunun çok riskli, pahalı ve altından kalkılamayacak, 'yanlış' bir yatırım olduğunu; bir de Dünya Bankası ve AB 'resmen' deklare edince, Başbakan Bülent Ecevit bile 'içine sindiremedi'. Hatta bu projeyi en çok savunan ANAP Genel Başkanı ve Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz da, nükleer santrallerin maliyetlerinin eskiye oranla çok arttığını, pahalı bir enerji türü olduğunu beyan etmek zorunda kaldı. Böylelikle 35 yıldır yatıp kalkıp Türkiye için nükleer santralların; 'olmazsa olmaz', 'tek ve zorunlu', 'en ucuz ve ekonomik' bir seçenek olduğunu söyleyenlerin 'mumları' söndü.

Artık bugüne kadar enerji planlamalarında hiç hesaba alınmayan rüzgâr, güneş, jeotermal, biomas, küçük hidroelektrik santralları vb. alternatif enerji kaynakları kullanılmaya çalışılmaktadır. Enerji verimliliği, tasarrufu, etkinliği üzerine somut gelişmeler yaşanmaktadır. Kayıp ve kaçakların üzerine gidilmektedir. Mevcut enerji altyapısının ve kaynakların iyileştirilmesi ve geliştirilmesi için çabalar sarfedilmeye başlanmıştır. Bunlar, yıllar önce ve sürekli yapılması gereken, ama bir türlü yapılmayan 'asli' işlerdi zaten.


Yüzer-gezer santraller

Ancak iyi ve doğru bu çabaların yanında, nükleerden kaçarken, başka bir yanlışa düşülmemelidir. Örneğin, mevcut kriz bahane edilerek, apar topar yüzer gezer santrallar (iki yüzer ve dört gezer) adı altında; hem çevreyi çok kirletecek olan hem de çok pahalı olan yeni enerji yatırımları pazarlanmaktadır. İhalesiz ve ÇED uygulamalarından muaf tutularak gerçekleştirilmeye çalışılan bu santralların kurulması çok büyük bir yanlışlıktır. Prof. Dr. Mustafa Özcan Ültanır'a göre; "Elektrik darboğazındayız diye, ülkemize pek çok dizel jeneratör ithal ediliyor. Yarın jeneratör çöplüğü olabiliriz. TEAŞ, yüzergezer santrallar hem de 100 MW'lık fueloil santralları için ihalesiz yaptırma yetkisiyle donatılıyor. Üstelik, petrol fiyatları bütçede öngörülenin iki katını aşmışken. İzin verilse, en çok altı ayda kurulabilecek rüzgâr santralları projelerimiz var. Önü açılırsa, Türkiye iki yıl içerisinde birkaç bin MW rüzgâr santralı kurabilir." (19.10.2000, Dünya Gazetesi)


Yapılması gerekenler

Öncelikle artık şu çok iyi bilinmeli ve hesaba katılmalıdır ki; yurttaşların istemediği, karşı çıktığı, kendilerini doğrudan/dolaylı olumsuz etkileyecek olan hiçbir yatırım gerçekleşemez. Bunun örnekleri; Aliağa, Bergama, Akkuyu, Çamlıhemşin ve diğer yerlerde yaşanmıştır. Artık başta Ulusal Enerji Politikaları olmak üzere, biz yurttaşları doğrudan ilgilendiren ve etkileyen tercihlerde söz sahibi olmak ve alınacak kararlarda yer almak istiyoruz. Enerji-Çevre-Orman-Sanayi-Turizm bakanlıklarının ve ilgili 'resmi' kuruluşların yanısıra; başta TMMO, BEMO, üniversiteler, çevre kuruluşları, yerel yöneticiler ve diğer tüm STK'ların temsilcilerinin yer aldığı çok geniş tabanlı bir 'Ulusal Enerji Konseyi' oluşturulmalıdır. Kapalı kapılar ardında yalnızca 'resmi' karar vericilerin ve firma temsilcilerinin yer aldığı, ancak gerçekleşmesi artık mümkün olmayan planlamalar, yatırımlar, tercihler yerine; tüm ülkede yaşayanların ortak irade ve kabullerine göre doğru, uygun, sağlıklı, çevreyle uyumlu, temiz, küçük, ucuz enerji teknolojileri hayata geçirilmelidir.


19 Kasım 2000 Radikal Gazetesi'nde yayınlanan yazı

Çevreyi Koruma Güçleri

Türkiye'de ilk nükleer karşıtı hareketler 1978'de yine Ecevit'in başbakanlığı döneminde ortaya çıktı. Akkuyu ile başlayan duyarlılık, Fırtına'dan yer istasyonlarına dek önemli zaferler kazandı.

ARİF KÜNAR

Umutlu olmak iyimser olmak demek değil, sonucun ne olacağını düşünmeden bir şeyin anlamına güvenmektir. (Havel) Tarkovski'nin 'Kurban' filminin son sahnesinde oğul bir gün önce dikilmiş ve etrafı taşlarla çevrili kupkuru ağacın kökünü sular. Çünkü baba her gün sabırla ağacı sulamasını öğütlemiştir; ne olursa olsun inanılan bir şeyi, yapılabileceğinin en iyisi olarak yapmaya çalışmayı. Bu 'umutlu' olmaktır. Yaptığınız işin anlamına inanmak ve güvenmektir.

Birlikte bir mucizeyi daha gerçekleştirdik. Sabırla, yılmadan 'umutla' suladığımız kuru ağaçlar yeşerdi ve nihayet tuttu. Sonsuz sevinçliyiz ve heyecanlıyız. Dile kolay, neredeyse 35 senedir süren nükleer hikâye de mutlu sonla bitti. Gökten binlerce elma düştü; bu hikâyenin mutlu sonuna katkıda bulunan ve bizatihi bu hikâyenin içinde elinden geldiğince emeğiyle, yüreğiyle, gönlüyle yer alan bütün güzel insanların başına...

Yaşlı dünyamız, kabul edilmiş/ettirilmiş bugünkü hayat tarzının dayattıklarıyla, sunduklarıyla yetinen değil, sadece inandıkları-güvendikleri taleplerle var olan ve bu inançlarını umutla, inatla sürdüren insanlar sayesinde hâlâ ayaktadır ve ancak böyle ayakta kalabilecektir. Bu güzel insanlar ülkemizde maalesef çok azdır. Karşı durdukları şeyler ise çok güçlü uluslararası tekeller ve devlerdir. Bu nedenle afişinde 'Don Kişot'u kendilerine simge seçtiler. Gerçek 'Don Kişot'lar' ömürleri boyunca hep bu devlerle 'savaş' vermeye yazgılıdır. Bu görev onların sırtındadır, öncü olarak yola düşer ve çoğu kez zor da olsa dünyayı dönüştürmeyi-değiştirmeyi başarırlar.

1990'lı yıllarda yaşanan Aliağa Termik Santralı mücadelesini ve Bergama destanını kamuoyu yakından izledi. Bu iki önemli başarının sonuçları ve deneyimleri üzerine oturtulan ve "Haydi! şimdi sıra Akkuyu'da" diye Don Kişotlar'ca ısrarla sürdürülen mücadele sonunda kazanıldı. Anti nükleer mücadele tarihimiz; 1978'lerde kaderin cilveli bir tezahürü ve tarihin garip bir tekerrürü olarak yine Başbakan Ecevit döneminde gündeme gelen Akkuyu Nükleer Santral Projesine karşı ilk yerel hareketi oluşturan ve önderlik yapan Aslan Eyice ve bu konuyu kamuoyuna taşıyan rahmetli gazeteci Örsan Öymen'le başlatıldı. Eylül 1992'de çıkmaya başlayan Ağaçkakan dergisiyle canlandırılarak, Türkiye antinükleer mücadele tarihinin miladı sayılan Ankara'daki 16-17 Ekim 1993 tarihli Nükleer Karşıtı Kongre ile yeniden ivme kazandı. Son yedi yıl boyunca sürdürülen nükleer karşıtı mücadelenin kamuoyundaki etkisi ve oluşturulan 'Nükleer Santrallara Karşı Güçbirliği'nin büyük katkısıyla da, yine Ecevit'in başbakanlığı esnasında Temmuz 2000'de Akkuyu Projesi nihayete erdirildi.
Daha önce Aliağa ve Bergama mücadelelerini başlatan insanların da içinde yer aldığı 'Nükleer Karşıtı Platform' ve bu platformun, Türkiye'deki toplumsal dinamiklerin tümünün katılımıyla oluşturduğu 'Nükleer Santrallara Karşı Güçbirliği' çok geniş ve farklı gruplardan, binlerce 'birey'den müteşekkildir. Genel olarak organik, esnek, informal örgütlenme tarzını benimsemiş, esas olarak renkli ve şık eylemlerle genişleyip, büyüyen ve 'projenin ömrü' bazında var olan, 'proje' iptal edilince de yok olacak dinamik bir süreçtir. Ortak paydadaki 'nükleer enerji santrallarına' karşı olma dışında, hiçbir zaman bir araya gelmeyecek farklı temsiliyet, aidiyat ve ideolojik görüşlerdeki; mesleki, sendikal, siyasal, çevreci, STK, akademik kuruluşlar, köylüler ve 'bireyler' mozaiği belki de ülkemizde ilk kez bu çapta sergilenmiştir. Sağcı, solcu, Müslüman, ateist, Atatürkçü, işadamı, işçi, turizmci, ziraatçı, nükleer akademisyen, mühendis, doktor, sanatçı, öğrenci, köylü, kentli, 7'den 70'e kadın, genç herkes bu platformda yer almıştır.

2000'li yılları geride bırakırken, kendiliğinden sivilleşme, tebalıktan çıkıp yurttaşlık bilincinin ve inisiyatifinin oluşumu, toplumsal bir güç olmayı öğrenme, bizatihi kendine 'inanma' ve 'güvenme' özelliklerini kazanma anlamında Türkiye kabuğunu ve tabularını bir bir yıkmaya, makûs talihini kırmaya başlamıştır. Deprem felaketi esnasında da, sivil toplum kuruluşlarının ve yurttaş dayanışmasının gücünü hep birlikte yaşamıştık. Ama ilk kez uluslararası büyüklükte kazanılmış bu üç zaferin önemi ve kıssadan hissesi şudur: Sivil itaatsizlik ve barışçıl direniş hakkını kullanabilen, sivil toplumsal mücadelenin içinde yer almayı öğrenen yurttaşlarımızın, doğrudan veya dolaylı kendilerini olumsuz etkileyecek hiçbir yatırım, özellikle yöre halkının istemediği hiçbir şey, uluslararası devlere ve bunların işbirlikçisi iç/dış lobilere rağmen bu ülkede artık YAPILAMAZ/YAPILAMAYACAKTIR... Giderek ülkemizde bu 'başarılmış' örneklerin çoğalacağı anlaşılmaktadır. Örneğin: 'GSM baz istasyon antenleri', '3. Boğaz Köprüsü', 'İzmir Kordon Yolu', 'Fırtına Deresi' gibi meselelerde de ciddi zaferler elde edildi. Bundan böyle Türkiye, gelişmiş-sanayileşmiş-sömürgeci 'akıllı' ülkelerin 'arka bahçesi', 'çöplüğü' ve 'geri zekâlısı' olmayacaktır. Bu 'zaferler' sayesinde; güzel ülkemiz, insanlarımız ve çocuklarımız gerçekten sağlıklı, temiz bir çevrede yaşama hakkını elde etmiş olacaktır. Ayrıca gelişmiş ülkelerin kendi insanlarına reva görmedikleri ve artık terk ettikleri eski, pahalı, tehlikeli teknolojilerini, sistemlerin ülkemize sokmayarak kıt kaynaklarımızın da uluslararası tekellere ve yerli işbirlikçilerine peşkeş çekilmesi engellenmiş olacaktır. Avrupa Birliği sürecinde Türkiye, hep 20-30 sene geriden gelen teknolojik tercihlerle, yanlış sanayileşme/enerji politikalarıyla oluşturulmuş bu bataklıktan artık çıkıp; yeni, yenilenebilir, alternatif, çevreyle/doğayla barışık, insanlarla uyumlu teknolojileri-sistemleri kabul etmek durumundadır.

Bugüne kadar kapalı kapılar ardında yalnızca politikacıların ve lobilerin siyasi tercihlerine ve çıkarlarına göre alınmış kararlar değil yerkürenin, ülkenin, doğanın, çevrenin, yörede yaşayanların ve gelecek nesillerin yararına bizatihi yurttaşların verdiği kararlar hayata geçirilebilecektir ancak...

Arif Künar: Elektrik Mühendisi

6 Ağustos 2000 tarihinde Radikal Gazetesi'nde yayınlanan yazı