DON KİŞOT'LAR AKKUYU'YA KARŞI; "ANTİ-NÜKLEER HİKAYELER..". KİTAP - Nisan 2002

 
Posted by Picasa




DON KİŞOT'LAR,

AKKUYU’YA KARŞI; ANTİ-NÜKLEER HİKAYELER...



YAZAN VE DERLEYEN: ARİF KÜNAR



İTHAF...


Bu kitabı; 1986 yılında Çernobil nükleer felaketi esnasında Elektrik Mühendisleri Odası Dergisi’nin Yayın Koordinatörü olmam nedeniyle mecburen ilgilenmek “zorunda” kaldığım ve bugüne kadar da “gönüllü” olarak bu hikayenin bir parçası olduğum 15 yıl boyunca bana “katlanarak” destek olan sevgili eşim Ayfer’e, akşam ve hafta sonlarında bu mücadele için çoğu zaman oyun zamanlarından “çaldığım” sevgili kızım Eylül’e ithaf ediyorum.

Kendi adıma çok “yorucu” ve epeyce “çileli” de olsa, bu hikayeden çok şey öğrendim. Üstelik çoğu zaman büyük keyif aldım ve hatta hikayenin en sonunda “mutlu” bile oldum. Ayrıca onca güzel insanı ve unutulmaz an(ı)ları başka türlü nasıl yaşayabilirdim ki?

En azından çocuklarımıza anlatabilecek “güzel” bir hikayemiz oldu. Akkuyu’nun “yaşanmış” bu uzun hikayesi; kazanılmış nice diğer “doğa ve yaşam” zaferleri gibi, evren kubbesinde yankılanacak “hoş bir sada”dır artık...

Bu mücadelede birlikte olmaktan “haz” ve “onur” duyduğum bütün güzel insanlara ve Don Kişot’lara da teşekkür ediyorum.




İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ
1.BÖLÜM: NÜKLEERLİ TARİHİMİZ RESMİ NÜKLEER TARİH
AKDENİZE SOKULAN YILAN: AKKUYU NÜKLEER SANTRAL PROJESİ
“BEYAZ ENERJİ” VE “NÜKLEER MAMALAR”
İLK DON KİŞOT’LAR...
NÜKLEER KARŞITI PLATFORMLARIN OLUŞUMU ve NKK’LER
ÇERNOBİL, İKİTELLİ...
Leziz Onaran: Çernobil Nükleer Kazasının Etkileri...
Ali ve İnci Gökmen: Türkiye’de Çernobil’in Etkileri, Çay deneyimi ve ODTÜ
Hale Özen: Ben Bu Çığlığı Duydum
Ümit Otan: Nükleere Geçtik Maşaallah; İkitelli...
SANATÇILAR DA ATOMA KARŞI
2.BÖLÜM: “ELLER ELLER HAVAYA”; HAYDİ AKKUYU’YA...
Arif Künar : 1. Akkuyu Şenliği
Nesrin Timur: 2. Akkuyu Şenliği
Osman Uğur : 3. Akkuyu Şenliği
Arif Künar : 4.- 5. Akkuyu Şenliği
Meftun Bulunmaz: 6. Akkuyu Şenliği
Kamer Gülbeyaz: 7. Akkuyu Zafer Şenliği
“UZMANLAR” AKKUYU’DA...
Tolga Yarman: Akkuyu 2000 Şenliği
Çetin Göksu: Silifke “Güneş Projesi” ve Düşündürdükleri
Tanay Uyar: Enerji Sektöründe Karar Vericilerle Etkileşimler
Gediz Akdeniz: Yedi Hariç
AKKUYU’YA; ALTERNATİF SEYAHATLAR...
Özgür Gürbüz: Don Kişot’un 170 Km’lik “Anarya” Öyküsü
Serhat Özbay: Anti-Nükleer Bisiklet Turu
Timur Danış: Şile, Sinop, Silifke,İzmir, İstanbul Yürüyüşü
Deniz Güman: Kirleten Enerjiye Bisikletle 3266 Km’lik Karşı Çıkış
PLATFORMLAR, DERNEKLER, KİŞİLER VE EYLEMLER...
Melda Keskin: Greeenpeace’in Akkuyu Kampanyasından...
Oktay Demirkan: Roman Gibi...
Remziye Eryılmaz: Biz Gideriz Mersin’e, Onlar Gider Tersine..
Hilmi Çamurdan: İçel NKP Nasıl ve Neden Oluştu?
Kamer Gülbeyaz: Mersin eylemleri ve Çileleri
Yunus Arıkan: “Söz Uçar, Yazı Kalır”..
Hale Özen: Siz Hiç Sinop’u Gördünüz mü?
Metin Erten: İzmir NKP
Umur Gürsoy: Anı-Mektup..
Yaşar Öztürk: Nükleere Karşı “Yürüyen Adam”; Timur Danış
Noyan Özkan: İzmir Çevre Avukatları ve Hukuksal Mücadele
Umur Gürsoy: Ölen Savaşçıların Ardından
AKKUYU’DA YAŞAM...
Fatma Özdemir: Orada Bir Köy Var, Uzakta...
Melda Keskin: Akkuyu Halk Oylaması
ARTILAR VE EKSİLER...
Metin Erten: Türkiye NKP’ları Olarak, Olumlu ve Olumsuz Yanlarımız.
Orhan Çalışır: Nükleer Karşıtı Harekete “Dışarıdan” Eleştirel Bir Bakış ve Akkuyu İçin Öneriler
Savaş Emek: Bergama Tamam, Sıra Akkuyu’da.
Oktay Konyar: Bergama-Akkuyu Elele...
Emet Değirmenci: Toplumsal Ekoloji Perspektifinden Nükleer Endüstri
3. AKKUYU ALBÜMÜ



ÖNSÖZ...
Tarkovski’nin “Kurban” filminin son sahnesinde oğul, bir gün önce dikilmiş ve etrafı taşlarla çevrili olan kupkuru ağacın kökünü sular. Çünkü babası oğluna, her gün sabırla ağacı sulamasını öğütler. Ne olursa olsun inandığımız bir şeyi, yapabileceğimizin en iyisi olarak yapmaya çalışmayı.. Bu yalnızca “umutlu” olmaktır. Sadece yaptığınız işin anlamına; “inanmak” ve “güvenmektir”.

Ve birlikte bir mucizeyi gerçekleştirdik. Sabırla, yılmadan “umutla” suladığımız kuru ağaç yeşerdi ve nihayet tuttu. Sonsuz sevinçliyiz, heyecanlıyız, mutluyuz hepimiz. Dile kolay, neredeyse 30 yıldır süren bu nükleer hikaye “mutlu” sonla bitti. Gökten binlerce elma düştü; bu hikayenin mutlu sonuna katkıda bulunan (şahsi olarak öncelikle ve özellikle teşekkürü bir borç bildiğim bu insanlardan birkaçını saymak istiyorum; en başta Tolga, İnci, Tanay, Leziz, Ünal Hocalar, Başbakan Bülent Ecevit, DSP Milletvekilleri Zafer Güler, Hayati Korkmaz, Bayram Fırat Dayanıklı ve arkadaşları, Melda ve Greenpeace, Savaş, Noyan, Metin, Oktay’lar, Ümit, Ender, Aynur, Nesrin, Bilge, Umur, Hilmi, Yaşar, Timur, Fatma, Yunus, Hale, Arslan, Mehmet Ali, Ahmet, Akkuyulu-Bergamalı Köylüler ve Mersin-Ankara-İstanbul-İzmir-Adana EMO Şube ve EMO Merkez Yöneticileri, TMMOB Yöneticileri vb.), bunu dinleme zahmetine katlanan (1993 yılında 170 bin ve 2000 yılında da 200 bin imza sahibi sağduyulu yurttaş) ve bizatihi bu hikayenin içinde elinden geldiğince emeğiyle, yüreğiyle, gönlüyle yer alan bütün güzel insanların başına... Bu güzel insanlar ülkemizde maalesef sayıca çok az, ama karşı durdukları şey ise, çok güçlü uluslararası devler. Bu nedenle afişlerinde “Don Kişot”u simge seçmişlerdir.

1990’lı yıllarda yaşanan “Aliağa Termik Santral Mücadelesini” ve özellikle “Bergama Destanını” kamuoyu yakından izledi ve biliyor. Bu iki önemli başarının sonuçları ve deneyimleri üzerine oturtulan ve “Haydi! Şimdi Sıra Akkuyu’da” diye “Don Kişot”larca ısrarla ve yıllarca sürdürülen bu mücadele de; sonunda kazanıldı. Anti-Nükleer Mücadele tarihimiz; 1978’lerde kaderin cilveli bir tezahürü ve tarihin garip bir tekerrürü olarak yine Başbakan Ecevit döneminde gündeme gelen Akkuyu Nükleer Santral Projesine karşı ilk yerel hareketi oluşturan ve önderlik yapan Arslan Eyce ve bu konuyu kamuoyuna taşıyan rahmetli gazeteciler Ömer Sami Coşar ve Örsan Öymen’le başladı. Eylül 1992’de çıkmaya başlayan Ağaçkakan Dergisi’yle tekrar canlanarak; Türkiye Anti-Nükleer Mücadele tarihinin miladı sayılan 16-17 Ekim 1993 tarihli 1. NÜKLEER KARŞITI KONGRE ve Nükleer Karşıtı Platformlar ile yeniden bir ivme kazandı. Ve son 8 yıl boyunca yoğun olarak sürdürülen nükleer karşıtı mücadelenin kamuoyundaki etkisi ve en son dönemde oluşturulan Nükleer Santrallere Karşı Güçbirliği’nin büyük katkısıyla da, yine Ecevit’in Başbakan’lığı esnasında Temmuz 2000’de Akkuyu Nükleer Santral Projesi nihayete erdirildi.

Daha önce Aliağa ve Bergama mücadelelerini başlatan insanların da içinde yer aldığı “Nükleer Karşıtı Platform” ve bu platformun, Türkiye’deki toplumsal dinamiklerin tümünün katılımıyla 1999 yılı sonunda oluşturduğu “Nükleer Santrallere Karşı Güçbirliği”; çok geniş ve farklı gruplardan, binlerce “birey”den oluşmuştur. Genel olarak organik, esnek, informal örgütlenme tarzını benimsemiş, esas olarak renkli ve şık eylemlerle genişleyip, büyüyen ve “projenin ömrü” bazında varolan, “proje” iptal edilince de yok olacak dinamik bir süreçtir. Ortak paydadaki; “nükleer enerji santrallerine” karşı olma dışında, hiçbir zaman biraya gelemeyecek farklı temsiliyet, aidiyet ve ideolojik görüşteki; mesleki, sendikal, siyasal, çevreci, STK, akademik kuruluşlar, köylüler ve “bireyler” mozayiği belki de ülkemizde ilk kez bu çapta buluşmuştur.

Yaşadığımız oldukça yoğun, zorlu mücadelenin ve Anti-Nükleer Hareket’in içinde; az/çok, doğrudan/dolaylı, eskiden/şimdi yer alan ve bu büyük dönüm noktasını, sevinci, heyecanı ülkemize-dünyamıza yaşatan güzel insanlardan, “gizli” kahramanlardan kısmen ve ismen bahsetmek istiyorum. Bizlerin hep birlikte kazandığımız bu zaferi ve sevinci birlikte yaşamaktan başka paylaşacak; “mamalarımız”, “makamlarımız” ve “çıkarlarımız” yok. Bu mücadele, yaklaşık 25 sene önce başlayan ve bugüne kadar devam eden kesintisiz bir süreçtir. Bu süreçte yer alanları ismen de olsa yad ederek, en azından onlara olan vefa borcumuzu ödemiş oluruz diye düşünüyorum. Çünkü, bugüne kadar bu “uzun” mücadelenin içinde her türlü kariyeri, makamı, parayı, kişisel çıkarları düşünmeden ve biraz da koşullarını zorlayarak, yaşamak/yapmak istediklerini sürekli erteleyerek yer alan namuslu, onurlu, yurtsever, doğasever, özverili, gönüllü, renkli, nev-i şahsına münhasır, kadri henüz bilinemeyen bu insanların tarihi de; anti-nükleer mücadele tarihimizin bizatihi kendisi olarak yazılmalıydı. İşte bütün bu samimi hislerle, süreci fazla kişiselleştirmeden ve yalnızca kendi gözlüklerimle bakmadan; “genel” tarihimizi derleyip-yazma ve yaşanılanları bundan sonraki “deneyimlere” aktarma yükümlülüğünü yıllarca üzerimde taşıdım.

Bu uzun hikayenin “gizli” ve “esas” kahramanları arasında kimler yoktu ki... En başta İzmir’den ilk kıvılcımı başlatan Savaş, Noyan, Senih, Oktay, Aylin, Ayşe, İlker, Metin, Sedat, Macit...; Ankara’dan Nesrin, Yunus, Tayfun, Erdoğan, Hatice, Fatma, Firdevs, Meral, Fenni, Fatih, Serhat, Devrim, Feriyal, Batur, Murat, Refik, Coşkan, Akın, Mehmet, Ertuğrul, Gülnur, Nurşen, Aslı, Kaya, Leziz Hoca, Ali ve İnci Hoca, Çetin Hoca, Ali, Naci, Eriş, Asım, Ethem, Metin, Olgun...; İstanbul’dan Tolga Hoca, Tanay Hoca, Ünal Hoca, Özgür, Melda, Timur, Ümit, Deniz, Aynur, Ender, İhsan, Melih, Fikriye, Münevver, Gül, Hüray, Ali, Suat, Mustafa, Dilaver, Türksen, Emet, Osman, Işıl, Ertuğrul, Ayşe, Hülya, Taner, Gazi, Selami, Şükran, Hüseyin...; Bursa’dan Neriman, Antalya’dan İsmail, Umur, Hediye, Kubilay...; Adana’dan Kadir, Füsun, Hilmi, Figen, Mustafa...; Mersin’den Kamer, Enver, Doğan, Remziye, Necdet, Adil, Mehmet...; Sinop’tan Hale...; Muğla’dan Gaye...; İskenderun’dan Oktay, Şemsettin, Cemil...; Bodrum’dan Saynur, Bilge, Galip, Günseli...; Datça’dan Cem...; Fethiye’den Ahmet...; Silifke’den Esen, Naim, Yaşar, Yusuf...; Tarsus’tan Ramazan, Tülay, Necmettin...; Alanya’dan Ayşegül...; Taşucu’ndan Arslan...; Akkuyu’dan Ahmet, Mehmet Ali, Kemal, Kadri, Tamer, Yurtdışından Orhan, Ümit ve Kamil, Ömer, Hayrettin Hocalar vd. Kamuoyunca bilinenler ise; başta TÜRK MÜHENDİS VE MİMAR ODALARI, TABİPLER, DİŞ HEKİMLERİ, ECZACILARI, VETERİNER HEKİMLERİ BİRLİĞİ, TÜM SERBEST MUHASEBECİ MALİ MÜŞAVİRLER ODALARI BİRLİĞİ, MÜLKİYELİLER VE BAROLAR BİRLİĞİ, KESK, DİSK, TÜRK-İŞ, HAK-İŞ, CHP, İP, ÖDP, SİP, EMEP, HADEP, GREENPEACE, TEMA, DHKD, ÇEKÜL, TÇV, DAÇE, BAÇEP, MEYAD, NÜSHED, SOS AKDENİZ, NÜKLEER KARŞITI PLATFORMLAR, BERGAMA, ÇAMLIHEMŞİN VE AKKUYU KÖYLÜLERİ, İZMİR ÇEVRE AVUKATLARI, SİNOP ÇEVRE DOSTLARI, YÖRE BELEDİYELERİ VE HALKI, TÜKETİCİ VE İNSAN HAKLARI DERNEKLERİ, ÜNİVERSİTE ÖĞRENCİ KOORDİNASYONLARI, ADD, HALKEVLERİ, PİR SULTAN ABDAL KÜLTÜR DERNEĞİ, 68’LİLER VAKFI, HACI BEKTAŞ-I VELİ KÜLTÜR VE TANITMA DERNEĞİ, ÇAĞDAŞ YAŞAMI DESTEKLEME DERNEĞİ, TÜRK FİZİKÇİLER DERNEĞİ, ÖĞRETİM ÜYELERİ DERNEĞİ, TÜM HEMŞİRELER DERNEĞİ, ÇAĞDAŞ GAZETECİLER VE ÇAĞDAŞ HUKUKÇULAR DERNEKLERİ, ULUSAL İŞ ADAMLARI DERNEĞİ, TÜRK SEYAHAT ACENTALARI BİRLİĞİ, ÇUKUROVA GENÇ İŞADAMLARI DERNEĞİ, MERSİN DENİZ TİCARET ODASI, ZİRAATÇILAR DERNEĞİ, TÜM ÇEVRE KURULUŞLARI, Can Yücel, Turhan Selçuk, Semih Balcıoğlu, Nuri Kurtcebe, Reha Yalnızcık, Taner Öngür, Moğollar, Bulutsuzluk Özlemi, Ezginin Günlüğü, Muammer Ketencioğlu, Kardeş Türküler, Mor Ve Ötesi, Kargo, Zen, Haluk Levent, Süavi, Onur Akın, İlhan İrem, Zülfü Livaneli, Kubat, Ayna, Koma Çiya, Grup Yorum, Rojin, Tarkan, Mansur Ark, Tolga Sağ, Tolga Çandar, Leman Sam, Vedat Sakman, Yaşar Kurt, Gülsen Tuncer, Mümtaz Sevinç, Leman Çizerleri vb. sanatçılar, yazarlar ve başta Nükleer Mühendis Prof. Dr. Tolga Yarman olmak üzere, Nükleer Fizikçi Prof. Dr. Hayrettin Kılıç, Nükleer Fizikçi Prof. Dr. Gediz Akdeniz, Nükleer Fizikçi Doç. Dr. Baki Akkuş, Nükleer Fizikçi Prof. Dr. Rıza Oğul, Nükleer Mühendis Dr. Tanay Sıtkı Uyar, Nükleer Kimyacı Prof. Dr. İnci Gökmen, Nükleer Fizikçi Prof. Dr. Engin Türe, Nükleer Fizikçi Prof. Dr. Ömer Türk, Prof. Dr. Tuncay Neyişci, Prof. Dr. Kamil Pınarcı, Prof. Dr. Ali Gökmen, Prof. Dr. Nevin Selçuk, Prof. Dr. Turhan Çiftçibaşı, Prof. Dr. Güner Göymen, Prof. Dr. Ali Özsoy, Prof. Dr. Atilla Uluğ, Prof. Dr. Gürbüz Atagündüz, Prof. Dr. Ahmet Demir, Prof. Dr. Ali Güngör, Prof. Dr. Gönül Yenersoy, Prof. Dr. Türkan Saylan, Prof. Dr. Ahmet İnam, Prof. Dr. Koray Haktanır, Prof. Dr. İlhan Talınlı, Prof. Dr. Eralp Özdil, Prof. Dr. Oğuz Oyan, Prof. Dr. Yakup Kepenek, Prof. Dr. Ülkü Azrak, Prof. Dr. Leziz Onaran, Prof. Dr. Figen Doren, Prof. Dr. Tahir Hatipoğlu, Prof. Dr. Cevat Geray, Prof. Dr. Arif Esin, Prof. Dr. Orhan Kural, Prof. Dr. Mümtaz Soysal, Prof. Dr. Nüket Turgut, Prof. Dr. Aysel Müezzinoğlu, Prof. Dr. Zafer Üskül, Prof. Dr. Hasan Tekeli, Prof. Dr. Celal Ertuğ, Prof. Dr. Şenel Ergin, Prof. Dr. Ertuğrul Acun, Prof. Dr. Sezai Göksu, Prof. Dr. Çağlar Keyder, Prof. Dr. Türker Alkan, Prof. Dr. Ali Nesin, Prof. Dr. Gencay Gürsoy, Prof. Dr. Metin Sözen, Prof. Dr. Ergun Ar, Prof. Dr. Cevat Çapan, Prof. Dr. Servet Tanilli, Prof Dr. Sadun Aren, Prof. Dr. İbrahim Kabaoğlu, Prof. Dr. Serol Teber, Prof. Dr. Fadime Taner, Prof. Dr. Günay Kocasoy, Prof. Dr. Tayfun Akgüner, Prof. Dr. Ali Nahit Babaoğlu, Prof. Dr. Metin Çolak, Doç. Dr. Hasan Çetin, Doç. Dr. Ahmet Altındişli, Doç. Dr. Üner Çolak, Doç. Dr. Haluk Gerger, Doç. Dr. Yücel Çağlar, Doç. Dr. Metin Duran, Doç. Dr. Göksel Demirer, Doç. Dr. Çetin Göksu, Doç. Dr. Metin Erten, Doç. Dr. Melih Baş, Doç. Dr. Zülfü Aşık, Doç. Dr. Güner Sümer, Doç. Dr. Serhat Özyar vb; başta DSP Milletvekilleri Zafer Güler, Bayram Fırat Dayanıklı, Hayati Korkmaz, Metin Bostancıoğlu, Meclis Çevre Komisyonu Başkanı ANAP Milletvekili Ediz Hun, CHP eski Milletvekilleri Fikri Sağlar, Ercan Ateş, Cüneyt Canver, Aydın Güven Gürkan, Kemal Anadol, BOTAŞ eski Genel Müdürü ve ANAP eski milletvekili Hayrettin Uzun, ANAP Silifke eski Belediye Başkanı Sadık Avcı, TEK eski Genel Müdürleri Gültekin Türkoğlu ve Behçet Yücel, TEK eski APK Daire Başkanı Teoman Alptürk, EMO ve Dünya Enerji Konseyi eski Üyesi Ünal Erdoğan, MHP İstanbul Belediye Başkanı Adayı ve Başbakanlık Başdanışmanı Prof. Dr. Ahmet Vefik Alp, Anayasa eski Başkanı Yekta Güngör Özden, DPT eski Müsteşarları Prof. Dr. Orhan Güvenen ve Ali Tigrel, Gazeteciler Yaşar ve Ümit Öztürk, Alican Değer, Ahmet Kılıç, İbrahim Günel, Ümit Otan, Serdar Kızık, Cem Ulutaş, Hülya Aydoğan, Çiğdem Toker, Nafiz Kaya, Serpil Çevikcan, Tanıl Bora, Nadire Mater, Köşe Yazarları Fikret Bila, Meral Tamer, Melih Aşık, Bekir Çoşkun, Teyfik Güngör, Ali Sirmen, Yalçın Doğan, Murat Belge, Etyen Mahcupyan, Mehmet Ali Birant, Gülay Göktürk, Hakan Çelik, Erdal Sağlam, Enis Berberoğlu, Güngör Uras, Şahin Alpay, Derya Sazak, Mehmet Ali Kışlalı, Mehmet Ali Yılmaz, Perihan Mağden, Ece Temel Kuran, Nazmi Alpman, Mine Kırıkkanat, Nazire Kalkan, Semra Somersan, Güneri Civaoğlu, Zeynep Oral, Aydın Engin, Leyla Umar, Oral Çalışlar, Hikmet Çetinkaya, Orhan Bursalı, Mustafa Balbay, Müşerref Hekimoğlu, İlhan Selçuk, Güngör Mengi, Zeynep Göğüş, Raif Ertem gibi daha birçok kişi ve kuruluş; ülkemizde nükleer santral yapılmasına karşı olduğunu yazılı olarak beyan etmiştir. Dolaylı olarak ta başta Başbakan Bülent Ecevit olmak üzere, DPT, Hazine Müsteşarlığı, Dünya Bankası, AB Parlamentosu, TEAŞ, TAEK ve Enerji Bakanlığı içinde yer alan “sağduyulu” bir çok üst düzey bürokrat; Akkuyu Nükleer Santraline karşı olduklarını “belli” etmiş ve/ya “şifaen” dile getirmişlerdir. Yine bu kurumlar içerisinde yer alan birçok “yurtsever” nükleer mühendis, ihalenin yapılış tarzındaki eksik ve yanlışlıklardan, “dönen” dolaplardan dolayı ihalenin yapılamamasını; ülkemiz açısından daha “hayırlı” bulduklarını ifade etmişlerdir. “Beyaz Enerji Operasyonu” sürecinde de; Akkuyu’ya yönelik “resmen itiraf edilen nükleer mamaların ve rüşvetlerin”, nükleer karşıtların ne kadar haklı olduğunu, maalesef acı bir şekilde bir kez daha kanıtlamıştır. Bu vesileyle, ülkemizi altından hiçbir zaman kalkamayacağı daha büyük ve yeni bir borç bataklığına girmekten, bir nebze de olsa kurtarabildik ise, ne mutlu bizlere...

Giderek ülkemizde “başarılmış” örneklerin çoğalacağı görülmektedir. “GSM Baz İstasyon Antenleri”, “3. Boğaz Köprüsü”, “Gökkafes”, “İzmir Kordon Yolu”, “Fırtına Deresi”, “Amasra ve Dalaman Mobil Santral Projeleri” gibi meselelerde de, çok ciddi zaferler elde edilmiştir. Bundan böyle Türkiye, gelişmiş-sanayileşmiş-sömürgeci “akıllı” ülkelerin “arka bahçesi”, “çöplüğü” ve “geri zekalısı” olmayacaktır. Bu “zaferler” sayesinde; güzel ülkemiz, insanlarımız ve çocuklarımız gerçekten sağlıklı, temiz ve daha demokratik bir çevrede yaşama hakkını elde etmiş olacaktır. Ayrıca gelişmiş ülkelerin kendi insanlarına reva görmedikleri ve artık terk ettikleri eski, pahalı, tehlikeli, kirli teknolojilerini, sistemlerini ülkemize sokturmayarak; kıt kaynaklarımızın uluslararası tekellere ve yerli işbirlikçilerine peşkeş çekilmesi engellenmiş olacaktır. Türkiye, hep 20-30 sene geriden gelen teknolojik tercihlerle, yanlış sanayileşme/enerji politikalarıyla oluşturulmuş bu bataklıktan artık çıkıp; yeni, yenilenebilir, alternatif, çevreyle/doğayla barışık, insanlarla uyumlu teknolojileri-sistemleri-enerji tercihlerini kabul etmek durumumdadır.

Bu uzun ve onurlu mücadelede emeği, gönlü ve yüreği bizimle olan, ama bu listede ismi geçen/geçmeyen/atlanan/unutulan/bilinen/bilinmeyen herkese bir kez daha ortak “minnet” duygularımızı ve ayrıca bu kitabın oluşumuna katkıda bulunan bütün dostlara da sonsuz teşekkürlerimizi tekrarlamak istiyorum...













1. BÖLÜM: NÜKLEERLİ TARİHİMİZ

RESMİ NÜKLEER TARİH...

Ülkemizin nükleerle ilk tanışması ve yapılan çeşitli uluslararası anlaşmalar, çalışmalar konusunda zorunlu olarak nükleerci akademisyenlerin ve TAEK, TEK gibi kurumların yazdıkları “resmi tarihler” dışında fazlaca kaynak yok. Hem bu nedenle, hem de kendi aralarında bu süreçte yaşanan bir takım çelişkileri, çatışmaları TAEK eski Başkanı Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre ve TAEK, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Başdanışmanı Nazım Bayraktar’dan uzun alıntılarla aktarmaya çalışacağız...
“2. Dünya Savaşı’nda ABD’nin Japonya’ya attığı iki atom bombasının olumsuz etkilerini silmek üzere, Başkan Eisenhower’in 1955’de başlattığı “Sulh İçin Atom Programı”, ülkeler ile ABD arasında karşılıklı bilgi ve deneyim teatisi ve yardımlaşmaya dayanan ikili anlaşmalar öngörmekteydi. Bu programın ilk ikili anlaşması 5 Mayıs 1955’de ABD ile Türkiye arasında imzalanmıştır (Başlangıçta çok iyi işleyen bu anlaşma daha sonraki ABD hükümetleri tarafından 1970’in ortalarına doğru, ne yazık ki, Türkiye’nin hükümranlık haklarına sinsice tasalluta ve Türkiye’ye nükleer konularda empoze edilmek istenen bir ambargoya dayanak olacak bir atlama taşı olarak kullanılmak istenmiştir. Durum bugüne kadar bu minval üzere süregelmiştir). Bu anlaşmanın sağladığı itici güç, önce 1956’da 8821 sayılı ‘Atom Enerjisi Komisyonu’nun (AEK’nin) Kuruluş Kanunu’nun TBMM tarafından kabulüne ve sonra da bir nükleer araştırma reaktörünün kurulması için İTÜ ve İ.Ü. Fen Fakültesi’nin ortak bir ‘Reaktör Komitesi’ oluşturmalarına yol açmıştır. Bu komite, 1957’de Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi’nin (ÇNAEM ) şimdi işgal etmekte olduğu 3200 dönümlük Nakkaş Tepe Çiftliği’ni satın almıştır.
Gene 1957’de Türkiye, 7015 sayılı kanunun TBMM’nde kabulüyle, Birleşmiş Milletlerin bir kuruluşu olan Uluslararası Atom Enerji Ajansı (IAEA)’nın üyesi olmuştur. 1959’da 6821 sayılı kanununu tadil eden radyoizotop üretim ve dağıtımı öngören 7190 sayılı kanun kabul edilmiş; gene 1959’da 7256 sayılı ‘Türkiye Atom Enerjisi Programının Tatbik Şekli Hakkında Kanun’ yürürlüğe girmiş; aynı yıl 1 MW (Termik) gücüne sahip TR-1 nükleer araştırma reaktörü AMF firmasına anahtar teslimi usulü ile ihalesi yapılmıştır. 1961 yılında 293 sayılı kanunla Türkiye ‘OECD Nükleer Enerji Ajansı’nın da üyesi olmuştur. ÇNAEM’nin resmi açılış da 27 Mayıs 1962’de yapılmıştır. Türkiye’de nükleer enerjinin sulhçu amaçlara yönelik hemen hemen her veçhesini kuşatan sistematik ve sürekli bir eğitim ve deneyim veren ilk eğitim müessesesi 1961-1962 ders yılında hizmete geçen ‘İstanbul Teknik Üniversitesi Nükleer Enerji Enstitüsü’dür (İTÜ-NEE). Bu NEE’ye 250 kW’lık bir araştırma reaktörü kurulmuştur.
1970 Martında TR-1’in gücünün 5 MW (Termik) düzeyine yükseltilmesi gereği, tarafımdan, o zaman üyesi bulunduğum AEK’ya arz edilmiş; bu konu hakkında müzakereler 1972’ye kadar sürmüş; bu tarihte bu konu AEK yatırım programına alınmış ve ÇNAEM’de ‘Reaktör Gücünü Yükseltme Komitesi’ (REGÜYÜK) kurularak etütlere başlanılmıştır. Ancak çok daha sonra bu proje, her nedense, TR-1’in gücünün yükseltilmesi yerine TR-1’in yanına 5 MW’lık ikinci reaktör inşası yönünde değiştirilmiştir. Bunun bir bahtsızlık olduğunu açıkça ifade etmek isterim. Zira TR-1’in yanındaki ikinci havuza kurulan bu yeni reaktör, havuzun bizatihi yapısı dolayısıyla nötron denemeli tüpleri yerleştirmeye elvermediği ve TR-1’de muattal bırakılmış olduğu için, nötron fiziği ile uğraşan fizikçileri devre dışı bırakmış olduğu gibi bu bilim kolunda yeni adam yetiştirilmesine de engel teşkil etmiştir. Bu yeni TR-2 reaktörü 1977’de ihale edilmiş ve ancak 1981’de kritik olabilmiştir. TR-2 reaktörü 1986 Ağustosuna kadar maalesef ancak 2.5 MW gücünde çalıştırılabilmiş; bu tarihte TAEK Başkanlığının kararı ve tamamen Türk Mühendislerinin müdahale ve gayretleriyle gerçekleştirilen bazı tadilat sayesinde TR-2’nin, maksimum gücü olan 5 MW’de güvenli ve sürekli bir şekilde işletilmesi mümkün olabilmiştir.” (Ancak Prof Dr. Ahmet Yüksel Özemre’nin kararı ile yapılan bu güç artırımı; lisans ve onay alamamış ve daha sonra TAEK Başkanı Prof. Dr. Yalçın Sanalan tarafından reaktörün çalışması durdurulmuştur. Bu reaktör hala çalıştırılmamaktadır. A.K.)
Türkiye ‘Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’nı (NPT’yi) 1980 yılında imzalayıp onaylayarak nükleer silah imal etmeyeceğini ve bunların da yayılmasına aracı olmayacağını hem kendi ülkesine hem de bütün Dünya’ya taahhüt etmiştir. 1981 yılında ise IAEA ile ‘Safeguard’ anlaşması, yani Türk nükleer reaktörlerinin sulhçu anlaşmalara yönelik işletilip işletilmediğini tespit etmek üzere IAEA uzmanlarının kontrolünü kabul eden anlaşma, imzalanmıştır. 1982’de 2960 sayılı kanunla ‘Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’ kurularak yeni bir yapılanmaya gidilmiştir.
1981’de Ankara yakınında ‘Lalahan Hayvan Sağlığı Nükleer Araştırma Enstitüsü’ ve 1984’de ‘Ankara Nükleer Tarım Merkezi’ kurulmuştur. 1986’da Trabzon’da ‘Doğu Akdeniz Radyobiyoloji ve Çevre Araştırmaları Laboratuarı’, KKTC’nde Doğu Akdeniz Üniversitesi’nde ‘Doğu Akdeniz Radyobiyoloji ve Çevre Araştırmaları Laboratuarı’ kurulması için karar alınmış ve hatta IAEA da bu iş için başlangıç olarak 25 000 dolarlık bir bağışta bulunmuş iken, her ne hikmetse TAEK Başkanlarını sık sık değiştirmeyi icraat addeden hükümetlerin bu kabil tasarrufları yüzünden bu projeler gerçekleştirilememiştir (Not: TAEK’in kuruluşundan bu yana geçmiş olan yaklaşık 35 senede bu kuruluşun en yüksek makamını 19 kişi işgal etmiştir).
TAEK kendi uranyumumuza dayanan, yani nükleer yakıt bakımından bağımsızlığımızı garanti edecek olan, ‘tabii uranyum yakıtlı ve ağır su soğutuculu’ nükleer reaktör teknolojisini Türkiye’nin nükleer enerji politikasının temel ilkesi olarak kabul etmiştir. Buna karşın TEK Nükleer Santraller Dairesi yetkililerinin ille de ABD, Fransa, İngiltere, Almanya ve Rusya gibi ancak birkaç ülkenin tekelinde bulunan zenginleştirilmiş uranyum yakıt üzerinde ısrar etmeleri ise gereksiz ve milli menfaatlerimize zararlı bir polemik doğurmuştur. Bu polemik hükümetleri de tereddüde düşürmüş; bu durum ise yalnızca, Türkiye’nin nükleer teknolojiye sahip olmaması için her türlü melanete başvuranların işine yaramıştır”( 1).
Prof. Dr. Özemre’nin bu son tespite katılmamak elde değil. En son Temmuz 2000’de 8. kere ertelenen (aslında gayr-i resmi olarak iptal edilen diyebiliriz artık) son Akkuyu Nükleer Santral İhale sürecinde de başını Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre, Prof. Dr. Ahmet Bayülken, Prof. Dr. Osman Kemal Kadiroğlu ve Prof. Dr. Nejat Aybers’in çektiği “Milli Reaktör: CANDU”cular ile diğerleri Fransa-Almanya Konsorsuyumu NPI’cılar arasındaki çatışmalar; aslında yine bizlerin, yani; “Türkiye’nin nükleer teknolojiye sahip olmaması için her türlü melanete başvuranların işine yaramıştır”.

AKDENİZ’E SOKULAN YILAN:
AKKUYU NÜKLEER SANTRAL PROJESİ...


“Nükleer güç santrali kurulması ile ilgili çalışmalar Türkiye Elektrik Kurumu ( TEK )'in kuruluş döneminden önce, 1965 yıllarında başlamıştır. 1965 yılında AEK tarafından davet edilen UAEA'nın bir uzmanlar grubu Türkiye'de nükleer enerjinin bir alternatif olarak ele alınabileceği sonucuna varmışlardır.
1965 yılından itibaren Elektrik İşleri Etüt İdaresi ( EİEİ ) ve İTÜ Nükleer Enerji Enstitüsü'nün işbirliği ile ön yapılabilirlik çalışmaları yapılmıştır. Daha sonraları 1967 -70 arasında II. BYKP' da ( Beş Yıllık Kalkınma Planı ) yer alan ''Nükleer enerji kaynaklarından faydalanma imkanları araştırılacak ve nükleer enerji santralları kurulmasına çalışılacaktır'' hükmü uyarınca Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ( ETKB ) ve EİEİ'nin bir yabancı müşavirlik grubuna hazırlattırdığı yapılabilirlik etütlerine göre; 1977 yılında işletmeye girecek şekilde 300-400 MWe gücünde doğal uranyumlu yakıta dayanan “Ağır Su” tipi bir nükleer santralın kurulması öngörülmüştür. Ancak, yer seçiminde karşılaşılan güçlükler ve diğer gelişmeler nedeniyle bu proje gerçekleşmemiştir.
1970 yılı sonlarında TEK'in kurulması ile, nükleer güç santralleri ile ilgili çalışmalar TEK'e devredilmiştir. 1971 yılı sonlarında TEK bünyesinde oluşturulan Nükleer Enerji Dairesi (daha sonraları Nükleer Santraller Dairesi adını almış, 1987'de bu Daire kapatılarak Kısım Şefliği, 1992'de ise Şube Müdürlüğü düzeyinde tutulmuş ve yine 1993 yılından itibaren Daire haline getirilmiştir.) başlangıçta III. BYKP'nda yer alan ''Perspektif dönemde jeotermal ve nükleer kaynaklardan da faydalanılacaktır. Üçüncü plan döneminde tesisine başlanacak olan eğitim amaçlı Prototip Nükleer Santral, uzun dönemde nükleer teknolojiye girişi sağlamak için Nükleer Güç Santrallerinin planlama, projelendirme ve tesisinde yararlar sağlayacak, ayrıca elektrik enerjisi üretecektir'' ve ''Türkiye Elektrik Kurumu'nun nükleer teknolojiye girişi sağlanacak, Nükleer enerji uzun dönemde elektrik enerjisi üretiminde yurtiçi kömür, petrol ve hidrolik kaynakların ihtiyaçları karşılayamadığı dönemde işletmeye alınacak tarzda planlanacaktır'' hükümleri uyarınca bir yandan büyük güçte bir nükleer santralın kuruluşuyla ilgili evvelce yapılmış olan yapılabilirlik etütlerini değişen şartlara göre revize ederken, bir yandan da maksimum 80 MWe gücünde bir eğitim amaçlı prototip santralın yapımı için çalışmalara başlamıştır.
1973 yılı TEK yatırım programında tatbikat projelerinin tamamlanarak 1979 yılında işletmeye açılacak şekilde prototip nükleer santralın inşaatına başlanması öngörülmüş ve bu amaçla 700 Milyon TL ödenek ayrılmış olmasına rağmen, birim yatırım harcamalarının yüksek olacağı ve büyük güçlü bir nükleer santralın kuruluşunu geciktireceği gerekçesiyle, tüm çabalara karşın 1974 yılında, eğitim amaçlı prototip nükleer santralın kuruluşundan vazgeçilmiştir. Onun yerine, revize edilmiş bulunan yapılabilirlik etütleri uyarınca Güney Anadolu'da 1983 yılında işletmeye açılacak şekilde 600 MWe gücünde bir nükleer santralin tatbikat projeleri ve yer temini ile ilgili çalışmaların tamamlanması programda yer almıştır.
1974-1975 yıllarında yapılan ayrıntılı araştırmalar sonunda ilk nükleer santralın kuruluş yeri olarak Silifke'nin 50 km batısındaki Gülnar-Akkuyu mevkii seçilmiştir. Seçilen yerin, santral gücüne ve tasarımına bağlı olarak 2 veya 3 ünitenin kurulmasına elverişli olduğu belirlenmiştir. Ülkemiz için yeni bir teknoloji olan nükleer santralle ilgili çalışmaları yürütebilmek için 1975 yılında 3 İsviçre ve 1 Fransız firmasından oluşan yabancı bir Müşavir-Mühendislik Konsorsiyumu ile sözleşme imzalanmıştır.
1976 yılı içinde ''Yer Raporu'' hazırlanmış ve Haziran 1976'da AEK'dan ''Yer Lisansı'' alınmıştır. Aynı yıl içinde yabancı müşavir ile yapılan ortak çalışmalar sonucunda, dünyada elektrik enerjisi üretimi amacıyla yaygın olarak kullanılan üç tip ( PWR, BWR ve PHWR ) santral için ön projeler ve ihale şartnameleri hazırlanmıştır.
1977 yılı başında nominal 600 MWe gücünde bir santralın nükleer ve türbin paketleri için, her üç reaktör tipine açık olarak uluslararası ihaleye çıkılmıştır. Buna paralel olarak, ilk yakıt yükleme ve onu izleyecek 4 yeniden yüklemeyi de karşılayacak şekilde santralın yakıt ihtiyacını da karşılamak üzere ayrıca teklif alınmıştır. 1977 yılı ortalarında alınan tekliflerin değerlendirilmesi sonucunda, nükleer santral için ASEA-ATOM, türbin kısmı için de STAL-LAVAL İsveç firmaları birinci seçilmiş ve adı geçen firmalarla kontrat görüşmelerine başlanmıştır. Görüşmeler Eylül 1980 tarihine kadar devam etmiş, ancak İsveç Hükümeti’nin sağlanan kredi üzerindeki garantiyi kaldırması üzerine görüşmeler kesilmiştir.
1982'deki 3. girişimde Japonya hariç tüm nükleer santral üreticileri konu ile ilgilenmiş, AECL (Kanada), KWU (Almanya), FRAMATOM (Fransa), NNC (İngiltere), W (ABD), hatta AEE (SSCB) teklif getirmişlerdir. NNC teklifi, gelişmesi durmuş GCR içerdiği ve imalat tesisleri dağılmış olduğu için; AEE teklifi (WWER) korunak binası (containment) olmadığı ve politik soğukluk nedeniyle; FRAMATOM teklifi (PWR) henüz W patenti ile imalat yaptıkları tek tipin ortak arızalarının yaratabileceği sorunlar nedeniyle uygun görülmemiştir. Kanada ve Almanya teklifleri ile müzakereye oturulmuş, ABD'nin ısrarı ile de (Türkiye-ABD arasındaki Barışçı Amaçlı Nükleer İkili İşbirliği 1982'de sona ermiş olmasına rağmen) Akkuyu'da kurulması düşünülen AECL (CANDU) ve/veya KWU santralları (PWR) ve Sinop'taki santral yerinin etüdleri tamamlandıktan sonra tekliflerinin değerlendirilmesi uygun görülmüştür. Karar 1983 yılı başında ''3 firmanın (AECL, KWU, GE) 4 nükleer santral (Akkuyu'da, 635 MWe gücünde 1 Ünite CANDU PHWR, 960 MWe gücünde 1 ünite KWU-PWR ve Sinop'ta 1085 MWe gücünde 2 Ünite GE-BWR) kurmasının uygun görüldüğü” şeklinde açıklanmıştır. 2 Kasım 1983 yılında, kanun hükmünde kararname ile Nükleer Santrallar Kurumu (NELSAK) kurulmuştur ama bu kurum kağıt üzerinde kalmış hiçbir zaman çalışamamıştır. 1983 yılında 7405 sayılı ''Nükleer Tesislere Lisans Verilmesine Dair Tüzük'' yürürlüğe girmiştir.
TEK-NSD'de yürütülen sözleşme müzakerelerinde (TAEK'in de gözlemci olarak katılması ile), teknik ve (uluslararası kredi ile anahtar teslim esasına dayanan) mali konularda görüş birliğine varılmıştır. Türk ve Alman Başbakanları arasında yapılan mutabakat görüşmesinde Türk tarafı Yap-İşlet-Devret (BOT) modelini önerince Almanya (KWU'nun işletmeci firma olmaması nedeniyle) öneriyi kabul etmemiş, anahtar teslim modelinde ısrar etmiştir. Bunun üzerine Türkiye-Almanya arasındaki Barışçı Amaçlı Nükleer İkili İşbirliği Anlaşması paraf edilmiş olmasına rağmen imzalanmamıştır. Kanada BOT modelini prensip olarak kabul etmiş, bu modele ilişkin mali düzenlemeler bir yıl daha müzakere edilmiş, Türkiye ile Kanada arasındaki Barışçı Amaçlı Nükleer İkili İşbirliği Anlaşması imzalanmış ve onaylanmıştır (1985). Ancak Kanada BOT modeli ile yapılacak işin kredisine karşı TEK garantisini yeterli görmeyip, Hükümet Garantisi istemiştir. O zamanki hükümet söz konusu garantide bazı sakıncalar gördüğünden, bu isteği kabul etmemiş ve bu girişim de sonuçsuz kalmıştır.
Beşinci BYKP'nda "Plan döneminde enerji sektörünün iki büyük projesi Atatürk Barajı ve Nükleer Santraldir" ifadesi yer almışsa da, hidroelektrik santrallere ağırlık verilmesi nedeni ile Nükleer Güç Santralı ile ilgili sadece Akkuyu'daki nükleer santral yerinin liman inşaatı çalışmaları sürdürülmüştür.
1989 yılında Türkiye Arjantin'le ortak bir proje yürütmek amacıyla görüşmelere başlamıştır. Nükleer Güç Reaktörü teknolojisini kendisi üretmek isteyen Arjantin, 25 MWe gücünde, pasif sistemli, modüler bir prototip (CAREM) tasarıma girmiş ve bu projeyi ülkenin güneyindeki Bariloce'de uygulamayı planlamıştır. Bu Arjantin'in ilk prototip (ve küçük güçlü) nükleer güç reaktörü olacaktır. Arjantin bu proje ile Türkiye'ye temel tasarımın bilgi transferi, ayrıntılı tasarımın ortaklaşa tamamlanması ve her iki ülkede birer ünitenin ortaklaşa (JVU) üretim ve tesisini önermiştir. Ancak, başta TEK ve TAEK yasalarının bu tür bir ortaklığa izin vermemesi, ortaklaşa tasarım ve teknoloji üretimi öncesi eğitim masraflarının çok büyük çıkması ve tesisin üretimi ve inşa teknolojisinin Türkiye'ye, tam güçlü bir reaktör yapımında büyük bir katkısı olacağının şüpheli görülmesi gibi çeşitli hukuki, mali ve teknolojik nedenlerle, 1991 başlarında bu girişimden vazgeçilmiştir.
Ekim 1992'de TEK, dünyadaki belli başlı nükleer santral imalatçısı firmalara bir mektup yazarak, 2002 yılında devreye girecek şekilde, 1000 MWe gücünde bir veya iki üniteli nükleer santralın Türkiye'de anahtar teslim veya BOT olarak kurulması için teknik ve mali konularda bilgi istemiştir. Davete 7 firma ilgi göstermiş, 5 firma nükleer güç santralı teklifi vermiştir. Aralık 1992'de Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Bakanlar Kuruluna sunduğu bir raporda ülkenin başka enerji kaynakları ihdas etmediği takdirde 2010 yılından itibaren enerji kriziyle karşı1aşacağı ve bunun için de mutlaka nükleer enerjiden yararlanılması gerektiği belirtilmiştir.
1993 yılı başında toplanan Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu, nükleer enerjiden elektrik üretimini ülkenin 3. öncelik1i projesi olarak belirlemiş, bunun akabinde Akkuyu Nükleer Santral projesi TEAŞ'ın 1993 yılı yatırım programına dahil edilmiştir.
TEAŞ Ocak 1994'de, nükleer güç santralleri ile ilgili olarak, dünyadaki güncel durumu değerlendirmek, Türkiye için öneride bulunmak ve teknik şartnameleri güncelleştirmek ve hazırlamak ve teklif değerlendirmelerinde faydalanmak üzere bir danışman firma seçimi için teklif istemiştir.
1995 yılında TEAŞ, nükleer santral ihalesinin ön incelemelerini yapmak üzere danışman olarak, Güney Kore'nin KAERI firması ile anlaşmıştır. 1996 ve 1997 yılında TEAŞ danışmanlarıyla birlikte ''İhale Şartnamesi''ni hazırlamıştır. 17 Aralık 1996 tarihinde TEAŞ, Resmi Gazete’de uluslararası ihaleye çıkarak, bu ihalede maksimum net çıkış gücü (2800 + %5) MWe kurulu güce ulaşabilecek nükleer güç santrali alımı sürecini yeniden başlatmıştır.
15 Ekim 1997 tarihinde teklifler alınmıştır. Teklif veren firmalar AECL (Kanada) (2x670 MWe), NPI (Siemens-Almanya/Framatome-Fransa) (1482 MWe) ve WESTINGHOUSE (ABD/Japonya) (1218 MWe) dur. İlk nükleer ünitenin 2006 yılında enterkonnekte sisteme bağlanması planlanmıştı. Teklifler TEAŞ ve danışman firma Empresarios Agrupados Intemational S.A. tarafından değerlendirilmiştir“.


“BEYAZ ENERJİ”
VE “NÜKLEER MAMALAR”...


Yıllarca hem EMO, hem de Nükleer Karşıtı Platform olarak her ortamda dile getirdiğimiz; “Ülkemizde enerji krizi yok, enerji yönetimi krizi var”, “Nükleer santral ülkemiz için gerekli değil, aksine nükleer mamalar sunan lobiler, rantçı siyasiler, yolsuzluk yapmak isteyen bürokratlar-teknokratlar için gereklidir”, “Nükleer santral ihalesi şaibelidir ve yüksek miktarda rüşvet dağıtılmıştır” türünden tüm tespitlerimiz ve iddialarımız, maalesef haklı çıkmıştır. Bu tespitlerimizin doğru çıkmasına sevinemiyoruz, çünkü; bugün içinde bulunduğumuz krizin ana nedenlerinden birini oluşturan bu hatalar, yanlışlıklar, suistimaller,yolsuzluklar; ülkemize, bizlere ve gelecek nesillere çok ciddi sıkıntılar yaşatmakta ve yaşatmaya devam etmektedir. Bu tesbitleri yaptığımız için zamanın Enerji Bakanı Cumhur Ersümer tarafından ( Prof. Dr. Tolga Yarman’a, Milliyet’ten Meral Tamer’e, Radikal’den İsmet Berkan’a ve Cumhuriyet’ten Serdar Kızık’a-benim bir raporumu manşetten yayınladığı için-) tazminat davaları açıldı. Ancak ,“Beyaz Enerji Operasyonu”yla birlikte, bu davalardaki iddiaların ne kadar doğru olduğu “resmen” de kanıtlanınca ve ayrıca Bakan Ersümer; hem sivil, hem de askeri kamuoyunun yoğun baskısı sonucunda istifa etmek zorunda kalınca, davalar düştü.
Maalesef “Beyaz Enerji Davası”nın, özellikle belli siyasi odaklarca sulandırıldığı ve neticeye ulaştırılmayacağı anlaşılmaktadır. Bugün olamazsa bile, yıllar sonra bu “gerçeklerin” aydınlanacağını umarak, “Beyaz Enerji Operasyonu”nun düğmesine basılmasını sağlayan, “Jandarma Fezlekesi”ni; “iddialarımızı” teyit eden bir belge olarak sunuyorum.



JANDARMA FEZLEKESİ (*)1. Suçun Türü : Çıkar Amaçlı Suç Örgütü Kurmak, İhale Yolsuzluğu, Rüşvet, Görevi Kötüye Kullanmak
2. Suç Tarihi : 01 Ekim 2000
3. Suç Yeri : Ankara
4. Şikayetci : Kamu Hukuku
5. Sanıklar :
A. Yakalananlar:
(1) DGM'ye Sevk Edilecekler: Muzaffer Selvi; eski TEAŞ Genel Müdür Yardımcısı ( halen Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığında görevli), Mustafa Arslan; ( halen TEAŞ'ta görevli-açıkta), Birsel Sönmez; eski Devlet Bakanı ve eski TEAŞ Yönetim Kurulu Üyesi ve Müteahhit, Nuri Doğan Karadeniz; İş Adamı
(2) Gözaltında Bulunanlar: Mustafa Mendilcioğlu - Müsteşar Yardımcısı, Osman İlhan - Enerji İşleri Genel Müdürü
(3)Firarda Olanlar (Henüz İşlem Yapılmayanlar da Dahil): Erkan Aygün-Park Enerji Ortağı, Vehbi Özkoç- Müteahhit, Gökhan Yardım - Botaş Genel Müdürü, Osman Nuri Doğan- Tedaş Genel Müdür Vekili, Ali Şener - İhale takipçisi, Kamuran Çörtük - Bayındır Holding Eski Yönetim Kurulu Başkanı-İhale Takipçisi, Turgut Yılmaz - İş Adamı, Zeki Köseoğlu - Enerji ve Tabii Kaynaklar Görevlisi-Müşavir Yardımcısı, Talat Ertürk - Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı, Mustafa Geçek - Enka Holding Genel Müdür Yardımcısı, Cem Özkök - Güriş Firması, Muhsin Gür - TEAŞ Santral Proje ve Tesis Daire Başkanlığı, Dogan Altinbilek - D.S.I. Genel Müdürü, Hülya Çerezci - Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Özel Kalem Müdürü, Osman Demirdağ - TPAO Genel Müdürü, Yasin Ekinci – Müteahhit, Erdal Aksoy – Müteahhit, Hasan Bolat – Müteahhit, Turgay Ciner - Park Holding Yönetim Kurulu Başkanı, Şükran Köse - A.B.D. ait Firmanin eski Temsilcisi, Turhan Haznedaroğlu - İş Adamı, Selçuk Kaya - Koç Holding Madencilikten Sorumlu, Önder Karaduman - Bayındır Holding Sorumlu Müdürü, Nurettin Danısman - TEAŞ'da görevli, Lutfi Sarıcı - TEAŞ'da görevli, İdris Yamantürk - Güriş Firması Sahibi, Cemil Kazancı - Aksa Firması Sahibi, Mehmet Bozkurt - Oymapınar Belediye Başkanı, Mehmet Cengiz - Cengiz İnşaat Sahibi, Yurdagül Yiğitgüden - Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Müsteşarı
6. Tanıklar: Muhsin Aykanat, Budak Dilli, Selçuk Karadeli, Tanju Tugal, M. Hüseyin Uslu, İhsan Gediz Lekesiz, Gülçin Varol, Saba Soytekin, Gani Danacı
7. Deliller: Sanık ifadeleri, Tanık ifadeleri, Yüzleştirme Tutanakları, Arama Tutanakları, Telefon Dinleme Tapeleri ve Bu Dinlemelere Ait Kasetler, 7 Adet Fotograf, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ile TEAŞ Genel Müdürlügüne ait Belgeler, 345.000 ABD Doları, 6 Adet Banka Hesap Cüzdanı.
B. OLAYIN ÖZETİ:
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ile TEAŞ'in Türkiye genelinde yapmış olduğu enerji ihalelerinde yolsuzluklar yapıldığına dair duyum alınmış ve bu duyumu teyit eder nitelikte olduğu değerlendirilen bir kısım belgeler ele geçirilmiştir. Müteakiben yapılan istihbari çalışmalarda; - Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ile TEAŞ'ta bulunan bir kısmı önemli mevkiilerdeki kişilerin rüşvet ilişkileri içerisinde oldukları, Karadeniz Enerji Şirketi'nin ortaklarından Doğan Karadeniz ile Dünya Enerji Konseyi Türk Milli Komitesi Başkani Hüseyin Arabul ile Beşiktas Yönetim Kurulu üyesi ve Park Enerji Şirketi'nin sahibi Erhan Aygün'ün bu kişilerle temas kurarak aracılık yapmak suretiyle rüşvetle birçok ihalenin haksız yere alınmasını sağladıkları, - Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı enerjiden sorumlu müsteşar yardımcısı Mustafa Mendilcioğlu'nun enerji ihalelerinde devletin menfaatini gözetmeden imtiyaz sözleşmelerinin bakanlık tarafindan imzalanmasını sağlayarak rüşvet karşılığı ihaleleri kendi isteği dogrultusunda şirketlere verdirerek büyük miktarlarda haksız çikar elde ettiği,- TEAŞ Genel Müdürü Muzaffer Selvi'nin de bu kurum içerisindeki karanlık ilişkileri bakanlıktaki Enerji İşleri Genel Müdür Vekili Osman İlhan'in desteği ile sürdürdüğü, halen serbest müteahhitlik yapan Özal dönemi eski bakanı ve eski TEAŞ Yönetim Kurulu üyesi Birsel Sönmez'in rüşvet ağı içerisinde fiilen yer aldığı ve aracılık yaptığı, - TEAŞ'ta enerji sözleşmelerini incelemekle görevli komisyon üyelerinin özellikle istenen kişilerden seçildigi, bu kapsamda Afşin Elbistan Termik Santrali'nin devlete büyük zararlar vereceği ısrarla belirtilmesine rağmen bakanlık tarafından hazırlanan rapor dikkate alınmadan, imtiyaz sözleşmesinin imzalandığı ve bu sözlesmeye uygun enerji alış sözleşmesinin imzalatılmaya çalışıldığı, nitekim bakanlıktan verilen talimatla Kırklareli doğalgaz santralı anlaşmasının imzalandığı yolunda bilgiler alınmıştır. Yapılan teknik takip sonucunda; enerji işlerinden sorumlu Müsteşar Yardımcısı Mustafa Mendilcioğlu'na verilmek üzere bir şirket sahibi tarafından eski TEAŞ yönetim kurulu üyesi ve eski bir bakan olan Birsel Sönmez'e 200.000 $ rüşvet verildiği, yine başka bir iş için 100.000 $ rüşvet istendiği, nükleer santral ihalelerinde 40 milyon $ rüşvet alındığı şeklinde bilgiler elde edilmiş, ayrıca rüşvetle ilgili olabileceği değerlendirilen görüşmeler tespit edilmistir. Bu bilgilerden hareketle 06 Ocak 2001 tarihinden itibaren işlemler baslatılmış olup yakalanan olay sanıkları ifadelerinde özetle;
(3) BİRSEL SÖNMEZ İFADESINDE ÖZETLE;
(a) Bütün ihalelerin pahalı olduğunu, ihalelerde para alındığını söyleyemeyeceğini ancak, Yap-İşlet-Devretlerde bütün işlerin kirli olduğunu,
(b) TEAŞ Genel Müdürlüğü'nde görevli personeline Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı’nın talimat vererek, ihaleleri istediği kişilere vermeleri yönünde baskı yaptığını,
(f) Birçok ihalenin şaibeli olduğunu, Kanada'lı bir şirketin çok avanta dağıttığını,
(4) ÜNAL PEKER İFADESİNDE ÖZETLE;
(d) Üç firmanın katıldığı nükleer santral ihalesinden firmalardan biri olan Kanada Firmasından 50 milyon ABD Doları rüşvet alındığını,
(f) Kırıkkale Gezer Santral ihalesini alan Barmek Holding'in bazi kişilere Angora Evleri'nden villa verdiğini, bu evlerin fiyatının tahmini 300.000 ABD Doları civarında olduğunu,
(i) Yüzer-Gezer Santral ihalelerinde "Karadeniz Enerji" firması tarafindan Bakanlık seviyesinde birilerine 300.000 ABD Doları para verildiğini, Nükleer Santrallerin ihalesinde bir Kanada Şirketi tarafindan da yine Bakanlik seviyesinde birine 50 milyon ABD Doları para verildiğini duyduğunu,
5) MUZAFFER SELVİ İFADESİNDE ÖZETLE;
(a) ETK Bakanı'nın ilgili genel müdürlükleri arayarak ihalenin verileceği firmanın adını şifaen talimat vererek yönetim kurulunu etkilediğini, devleti büyük zararlara uğratan imtiyaz sözleşmesinin TEAŞ teknik kurulunun olumsuz görüşlerinin dikkate alınmadan enerji satış anlaşmalarını imzalamaları konusunda baskı yaptığını,
(c) Güriş firmasindan Cem Özkök isimli şahsın Santraller Daire Başkanlığı'na rüşvet teklif ettiğini,
(e) Nükleer santral projesi ile ilgili Önder Karaduman'ın kendisini bir restorana davet ettiğini,
burada kendisine Nevzat'ın tutumuna devam ettiğini, Kanada firmasını ön plana çıkarmadığını, kendisinin Nevzat Bey'le görüşmesini istediğini, eğer Kanada firması ön plana çıkmazsa görevden alınacağını söylediğini,
(g) Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından yapılan usulsuz atamalarla ve uygulamalarla devletin DPT (Devlet Planlama Teşkilati) verilerine göre milyonlarca Dolar zarara uğratıldığını,
(h) Siyasetçilerle işbirliği yapan bazı ihale ve iş takipçilerinin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığında ve devletin diğer kurumlarında yapılan ihaleleri istedikleri firmalara verdirerek büyük menfaatler temin ettiklerini, Ali Şener ve Hasan Polat adındaki bu sıfattaki kişilerin kendisini bürolarına cağırarak nükleer santral ihalesindeki sıralamanin kendilerine bildirildiğinde durumu takip edebileceklerini, kendisine yurtdışında hesap açabileceklerini teklif ettiklerini,
(i) Nükleer enerji gibi milyarlarca Dolarlık önemli ihalelere bizzat Devlet Bakanı'nın müdahale ederek sıralamayı kendisinin belirlediğini, bu konuda da kendilerine baski yapıldığını, ihalelerden elde edilen menfaatlerin parti ve bazı çıkar çevrelerine aktarıldığını,
(i) Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'nın ilgili kurumu olan TEAŞ'tan başka BOTAŞ, TEDAŞ, DSİ, TPAO gibi kurumlarda da çok büyük yolsuzlukların olduğunu bu kurumlarla ilgili Mavi Akım, Dağıtım Projeleri ve ihaleleri istimlak edilen araziler gibi büyük projelerin incelendiğinde bu kurumlarin kendi içlerindeki Denetleme Kurulu raporlarına bakıldığında büyük yolsuzlukların ve usülsüzlüklerin olduğunun görüleceğini beyan etmistir.
10. NETİCE VE KANAAT:
Alınan ifadeler ile elde edilen delillerin değerlendirilmesi sonucunda; Sanıklardan Muzaffer Selvi, Ünal Peker ve Mustafa Aslan'ın aralarında işbirliği yaparak, ihalelerde hak etmeyen firmalar lehine işlem yaptıkları, ihalelerle ilgili bilgileri firma sahiplerine bildirdikleri, sözlesmeleri firmalar lehine değiştirerek rüşvet aldıkları ve bu suçu defalarca işledikleri, kurullara seçilen personeli tehdit ettikleri, kendi isteklerinin yapılması konusunda baskı yaptıkları. Bu kurullara istedikleri kişileri görevlendirdikleri, sanıklardan Birsel Sönmez'in enerji ihaleleri ile ilgili yönetim kurulu kararlarını firmalar lehine çıkarttırmak için Muzaffer Selvi ile Ünal Peker ile işbirliği yaptığı ve bu firmalardan aldığı parayı bu kişilere rüşvet olarak verdiği, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Mustafa Mendilcioğlu ve Enerji İşleri Genel Müdür Vekili Osman İlhan'la işbirliği yaparak ihalelerin haketmeyen sıradaki firmalara verilmesi konusunda Bakanlık'ta yapılması gereken imtiyaz
sözlesmelerini imzalattırdığı, bu sözleşmelerin imzalanmasını müteakip TEAŞ'in ilgili firmayla yapması gereken enerji satış anlaşmasının (ESA) şirketlerin istediği şartlarda imzalanması konusunda aracılık yaptığı, Karadeniz Enerji'nin sahibi Doğan Karadeniz'in Mustafa Arslan'dan ihaleler ve santral kurulacak yerler ile ilgili bilgiler aldığı; Muzaffer Selvi, Ünal Peker'e firması ile ilgili kararın yönetim kurulundan kendi lehine çıkarılması için rüşvet verdiği, sanıkların bu şekilde çıkar amaçlı suç örgütü kurarak ihale yolsuzluğu yaptıkları, rüşvet aldıkları/verdikleri ve görevlerini kötüye kullandıkları TEAŞ'i ve T.C. Hazinesini zarara uğrattıkları sanık ve tanık ifadeleri ile mevcut belgelerden anlaşılmış olup, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ve ilgili kuruluşlarının yap-işlet-devret, işletme hakkı devirleri, otoprodüktor uygulamaları, yap-işlet ve yüzer-gezer santral ihalelerine ilişkin
belgeler ve sözleşmeler ile Üst Kurul Raporları'nın teknik bilirkişi marifetiyle incelendiğinde olay bağlantılarının delillendirilerek ortaya çıkarılacağını, soruşturmanın bu yönde de derinleştirilmesini, yukarıda izah edilen sebeplerden dolayı sanıkların birinci maddede yazılı suçları işledikleri kanaati ile bu fezleke tarafımdan düzenlenerek imza altına alınmıştır.
13 Ocak 2001
(İmza) Muhittin Ates J.Yzb. Çankaya İlçe J.K.
(*) Orijinal metin, çok az kısaltılmıştır.


İLK DON KİŞOT’LAR ...

Akkuyu; nükleer santral kurulması düşünülen Büyükeceli Beldesi’nin koyunun adı. Bu koya Akkuyu adını, beyaz toprakla örtülü bir arazide kuyu açıp su çıkaran Büyükeceliler takmış. “Masmavi deniz, dağların zümrüt yeşiliyle sarmaş dolaş. Akdeniz’in büyüleyici pırıltısı, kıyının yeşiline masmavi bir koy olarak sokulmuş. Üstelik doğal bir akvaryum Akkuyu Koyu. İçinde lagosundan, sinaritine, barbunundan, ahtapotuna, ıstakozundan karidesine kadar envai çeşit deniz canlısını barındırıyor. Köyün hemen doğusunda girişi kapatan Beşparmak Adası ise soyları tükenmekte olan, Türkiye’de yalnızca 49’u yaşayan foklardan yedisinin yuvası durumunda. Adadaki mağaralarda yaşıyorlar ve hepsine devlet tarafından numara verilmiş (Ben de bu koyu kayıkla gezerken, bu foklardan birisiyle göz göze geldim. Ama motor sesinden korkup hemen kayboldu. İlk kez gördüğüm, o kapkara gözlü bu soylu yaratık gerçekten çok etkileyiciydi). Ayrıca, el değmemiş kumsalına deniz kaplumbağaları yani, ‘caretta caretta’lar yumurtluyor. Mersin’in Gülnar İlçesi sınırlarındaki Büyükeceli Beldesi’ndeki bu koyun çevresi 1978 yılından bu yana tel örgülerle çevrilmiş. Çevresi dağlarla kaplı olan Akkuyu’ya ulaşmak neredeyse imkansız gibi. 55 bin dönümlük arazi, nükleer santral yapılacağı düşünülerek kamulaştırılmış durumda. Koya ulaşılan tek yol da, TEAŞ görevlilerinin kontrolünde.” (3)
Taşucu Balıkçılık Kooperatifi ve İçel Tarımsal Amaçlı Kooperatifler Birliği (İÇKO)’nin Başkanı olan Arslan Eyce; 1974 yılında rahmetli gazeteci Ömer Sami Coşar ile Paris’te bulunduğu yıllarda, Fransa kamuoyunda çokça tartışılan Akdeniz sahillerine nükleer santral kurulmasına karşı yapılan mücadeleyi izlemiş. Daha sonra 1976 yılında, Ömer Sami Coşar, Türkiye’de Akkuyu ve Sinop’a da nükleer santral kurulmak istendiğini Arslan Eyce’ye bildirmiş. Akkuyu’ya çok yakın olan Taşucu-Boğsak’da evi olan Arslan Eyce ve Gazeteci Ömer Sami Coşar, yanlarına Milliyet Gazetesi yazarlarından rahmetli Örsan Öymen’i de alarak, 8 Nisan 1976’da bölgedeki balıkçılara nükleer santrallerin tehlikelerini anlatmışlar. Daha sonra Arslan Eyce tarafından; Başkanı olduğu Taşucu Balıkçılar Kooperatifi, Köy Koop ve İÇKO Birlik Genel Kurulları’nda, “Akkuyu’ya Nükleer Santral Yapılmasına Karşıyız” kararı alınması sağlanmış. İlk kez bu gazeteciler ve Arslan Eyce tarafından; hem yöre halkına hem de tüm kamuoyuna, Akkuyu’ya Nükleer Santral kurulma niyeti duyurulmaya başlanmış.
Daha önce bu bölgede çeşitli araştırmalar yapan Maden Teknik Arama Kurumu ve diğer kamu kuruluşları, bölgede maden aradıklarını, bu nedenle çeşitli araştırmalar yaptıklarını dile getirmişler. Akkuyu’da 1977 yılında zemin etüdü çalışmaları esnasında işçi olarak çalışan Büyükeceli Hüseyin Sarı şunları anlatıyor; “Yeraltına borular çakıp çıkardığımız toprağa ‘karot” diyorduk. Toprak kaya değil kırık kum şeklinde gelirdi. Zeminin sağlam olmadığı o zamandan belliydi. Bir uzman ekibin gelip çıkan taşları inceleyeceğini duyduk. Hemen Sinop’tan bir TIR dolusu taş getirttiler. Akkuyu’dan çıkan toprağı TIR’a, Sinop’tan gelen taşı da incelenmesi için sandığa boşalttık. Yani Akkuyu yerine Sinop’un taşına sağlam raporu verildi. Ayrıca, yeraltındaki boşlukları doldurmak için her gün 25-30 ton çimento basıyorduk, çimento 300 metre öteden denizden çıkıyordu. Burada zeminin sağlam olduğunu kim söyleyebilir?”(4). Mehmet Sarı ise şunları söylüyor; “Atom Santralında 8 sene bekçilik yaptım. Burada çalışan mühendis Akkuyu’nun zemini çürük, burada fay var diyordu. Bunun için buranın altını doldurmaya çalıştılar. 7.5-8 ton injekte ettik yarım saatte, hepsi kayboldu gitti”. Süleyman Aytekin’in anlattıklarına göre de; “Ben burada alt yapı inşaatında çalıştım. Sahildeki engebeyi düzeltmek için matkap vuruyorduk. Vurmuş olduğumuz matkaplar bazı yerlerde 10 metre indiğinde deniz seviyesine iniyor, su çıkıyordu. Biz ne olacak diye sorduğumuzda susturmak için tehdit ediyorlardı. Sonra zaten bizi makineyle beraber başka yere verdiler” (5). Hamit Sarı ise, ellerinden zorla arazi alındığını ifade ediyor; “Bizim Akkuyu’daki binlerce dönüm toprağımızı 20 yıl önce elimizden aldılar. Benim 200 dönüm yerim 1976’da istimlak edildi. Parayı 1983’te verdiler. Hepsi hepsi 90 bin lira”(6).
1978’li yıllarda topraklarında nükleer santral kurulacağını anlayan Büyükeceliler, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun (TAEK) Akkuyu Koyunda yer alan Hayat Motel’de düzenlediği filmli ikna turunu basıp, siyah çelenk koymuşlar ve jandarma ile çatışmışlardır. “Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit bu tartışmalar üzerine; ‘Burası bizim, arpa tarlası değil, ister yaptırırız, ister yaptırmayız’ diyordu. Süleyman Demirel de o yıllarda Büyükeceli’ye gitmiş ve halkın ‘Nükleer santral istemiyoruz’ şeklindeki tepkisine şöyle cevap vermiştir; ‘Atom santralı yapmayacağız da, fişi dereye mi sokacağız”(7).
Arslan Eyce’nin İÇKO Birlik yayını olarak 1978 yılında yayınladığı “Akdeniz’e Nükleer Saldırı” kitabıyla, Turhan Selçuk tarafından çizilen nükleer karşıtı afişler basılarak yörede dağıtılmış, Örsan Öymen Milliyet Gazetesi’ndeki köşesinde sürekli Akkuyu’yu işlemiş ve bu sayede başta yöredeki tüm demokratik kitle örgütleri olmak üzere, TMMOB gibi ulusal çapta örgütlü olan belli başlı kuruluşlar konuya sahip çıkmaya ve tartışmaya başlamışlardır.
5 Haziran 1978 tarihinde, “Akdeniz Kıyısı Belediye Başkanları” Mersin’de bir toplantı düzenleyip, yörelerinde nükleer santral kurulmasını protesto ettiler ve “Nükleer santrallerin, yurdu hammadde bakımından süper devletlere bağımlı kılacağını ve yöre halkını göç etmeye zorlayacağını, Akdeniz’i kirleteceğini” söylediler. Mersin Belediye Başkanı Kaya Mutlu; “Atom reaktörünün Akdeniz’i ölü deniz haline getirmesine müsaade etmek ve bu duruma sessiz kalmak doğru değildir. Yörenin halkıyla birlikte belediye başkaları olarak konuya ciddice eğiliyoruz. İçel belediyeler Birliğinin şimdiki en büyük sorunu atom reaktörü konusudur. Birlik olarak ta bu tesise karşıyız” diye açıklama yaptı (8). Enerji İş Kolu Memurları Birleşme ve Dayanışma Derneği (Enerji-Der); “Nükleer santralin kurulmasına karşı çıktı” (9). Demokratik Sol Dernekler Federasyonu Genel Merkezi dışında bu kampanyaya bir çok kuruluş destek verdi. Örneğin Tarsus’ta, aralarında Töb-Der, Tümder, Tüted, Akdeniz Dev-Genç, Tarsus Şubeleri ile Disk Tekstil Sendikası, Tarsus Emekçiler Derneği, Tarsus İşçi Derneği, Tarsus Halkevi, Sosyalist Gençler Birliği gibi demokratik kuruluşlar ortaklaşa bir bildiri hazırlayarak; “Atom Santraline Hayır” dediler (10). 1978 yılı içinde, başta EMO olmak üzere, meslek örgütleri tarafından yörede bir dizi panel yapıldı. Özellikle Adana Ziraat Mühendisleri Odası bu konuda yoğun faaliyetlerde bulundu. 1979 yılında TMMOB tarafından düzenlenen ve 21 Nisanda Mersin’de, 25 Nisanda Ankara’da, 28 Nisanda İstanbul’da, 29 Nisanda İzmir’de yapılan panellere, TMMOB ve ilgili Odalarının yanı sıra, TEK, AEK, İTÜ Nükleer Enerji Enst., ODTÜ Elektrik Müh. Bölümü, Ege Ü. Yerbilimleri Fak., Turizm Tanıtma Bakanlığı, Tüm İktisatçılar Birliği Temsilcileri de katıldı.
1978 yılında Bakanlar Kurulu’nda yalnızca Turizm ve Tanıtma Bakanı Alev Çoşkun; Akkuyu Nükleer Santral projesine karşı çıkmaktaydı. “Nükleer santralin Akkuyu’da kurulması halinde, Akdeniz kıyılarında turizm gelişmesinin çevresel ve psikolojik açıdan olumsuz etkileneceği” söyleyen Bakan Alev Çoşkun’un Başbakanlık’a gönderdiği, Akkuyu projesinin yeniden ele alınması için bir toplantı yapılması isteği, Başbakan Bülent Ecevit tarafından reddedildi (11). Başbakan Ecevit, bütün bu karşı çıkışlara rağmen, 18 Aralık 1978 tarihinde İsveç Başbakan’ı Ola Ullsten ve Dışişleri Bakanı ile Akkuyu’da Asea-Atom tarafından nükleer santral yapılmasını görüşmek üzere, Stocholm’e gitti. Başbakan Bülent Ecevit’in bu gezisinde, İsveç Dışişleri Bakanlığı önünde gece ellerinde meşalelerle çeşitli İsveç Derneklerine ve bazı Türk Derneklerine mensup kişiler; ortaklaşa protesto gösterileri yaptılar. “Atom Enerjisine Karşı İsveç Halk Kampanyası Örgütü”nce, 25 dernek adına Başbakan Ullsten’e verilen protesto bildirisi, Türk halkına iletilmesi için basına da dağıtılmıştır. Bildiride özetle şöyle denilmektedir; “İsveç Hükümeti, Türkiye’nin bir Asea-Atom reaktörü satın alması durumunda, büyük kredi kolaylıkları sağlamayı garanti etmiştir. Bunun gerçek nedeni İsveç’in Türkiye’nin enerji sorununa yakın ilgi duyduğundan değil, can çekişmekte olan atom enerji şirketi Asea-Atom’u ayakta tutabilme çabasındadır. Atom santralinin kurulması Türk halkını gelecekte büyük ve çözümlenmesi çok zor sorunlarla karşı karşıya bırakacaktır. Atom enerjisine sahip İsveç ve diğer ülkelerde, bu sorunların kamuoyuna ulaşması, atom santralinin, endüstrisinin kurulup yerleşmesinden sonra olmuştur. Bunun içindir ki biz, bugün birçok tehlikeli ve çözümlenmemiş problemlerle karşı karşıya bulunmaktayız. Atom santrali yüzyıllar süresince radyoaktif kalmaktadır. Reaktörlerin bozulması halinde, onbinlerce insan kansere yakalanabilecek, geniş bir çevre insanların yaşayamayacağı bir yöre olacak ve toprak uzun yıllarca tarıma elverişli olamayacaktır. Türk kamuoyu, İsveç halkının büyük çoğunluğunun atom enerjisi ihraç edilmesini arzu etmediğini bilmelidir. Türk halkını kendimizinkinden daha iyi ve akıllıca bir enerji politikası diler ve hızla gelişmekte olan diğer tür enerji metotlarının varlığına dikkat çekmek isteriz” (12).
Ülkemizde ilk nükleer karşıtı mücadeleyi başlatan Arslan Eyce ve aynı mücadelede 1976’lardan beri yer alan Akkuyulular ile yapılmış ve Akkuyu Postası, Git Dergisi, Radikal, Milliyet ve Ulusal Gazetesi gibi yerlerde yayınlanmış çeşitli görüşmelerden bölümlerle; serüvenlerini, karşı duruş gerekçelerini ve “Akkuyu Hikayesi”ni bir de kendi ağızlarından dinleyelim:
Akkuyu Postası; “Nükleer santral yapılmasına ilk defa ne zaman karar verildi? Sizin nasıl haberiniz oldu?
Arslan Eyce; “Ben 1974’de Fransa’da, Paris’de gazeteci Ömer Sami Coşar ile beraberdim, o yıllarda Fransa’da Akdeniz sahillerinde bir nükleer santralın kurulması kamuoyunda ve basında büyük tepki aldı. Benim o günlerde bu konuda fazla bilgim yoktu; fakat Fransa’daki bu nükleer karşıtı gösterilerin basında ciddi şekilde yer alması dikkatimi çekmişti. Nitekim, bu mücadele başarılı oldu. Şahsi görüşüme göre basının ve kitlelerin konuya gösterdikleri duyarlılık üzerine Fransa Parlamentosunda bu konunun araştırılması için bir komisyon kuruldu. Bu komisyon nükleer santralin kurulacağı Akdeniz sahillerindeki bölgede yaptığı inceme sonucunda bu bölgede nükleer santral kurulmasını uygun görmedi ve bunu parlamentoya iletti. Parlamento da komisyonun kararına uydu. Bu olayı yaşadığım için, günün birinde Türkiye’de de başıma geleceğini düşünmemiştim. 1976 yılında yine gazeteci Ömer Sami Coşar bana Türkiye’nin bir nükleer santral kurma çalışmaları içerisinde olduğunu, hatta bu konuda Avrupa basınında yazılar çıktığını söyledi.”
Akkuyu Postası; “Hangi Yıl?”
Arslan Eyce; “1976 yılı, Mart-Nisan ayları olabilir ve bu bölgelerin de Sinop ve Akkuyu olduğunu söyledi. Bunun üzerine kendi yöremizde bir nükleer santralin kurulacağını öğrenmiş oldum. O zaman ben Taşucu Balıkçılık Kooperatifinin Başkanı, İçel Tarımsal Amaçlı Kooperatifler Birliği (İÇKO) Başkanı, bunun yanında da Konfederasyon niteliğinde olan Köy Kalkınma, yani Tarımsal Amaçlı Kooperatifler Birliği’nin Genel Başkanıydım. Biz bu olayı öğrenir öğrenmez, 1976 yılında Taşucu Balıkçılık Kooperatifi’nin Genel Kurulu’nda “Akkuyu’da nükleer santral kurulmasına karşıyız şeklinde karar aldık ve bu konuyu basına ve kamuoyuna ilettik, bununla birlikte, İÇKO Birlik olarak da aynı konuda bir karar aldık.”
Akkuyu Postası; “Peki siz o dönemde buradaki halkın büyük desteğini almıştınız değil mi?”
Arslan Eyce; “Evet. Birinci olarak Türkiye’nin acil olarak bir enerjiye ihtiyacı olmadığı, yani potansiyelimizi kullandığımız sürece nükleer enerjiye ihtiyacın olmadığını anlatıyorduk, ikincisi bölgede kurulacak bir nükleer santralin bölge turizmine ve tarımına büyük darbe vuracağını anlatıyorduk. Benim tarımsal kuruluşların başında olmam inandırıcı olmakta önemli bir faktör oluyordu, ama şimdiki taraftar bana göre daha fazla. Şöyle ki, ben 73’de CHP’den milletvekili adayı olmuştum, 80 öncesinde CHP’nin politikası doğrultusunda politika yapıyordum, bu siyasi imajı taşımamdan dolayı, sağ partiler biraz da bana karşı politika üretmek amacıyla nükleer santralin yapılmasından yana tavır koyuyordu. Üstelik, ‘Arslan Eyce kominist, o nedenle nükleer santrale karşı’ diye propaganda yapıyorlardı. Ancak enteresan olarak 80 sonrasında, düşüncelerde önemli mesafeler katedildi, örneğin geçen sene ANAP, DYP, MHP, CHP’li belediye başkanları, yani tüm İçel’deki belediyeler nükleer santralın Akkuyu’da kurulmaması konusunda karar aldılar. Üstelik 500 yöre insanıyla başbakanın kapısına dayandılar, günümüzde halkın %90’ına yakını artık nükleer santral konusunda siyasal düşüncesi ne olursa olsun karşı bir tavır içerisinde. Örneğin sağ düşünceli vatandaşlar bana; “biz sana kızıyorduk, komünist diyorduk, ama biz seni şimdi haklı buluyoruz, sen bizden daha önce bu tehlikeyi görmüşsün” diyorlar.”
Akkuyu Postası; “70’li yıllara dönersek?”
Arslan Eyce; “Örneğin, 78’de Ecevit İsveç’e gitmişti, orada karşı gösteriler yapıldı, hükümet bunu benden bildi. Ecevit’e karşı, hükümet de benim bu işi organize ettiğimi düşündü ve Başbakanlık beni Ankara’ya çağırdı. Yıl 1978, Devlet Planlama Müsteşarı Bilsay Kuruç’a gittim. -bak bu enteresan- Bilsay Kuruç yaptığım mücadeleden dolayı beni teprik etti, devlet planlama olarak onların da bir nükleer santral kurulmasının büyük sakınca teşkil ettiğini, yeni hazırlanmakta olan 4. Beş Yıllık Plan çalışmalarında nükleer santralin Akdeniz yöresinden başka yere alınacağına söz verdi. Bu olaylardan sonra hükümet düştü, müsteşar devlet planlamadan alındı, ama 12 Eylül’den sonra konu uzun bir süre gündemin dışında kaldı.”
*
Ulusal Gazetesi; “Köyünüz hakkında bilgi verir misiniz? Geçiminizi nasıl sağlıyorsunuz?”
Kemal Budak (Büyükeceli Cumhuriyet Mahallesi Muhtarı); “Köy halkı burada ekseriyetle, 10’da biri balıkçılıkla geçiniyor, malcılıkla geçinir besicilik çok yaygındır. Dört mevsimde sebze meyve yetiştirir, yer fıstığı gibi, domates gibi burada seracılık çok yaygındır. Köyümüz aşağı yukarı bunlarla geçinir. Ürettiklerimizi Mersin’e pazarlıyoruz, buradan tüccarlarla Mersin’e gönderiyoruz. Açık sebze üretiyoruz, açık sebzeyi de ayağımızda pazarlıyoruz. Kçyde tarımsal kalkınma kooperatifi var fakat burada alım satım yapmıyor, tüccarlara veriyor. Kooperatifimiz burada tartıyor, yine de malımız Mersin’de pazarlanıyor. Köyümüzde yedi derslikli bir ilk öğretim okulu var. Liseye gidecek gençlerimiz Silifke’ye Gülnar’a gidiyor. Sınırımıza çok yakın olan Yeşilovacık’ta lise açıldı, oraya gidiyorlar.
Ulusal Gazetesi; “Daha önce arama maksadı ile geldikleri zaman sizlere biz burada nükleer santral kuracağız demediler mi?”
Kemal Budak; “Yeraltı zemini öğreneceğiz dediler. O yeraltı zemininde sular çoraklı mı, çoraksız mı onları öğreneceğiz dediler. Bazı arkadaşlarımız amelelik yaptı yanlarında, yeraltı artezyenlerini vurdular, zemini sağlam olup olmadığını öğreniyoruz dediler. Fakat atom santrali yapıyoruz demediler. Bizim işçilerimiz orada çalıştığı zaman binlerce ton döktükleri çimento denizden çıkmıştır, çünkü çatlaktır. Şunu da itiraf edeyim, burada hala yaşadığımız saatte batıdan eser rüzgar. Atom santrali bizim köyümüze 4 kilometre. Oradan, atom santrali tarafından, denizden batı rüzgarı estiği zaman, 4 km. ovamızdaki su çorak oluyor. Çünkü yeraltı çatlaktır. Ateş düştüğü yeri yakar. Biz bu meseleden çok tedirginiz. Şöyle itiraf ediyorum; biz daha önceleri burada yalnız kalıyorduk. Atom santraline Büyükeceli sorunu olarak bakılıyordu. Bir Mersin’in gelmesi, bir Anamur’un gelmesi. Biz üç otobüs Ankara’ya gittik. Mersin’e fakülteye gittim. Toplantıya Adana Balcalı’ya gittim. Gittiğim yerlerde toplantılarda aldığım bilgilere göre bu atom santralinin Türkiye’de de, dünyada da itibarının olmadığını öğrendim. Ben diyorum ki; bizim bir suyumuz, barajımız temel atma aşamasından öteye gitmiyor. Biz burada su deposuyuz, biz burada rüzgar deposuyuz, biz burada güneş enerjisi deposuyuz. Bu enerjilerden faydalanabiliriz.”
*
Akkuyu Postası; “Akkuyu’ya kurulacak olan santral konusunda ne düşünüyorsunuz?”
Mustafa Yılmaz (Büyükeceli Tarımsal Kalkınma Kooperatifi Başkanı); “Burada Büyükeceli Kasabası’nda 100 dönüm cam sera var, yarın atom santrali yapıldığı zaman bizim seralarda ürettiğimiz ürünleri kimse yemez, biz yapılmasına karşıyız, yukarıdaki büyüklerimiz buraları haritada değil de yerinde gelip görsünler. Koyların her biri cennet gibi, Akdeniz’e bu yapılmamalı.”
Akkuyu Postası; “Atom karşıtı gösteriler konusunda ne düşünüyorsunuz?”
Mustafa Yılmaz; “Biz her türlü konuda destek veririz, gerekirse ölürüz. Burada öyle öleceğimize, böyle ölelim. Çevreciler sağolsun, eskiden yani 78’lerde atom santrali sırf bölgenin meselesi gibi görülüyordu, ama şimdi tüm Türkiye karşı.”
Akkuyu Postası; “Buraya nükleer santral yanlısı insanlar gelip halkla konuşuyorlarmış, bunlar hakkında bilgi verir misiniz?”
Mustafa Yılmaz; “Vatandaşı uyutmaya geliyor onlar, bunlar genel müdürlükten falan gelen atom santralinin yapılmasını isteyen kişiler. Onlar için sorun değil, çünkü Ankara’da oturuyorlar, burada bunun zehirini alacak olan biziz, bizim çocuklarımız; biz hormonlu domates gibi çocuk istemiyoruz.”
*
Radikal Gazetesi; “Turistik Enerji İstiyorlar”
Mehmet Ali Yılmaz (Büyükeceli Çevre ve Doğayı Koruma Derneği Başkanı), nükleer santrallerin dünyada iflas etmiş bir teknoloji olduğunu belirterek; “Hiçbir Avrupa ülkesi istemiyor. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Hazine’den destek istiyor ama nükleer santral yapımcısı olan şirketler, mevcut atıkları bile artık kendi ülkelerinde depolayamıyor. Bunun için nükleer teknolojiyi bizim gibi bilgisi, duyarsız toplumların yaşadığı ülkeler bedavaya da getirebilirler” diyor. Turizm ile kalkınmak istediklerini anlatan Yılmaz; ”Akkuyu koyu Akdeniz’in en temiz ve doğallığı bozulmamış bölgesi. Akarsularımız temiz ve Toros’lardan çıkıp Akdeniz’e dökülüyor. Ayrıca koyda başta lagos, sinarit, barbun, çipura, turna, mercan, sargos, fangre, akya, palamut, karides, istakoz, ahtopot, soyu tükenmekte olan fok balığı, carette kaplumbağası olmak üzere pek çok deniz canlısı yaşıyor. Burası bir akvaryum. Mersin ve Antalya’dan gelip avlananlar var” diye konuşuyor. Nükleer sözcüğünün bile yabancı turistleri kaçırmaya yettiğine dikkat çeken Yılmaz; “Çünkü uluslararası teknolojik bir terim. Nitekim 1978 yılında bir İtalyan karı kocayı gezdiriyordum. Akkuyu koyuna götürdüm. Girişteki “Nükleer Santral “yazan tabelayı görünce; “Böyle bir doğal güzelliğin mahvolmasına nasıl izin verirsiniz? diye bize çıkıştılar. Ayrıca buradaki akıntı doğudan batıya doğru. Herhangi bir sızıntı olması halinde kirlilik Antalya’ya gidecek. Kredi garantisine onay vermeyen Hazine’deki bürokratlarımızı, bu kararı aldıkları için kutluyor ve onlara teşekkür ediyoruz. Aklın yolu birdir” diyor. Avrupa ülkelerinin doğal kaynakları olmadığı için zamanında nükleer teknolojiye yöneldiğini kaydeden Yılmaz; “Onların başka seçeneği yoktu. Çünkü akarsuları az ve düz akıyor. Bizim ise güneşimiz rüzgarımız var. Nitekim Akkuyu’ya nükleer santral kurmak isteyen Siemens firması, yılın sayılı günlerinde güneş gören kendi ülkesinde güneş panelleri satarken, “güneş ülkesi”ne nükleer teknoloji ihraç etmeye çalışıyor” diyor.
Metin Yılmaz; Gelecekleri için yıllardır uzun vadeli plan yapamadıklarını anlatan Yılmaz; “Arazilerimiz satılmıyor. Çünkü nükleer santral kurulacağı için hiç kimse gelip buradan arazi almıyor. Yerli ve yabancı turistlerin hiçbiri, Akdeniz’e gelmeyecek. Burada yazlığı olanlar da bir an önce satıp kurtulmak istiyor.”diyor. TEAŞ yetkililerinin ve yöneticilerin belediye başkanlarına büyük vaatlerde bulunduğunu iddia eden Yılmaz; “İşsiz gençleri iş vaadi ile kandırıyorlar, bizim karşımıza çıkarıyorlar. Çünkü burada işsizlik oldukça yüksek. Halbuki nükleer santral buraya kurulsa bile onlar ancak çaycı olabilir. Çünkü, yabancı şirketler teknik elemanlarını dışarıdan getirecek. Gençlerimiz sadece amele olarak, inşaatında çalışabilir.” diye konuşuyor.
Mustafa Gök; Nükleer santralin kurulması durumunda 30 kilometre çapında bir dairesel alanın boşaltılacağını öne sürerek “Bunu buraya gelen hocalarımız anlattı. Biz, Büyükeceli’de doğduk ve burada ölmek istiyoruz. Ülkemizin teknolojik olarak gelişmesini ve yükselmesini isteriz ama Avrupa’nın istemediği bir teknolojiyi burada istemiyoruz. Ayrıca gelişmiş ülkeler bile nükleer atıklarına çare bulamadı. Durum böyleyken santral kurmaya kalkmak, vatan hainliğidir” diyor.
*
Akkuyu Postası; “Akkuyu Köylüleri Konuşuyor”
Bayram Yılmaz; “Biz devletten daha çok değerlendiririz oraya yapılan yatırımı. Turistik yerler yaptırırız, hazır mendirek varken marina yaptırırız. Devletin oradan kazanacağını biz devlete yıllık vergi olarak veririz. Bizi burada atomla zehirleyeceklerine bize bu şekilde iş alanı açsın. Devlet bize babalık yapacağına, iple geliyor bizi boğazlamaya. Biz burada az vatandaşsak ölüme mahkum olacağız diye bir şey yok.”
*
Greenpeace Akdeniz Ofisi’nin (13 Temmuz 1999) Büyükeceli’de yapılan halk oylaması için basın açıklaması; “Büyükeceli Belediye Başkanı Sn. Hümmet Büyük şu mesajı vermiştir, ’35 yıldır yılan hikayesine dönem bu nükleer enerji projesi yüzünden yöremiz yaşamsal bazı yatırımlardan, özellikle de turistik tesislerden mahrum bırakıldı. Kıyılarımız Akdeniz’in en güzel ve el değmemiş koylarıyla dolu. Yöre belediyeleri olarak, 2 hafta kadar önce Ankara’ya gelerek TEAŞ’a nükleer santrale karşı olduğumuzu bildirdik. Akkuyu Körfezini yabancı nükleer şirketlerin çıkarlarına kurban ettirmeyeceğimizi bildirdik.”
Yeşilovacık Belediye Başkanı Sn. Halil İbrahim Yetkin’de şu sözleri ekledi, ‘Gönenç geldikten sonra, soyu tükenme tehdidi altında bulunan Akdeniz Foku’nu Belediyemizin simgesi olarak seçtik. Bu sevimli deniz canlılarının resmi koruma altına alınmış bulunan yaşam alanlarına kirletici reaktörler inşa edilmesini izin vermeyeceğiz. Halkımız buna karşıdır ve bu durumda nükleer santral planı hayata geçirilemez.”

KAYNAKLAR:
1)Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre; “Türkiye’de Nükleer Bilimler ve Nükleer Teknoloji” Mühendis ve Makine Dergisi, Eylül 1993 Sayı: 404
2)B. Nazım Bayraktar; “Nükleer Güç Santralı kurulması ile ilgili geçmişte yapılan çalışmalar”, Uzman Enerji Dergisi, Ekim 1999 Sayı:10
3)İbrahim Günel; “Turistik enerji istiyorlar”, Radikal Gazetesi, 1 Mayıs 2000
a.g.y.
4)“Akkuyu Köylüleri Konuşuyor!”, Akkuyu Postası 3. Sayı
5)a.g.y
6)“Tepkiler 1978 yılında başlamıştı”, Nokta Dergisi 5 Kasım 1994
7)“Nükleer santral yurdumuzu süper devletlere bağımlı kılar”, Aydınlık Gazetesi, 5 Haziran 1978
8)“Enerji-Der, nükleer santralin kurulmasına karşı çıktı”, Cumhuriyet Gazetesi, 26 Haziran 1978
9)“Tüm ilerici kuruluşlar karşı çıkıyor”, Son Haber, 13 Temmuz 1978
10)“Başbakanlık, nükleer santral konusundaki Turizm Bakanlığının ortak toplantı önerisini reddetti”, Cumhuriyet Gazetesi, 17 Aralık 1978
11)“Ecevit İsveç’te karşıt gösterilerle karşılandı”, Milliyet Gazetesi, 19 Aralık 1978



NÜKLEER KARŞITI PLATFORM OLUŞUMU VE NÜKLEER KARŞITI KONGRE’LER...

1985 yılında Elektrik Mühendisleri Odası Yayın Koordinatörlüğü’ne başladığım esnada, nükleer santrallerle herhangi bir alıp/veremediğim yoktu. 1986 Nisan ayında yaşanan Çernobil Nükleer Santral faciasına kadar da, nükleer enerji ile doğrudan ilgilenmemiştim. Çernobil faciası, EMO’nı ve Elektrik Mühendisliği Dergisi’ni doğrudan ilgilendirdiği için, nükleer santraller konusunda daha önce EMO Dergisi’ne yazmış kişilerle hemen temasa geçip, yeryüzünde yaşanan en büyük nükleer faciayla ilgili yerli/yabancı dergi ve gazetelerde çıkan bütün haberleri izlemeye başladım. Bu arada daha önce nükleer santraller, 3 Mil Adası Kazası ( Three Mile Island ), Windscale Nükleer Kazası ve diğer kazalarla ile ilgili çıkmış yazıları inceleme fırsatım oldu. Çernobil Nükleer Kazası; aslında benim hayatımın da dönüm noktası, bir nevi “kazası” oldu ve kendimi bu konuya vakfetmek durumunda kaldım. Çernobil faciasını ve nükleer enerji konusunu EMO Dergisi’nde işlemek üzere; EMO’na yakın uzmanlardan; en başta da Prof. Dr. Tolga Yarman, Doç. Dr. Ömer Kuleli, Dr. Tanay Sıtkı Uyar gibi akademisyenlerden yazılar istedik, yabancı kaynaklardan çeviriler yaptık.
1986 yılında Nükleer Karşıtı Platform henüz daha oluşmamışken, ağırlıklı olarak gazetecilerden ve benim de içinde yer aldığım TMMOB çevresinden oluşan ( Tanıl Bora, Kemal Can, Levent Tavlaş, Serpil ve Faruk Bildirici, Tayfun Gönül gibi gazeteciler, Akın Atauz, Ayhan ve Nermin Çelik, Aydan Bulca Erim, Mehmet Adam gibi mimarlar vd. ) ve ülkemizde ilk “Otopark değil, Güvenpark”, “Yaya Hakları” vb. çevre eylemlerini başlatanlardan “Çevre Duyarlılığı’nı Yayma Grubu” (*) olarak; “Nükleer Silahlara ve Nükleer Enerjiye Hayır” imza kampanyasını başlattık. Bu kampanyamıza, o zamanki Halkçı Parti Milletvekilleri Fikri Sağlar ve Cüneyt Canver büyük destek vermiş, toplantılarımıza katılmışlardı. Ağırlıklı olarak Ankara’da ve az sayıda başka şehirde yapıldığı için, kampanya çok yaygınlaşamadı. Toplanan 3000 civarında imza, 5 Haziran 1986 Çevre gününde Meclis’e sunuldu. Bu kampanya çerçevesinde, EMO’da Çevre Duyarlılığı’nı Yayma Grubu olarak Nükleer Santraller üzerine çeşitli tartışma toplantıları düzenledik. Ancak EMO’dan yeterince destek bulamadık.
Nükleer santrallerle ilgili okuyup-öğrenmeyle başlayan kişisel serüvenime, daha sonra EMO Dergisi’nde yazarak devam ettim. EMO’nın o dönemki yönetimleri; nükleer santraller konusunda çok net görüşlere sahip olmadıkları için, benim nükleer karşıtı yazılarım; hem Oda Yönetimi’nde hem de Dergi Yayın Kurulu’nda rahatsızlık yarattı. Bu nedenle, uzun bir süre Oda’dan ve EMO Dergisi Yayın Kurulu’ndan uzak durdum.
AKKUYU’NUN HABERCİSİ ALİAĞA; “İLK BÜYÜK ÇEVRE ZAFERİ”...
Aliağa Termik Santraline karşı yürütülen kampanya çerçevesinde; Yeşiller Partisi, SOS Akdeniz Bürosu (= Savaş Emek), Bakırçay Belediyeler Birliği ve TMMOB İzmir İl Koordinasyon Kurulu tarafından, 27-28 Ekim 1989 tarihlerinde Burhaniye-Ören’de düzenlenen Alternatif Enerji Kaynakları Toplantısı’na bir tebliğ sunmam istenmişti. Gidemedim, ancak tebliğimi yolladım. Bu tebliğler SOS Akdeniz Bürosu tarafından 1990 yılında kitap olarak yayınlandı. Bu tebliğimi, daha sonra 1991 tarihinde, İskenderun Çevre Derneği tarafından düzenlenen ve ilk kez konuşmacı olarak katıldığım bir panelde sunma fırsatım olmuştu.
90’lı yılların başında Gencelli-Aliağa Termik Santrali mücadelesi hızlanınca, tekrar Oda’yla yakınlaşıp, Oda ve EMO Dergisi aracılığıyla bu mücadeleye destek olmaya çalıştım. O dönemde henüz tanışmadığım Savaş Emek; arka planda bir yandan Yeşiller Partisi, bir yandan da S.O.S. Akdeniz olarak Aliağa mücadelesini olgunlaştırıyor ve yönlendiriyordu. O zamanlar Yeşiller Partisi İzmir İl Başkanı olan Savaş Emek; “Aliağa’ya burada yaşayan insanlara rağmen santral yapılamaz. 6 Mayıs’tan sonra uzaktan bakanlar da bunu görecekler” diye medyada konuşmuş ve TMMOB İzmir İl Koordinasyon Kurulu Sekreteri Fasih Kutluay da; “Mühendis ve Mimarlar oluşturulacak insan zincirinde bilim ve teknolojinin insanlık yararına uygulanması için en güçlü halkayı oluşturacaktır” demişti (1). O dönem EMO Başkanı olan Teoman Alptürk, bu mücadeleye doğrudan destek verdi. Hatta 6 Mayıs 1990 tarihinde Türkiye’nin en kalabalık ( 50 bin kişinin katıldığı: “6 Mayıs’ta El Ele, İzmir’den Gencelli’ye” ) insan zincirinde; İzmir Belediye Başkanı Yüksel Çakmur ve Teoman Alptürk ile elele tutuşmuştum. Aslında Savaş Emek ve Yeşiller Partisi’nden arkadaşları zaten işi bitirme noktasına getirmiş, bizler de yalnızca onların bu coşkusuna ve zaferine destek için İzmir’e gitmiştik. Türkiye’nin o güne kadar ki gelmiş-geçmiş en büyük çevre eyleminden sonra, hükümet geri adım atmış ve Aliağa Termik Santral projesinden vazgeçildiğini kamuoyuna “resmen” ilan etmişti. Bu ülkemizde çevrecilerin, yeşillerin ve sivil toplum güçlerinin kazandığı en büyük “ilk çevre zaferiydi”.
Akkuyu Nükleer Santral projesi için 1980 sonrası ilk eylem ise; Silifke Belediyesi ve Yeşiller Partisi tarafından 16 Aralık 1990 günü “Nükleer Enerji ve Sonrası” paneli ve sonrasında yapılan protesto yürüyüşü ile tekrar başladı. “Seka’ya Alışamadık, Atom Santralına Asla” pankartıyla yürüyenler arasında bulunan Silifke Belediye Başkanı Feyyaz Bilgen, gazetecilere; “Çoluğumuz, çocuğumuzla gereken her türlü eylemi yapacağız ve nükleer canavara teslim olmayacağız” açıklamasını yaptı.

AĞAÇKAKAN; “KAKMAYA” BAŞLIYOR...
1990 yılından itibaren Savaş Emek ile telefonla, mektupla ve faksla sıkça haberleşmeye başladık. Savaş’ın kafasında ekolojist bir dergi projesi ve nükleer karşıtı bir kampanya vardı. Bu iki projeyi yavaş yavaş yakın çevremize yaymaya, bu projelerin desteklenmesi ve ucundan tutulması için başka “gönüllüler” aramaya başladık. Özellikle Yeşiller Partisi üyeleri, eko-sosyalistler ve yeni yaygınlaşmakta olan çevre dernekleri bu projelere ilgi gösterdiler.
1992 yılında dergi projesi iyice olgunlaşmaya ve netleşmeye başladı. Derginin adı, kimlerin yazacağı, hangi tip yazıların yer alacağı, dosya konuları, yönetimsel ilkeleri ve mali boyutu belirlendi. Bu çerçevede öneriler, katkılar ve abonelik çalışmaları hızlandı. Ve “Nükleer Balayı” dosyasının yer aldığı Ağaçkakan’ın ilk sayısı Eylül 1992’de İzmir’de yayınlandı. Ağaçkakan Ekolojist Dergi; 2001 yılı ortalarında yayınlanan 38. sayısıyla ve artık tamamen Savaş Emek’in kişisel maddi katkısı ve büyük özverisiyle yayın hayatına devam ediyor. Ağaçkakan Ekolojist Dergi; her türlü eksikliği-yanlışlığı ve zaman zaman “maksadını“ aşan yazıları barındırmasına rağmen; ülkemiz yeşil hareketin, özellikle nükleer karşıtı hareketin oluştuğu, beslendiği, şekillendiği, yönlendiği bir “okul” olma misyonunu fazlasıyla yerine getirmiştir ve getirmektedir. Ağırlıklı olarak nükleer karşıtı yazıların ve eylemlerin anlatıldığı dergi; 1992 yılından bugüne kadar nükleer karşıtı hareketin “çetelesini” tutma görevini de, “mütevazi” bir şekilde sürdürmektedir. Bu anlamda Ağaçkakan (bu arada 8 sayı yayınlanabilen “Akkuyu Postası”nın da hakkını teslim ederek); anti-nükleer tarihimizde, temel bir köşe taşıdır ve kendi hikayesi; ayrıca araştırılıp, yazılmalıdır.
Renksiz, albenisiz, en fazla 100 abonesi ve tüm Türkiye’de toplam 100-250 okuyucusu olan Ağaçkakan Ekolojist Dergisi (bana göre biraz Birikim Dergisi’nin ekolojist versiyonu gibi geliyor), daha çok çevreci-ekolojist cenaha hizmet eden, biraz kapalı devre ve yoğun teorik yazıların yer aldığı bir yayın gibi gözüküyor. Ancak Ağaçkakan’ı bazı etkin nükleer lobi üyeleri ve TEAŞ’daki ilgili kişiler de izliyor. Ağaçkakan; bu çevrelerce Nükleer Karşıtı Platformun yayın organı gibi algılanmakta ve bu manada da ayrıca önemli bir “yan” işlev görmektedir.
Ağaçkakan’ın yayınlandığı Eylül 1992 ayında, ilginç bir tesadüf olarak Greenpeace Örgütü, İzmir’de “Nükleere Hayır” pankartlarıyla Türkiye’deki ilk doğrudan eylemlerini başlattı. 9 Eylül günü Sirius Gemisi’nde “Greenpeace; nükleer güce karşı çıkan Türkiye’deki dostlarını desteklemektedir” diyerek ilk Türkçe basın bildirilerini dağıttılar.

NÜKLEER KARŞITI PLATFORM DOĞUYOR..
SOS Akdeniz Aylin Gençoğlu imzasıyla 28 Aralık 1992 tarihinde gönderilen mektup ve Ağaçkakan’ın 1993 Ocak sayısında; ANTİ NÜKLEER KAMPANYA’YA HAZIRLANIN! çağrısıyla birlikte yayınlanan; “Türkiye’de tam bir milyon insan; nükleer enerji... hayır! İstemez, teşekkürler demiş” yazımla, nükleer karşıtı kampanya “resmen” ilan edilmiş oldu. Yazı özetle şöyle idi;
“Ne dersiniz, mümkün olabilir mi sizce? En azından denemeye değer diyorsanız, o halde gelin 1993 yılında top yekun; oldukça uzun, birazcık zahmetli, hatta belki de birazcık zor, ama bir o kadar da umut dolu, coşkulu, tamamen hayati bir taleple bir kampanya yürütelim hep birlikte... Bilinen/bilinmeyen, açıklanan/açıklanmayan onlarca Çernobil’lerin, yüzlerce Üç Mil Adaları’nın bir daha olmaması, Karadeniz’de bebeklerin sakat doğmaması, insanların kanser, lösemi olmaması, devlet büyüklerimizin yalan söylemek zorunda kalmamsı için; bütün gücümüzle, her şeyimizle, her şeye rağmen güzel ülkemizde gözü kapalı, inatla ve zorla yapılmak istenen nükleer santrale hayır diyelim, kurulmasına izin vermeyelim. Gelin sizler de fikir verin, omuz verin, bir ucundan tutun bu kampanyanın... Partilisi/partisizi, SHP’lisi/RP’lisi, sağcısı/solcusu, ateisti/müslümanı, işçisi/işvereni, köylüsü/kentlisi, örgütlüsü/örgütsüzü, kadını/erkeği, yaşlısı/genci, entellektüeli/entellektüel olmayanı yani tüm insanlar, Türkiye’de yurttaşların istemediği nükleer santralleri yaptırmayalım. En fazla katılımlı, yoğun, sabırlı, aktif ve şenlikli bir kampanyayla 1.000.000. imza toplayalım. Hedef tam bir milyon imza. Lütfen biraz gayret...
Çünkü, “Bugün aktif olmak, yarın radyoaktif olmaktan daha iyidir. Her şey sonunda size bağlı.”
13 Ocak 1993 günü, Silifke’de halktan, farklı meslek grupları ve çeşitli politik görüşlere bağlı kişiler tarafından “Akkuyu Nükleer Santraline Karşı Mücadele Grubu” adı altında bir çalışma komitesi kuruldu. Çalışma grubu ilk gün yöreden 300 imza topladı ve bir dizi önemli karar aldı:
“1- Adı her ne kadar “Akkuyu Nükleer Santrallerine Karşı Mücadele Grubu“ olsa da bu grup temelde tüm nükleer enerji merkezlerine karşıdır.
2- Savaşım, acil çözüm gerektiren bir takım sorunlar nedeniyle grup kimliğinde oluşmuştur, ileride dernekleşecektir.
3- Yerel bazda kaymakamlığa, Taşeli havzasındaki tüm belediyelere, meslek odalarına, klüplere, sendikalara, tüm demokratik kitle örgütlerine ve kooperatiflere ulaşılması planlanmıştır.
Bölgesel bazda Doğu Akdeniz Çevre Koruma örgütlerine ulaşmak ve desteklerini almak planlanmıştır.
Uluslararası çevre örgütleri ile iletişime geçilecektir.
Yerel bazda bir imza kampanyası başlatılmış ve ilk günden 300 imza toplanmıştır.
Afiş, broşür, pankart gibi görsel materyallerle olayın halka duyurulmasına karar verilmiştir.
Akkuyu çevresindeki köylerle birebir iletişim kurulacaktır.
Çevre örgütlerinin katılımı ile bir panel düzenlenecektir. Tüm bunlara ek olarak duyarlı olan herkesin katılacağı aktif eylemler planlanmaktadır.”
Bu tarihlerde SOS Akdeniz ve Ağaçkakan’dan çevre derneklerine, sendikalara, gönüllü kuruluşlara fakslar, mektuplu çağrılar gönderildi. İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya, Adana, Zonguldak, Bursa, Mersin’de nükleer karşıtları çoğalmaya ve nükleer karşıtı kampanya yapmak üzere buluşmaya başladı. Böylece “Nükleer Karşıtı Platform”lar doğmuş oldu.
İstanbul’da 31 Ocak 1993 tarihinde Mülkiyeliler Birliği’nde Gazeteci Altan Öymen, Prof. Dr. Celal Ertuğ, Prof. Dr. Metin Sözen, Mimar Oktay Ekinci ve Gazeteci Timur Danış’ın konuşmacı olduğu “Yeşiller” konulu bir toplantıda söz alıp; “dünyada yeşil hareketin anti-nükleer hareketten doğduğunu, ülkemizde de böyle olması gerektiğini, önceliğin nükleer santral mücadelesine verilmesinin önemini” dile getirmiştim. Bu görüşlerim toplantıda epeyce destek buldu. Özellikle Timur Danış, bu öneriyi daha sonra her platforma taşıyıp, yaygınlaşmasına katkıda bulundu.

NÜKLEERCİLERLE İLK RAUND...
13 Şubat 1993 tarihinde İzmir’de ilk kez nükleerciler ve nükleer karşıtları, Makine Mühendisleri Odası’nca düzenlenen “Nükleer Santraller; Kaygılar ve Beklentiler” panelinde kozlarını paylaştılar. Bu karşılaşma biraz kavgalı ve gürültülü oldu; “Arif Künar sabahki oturumda tebliğini sunarken, nükleerciler iyiden iyiye homurdandılar. Ama en ilginç olanı, Teoman Alptürk’ün TMMOB Başkanı olarak değil de, TEK Daire Başkanı olarak konuşması ve Arif arkadaşımızın konuşmasına dayanamayıp, kürsüye fırlamasıydı. İzleyiciler şaşırdılar, Teoman Alptürk’ü ilk kez böyle görüyorlardı. Ama yıllardır söylüyoruz, kimseye dinletemedik, termik santral yaptırmayacaksınız, nükleer de yapılmayacak, peki elektrik mühendislerini ne yapacaksınız: ‘tarlalara domates toplamaya mı göndereceksiniz? “ (2).
24-27 Mart 1993 tarihlerinde gerçekleştirilmek üzere “Radyoaktif olmamak için aktif olalım! Nükleer gezi; Silifke’yi, Akkuyu’yu son kez görmemek için, hem eylem hem eğlenelim mi?” çağrısı, Ağaçkakan’ın Mart 1993 sayısında yapıldı. Bu çağrıyla da; ilk büyük Akkuyu çıkartması başlatılmış oldu. “26 Mart 1993 günü saat 10.30’da çevreciler ( 250 kadar ) balıkçı tekneleriyle Taşucu’ndan Akkuyu yönüne doğru demir aldılar. Daha sonra grup Akkuyu Nükleer Santralı alanına vardı. Bu arada Yeşilovacık’tan kalkan bir grup balıkçı da çevrecilere katılarak destek verdi. Çevrecilerin karaya çıkmasıyla, mendireğin duvarları ve beton blokların üzeri bir anda birçok dilden yazılmış anti-nükleer sloganla doldu. Santral bölgesine doğru döviz ve pankartlarla da yürüyüşe geçen çevreciler, santral alanında yerlere yatarak, nükleer santrallerin olası sonuçlarından ölümü simgelediler. Tüm bunlar olurken, TEK mensubu bir grup görevlinin olayı uzaktan bir süre izlediği gözlendi. Etkinlik programının son gününde saat 11.00 sularında Özgürlük Meydanı’nda Türkiye’nin dört bir yanından gelen çevreciler toplanmaya başladılar. Yeşilovacık ve Taşucu Belediye Başkanları da bin kadar protestocunun arasındaydı. Yürüyüş sonrası yapılan panele; İçel Milletvekilleri İstemihan Talay ve Aydın Güven Gürkan izleyici, konuşmacı olarak ise Tolga Yarman, Ünal Erdoğan, Leziz Onaran ve Savaş Emek katıldı” ( 3 ).
26 Nisan 1993 tarihinde, İnsan Hakları derneği İstanbul Şubesi ve Balıkçılar Derneği’nce düzenlenen, “Çernobil Suçluları Yargılansın” mitingine 5000 civarında insan katıldı. Şimdiki Doğa Savaşçıları’nın başkanı olan Murat Çetin’in de bir konuşma yaptığı miting, en büyük katılımlı çevre mitinglerinden biri olmuştıu o dönemde.

1. NÜKLEER KARŞITI KONGRE’YE DOĞRU...
Önceleri 5 Haziran ve 1 Eylül’de yapmayı planladığımız Nükleer Karşıtı Kongremizi; TEK’un, 7 Nükleer Santral firmasını 22.10.1992 tarihli bir mektupla ihaleye davet etmesi ve bunu kamuoyuna kabul ettirmek için, 20-25 Ekim 1993 tarihlerinde Makine Mühendisleri Odası tarafından Ankara’da yapılacağı ilan edilen “Uluslararası 1. Nükleer Teknoloji Kongre” girişimleri üzerine, bizler de aynı tarihlerde “Nükleer Karşıtı Kongre” yapma fikrini geliştirmeye başladık. “Nükleer Karşıtı Kongre” için benim imzamla gönderilen 2. çağrı mektubunda şunlar yazıyordu;

“Ülkemizde ilk kez 30’a yakın gönüllü kuruluşun, yurttaş inisiyatiflerinin, sivil kurumların gerçekleştireceği ’Nükleer karşıtı Kongre’ için ilk çağrımız Ağaçkakan Dergisi’nin 9/10. sayısıyla sizlere ulaşmıştı. Bu çağrıdan sonra İstanbul, İzmir, İskenderun, Osmaniye, Adana, Silifke, Ankara’daki gönüllülerle yapılan görüşmeler sonucunda; Kongre tarihinin 16-17 Ekim 1993 tarihinde Ankara’da yapılmasının daha uygun olacağı kararına varıldı. 11-17 Ekim 1993 tarihleri arasını da ‘Nükleer Karşıtı Hafta’ olarak ilan ettik. Bunun esas nedeni; 12-15 Ekim 1993 tarihleri arasında yapılacak olan devlet destekli Makine Mühendisleri Odası’nın gerçekleştireceği ‘Nükleer Teknoloji Kurultayı’nın alternatifini ve cevabını akabinde oluşturmak düşüncesinden kaynaklandı. Pratik ve pragmatik nedenleri ise; kendi kongremizin hazırlıkları için biraz daha zaman kazanmak, henüz ulaşamadığımız kuruluşlara ulaşmak ve medyanın konuya ilgisinden biraz daha fazla yararlanabilmek, ayrıca hem onların hem de bizim kongreye katılmak isteyenlere fırsat yaratmak...
Kampanyamızın hedeflediği 1 Milyon imzaya ulaşamasak ta (sanırım 150-200 bin civarındayız henüz) çok çeşitli etkinliklerle, söyleşilerle, yürüyüşlerle, imza kampanyasıyla kamuoyuna ulaşmaya çalıştık. Fakat sesimizi pek fazla duyuramadık. Bu nedenle bu kongreyi ve haftayı var gücümüzle, olabildiğince renkli, coşkulu, katılımlı, keyifli ve etkin bir hale dönüştürmemiz lazım.
Kuşkusuz bu kongreyi hep birlikte tasarlayıp, yaratmamız en güzeli, en sağlıklısı olacaktır. Sizlerle her şeyi, hep birlikte oluşturmak istiyoruz. Biraz daha hızlı ve somut adımlar atalım düşüncesiyle önerilerimizi (**) sunuyoruz.
1. Kongre’nin tertip komitesini oluşturmak için 20 Ağustos’a kadar mümkünse her gönüllü kuruluştan bir, iki kişi katılımcı olsun istiyoruz.
2. Kongreye katılan her gönüllü kuruluşa 5 dakikalık kısa bir konuşma imkanı tanınabilir.
3. Kongreye her kuruluştan kaç kişinin katılacağının ve kaç gün kalacağının bilgisi en geç 10 Eylül’de bizlere bildirilirse; misafirhane, ucuz konaklama ve yemek gibi diğer işlerle ilgili ayarlamalar yapılacaktır ( Kongreye yurtiçinden katılacak olan arkadaşlar, konaklama vb. masraflarını kendi imkanları ile karşılayacaklardır ).
4. Kongre yeri için park ya da açık hava alanları düşünülmüşse de; yağmur ihtimaline karşın bir kapalı salon ( Altındağ Belediyesi’nin mesela ) ayarlamaya çalışacağız.
5. En önemli hususlardan birisi de, kongre masrafları ve bunun nasıl karşılanacağı? Bunun için kaçınılmaz olarak tüm katılımcı grupların belli bir miktar para göndermesi gerekiyor. Bu para asgari grup, dernek başına 2,5 Milyon T.L. olsun, daha oturmuş ve maddi olanakları yeterli olan kuruluşlar ise kendi belirleyecekleri miktarlarda bağışta bulunsun. Belirlenen asgari parayı veremeyenler de, ne kadar katkıda bulunacaklarını lütfen acilen bildirsinler. Bu paraları mümkün olan en kısa zamanda S.O.S. Akdeniz Bürosu’ndan Aylin Gençoğlu’nun kongrenin giderleri için kullanılacak hesabına yatıralım. Toplanan bu paralar; kitapçık, broşür, afiş, gazete ilanları, rozet, tişört, kırtasiye giderleri, yabancı katılımcıların, gelen müzik gruplarının masrafları için harcanacak. Ve harcama dökümü bütün gruplara daha sonra bildirilecektir ( *** ). Tüm katılımcı grupların para işini ihmal etmemeleri ve biran önce üstlerine düşen miktarları göndermeleri, kongrenin selameti açısından hayati ve zorunludur. Bu işle SOS Akdeniz ve Doğu Akdeniz Çevrecileri ( DAÇE ) görevlidir.
6. Kongre maliyetlerini mümkün-mertebe azaltmak üzere, özel imkanları olanları (mesela; dizgici, matbaacı, kağıtçı, fotokopici, serigrafcı olanlar veya ilişkisi olanlar, Ankara’da mesleki örgütlerin misafirhaneleri, salon imkanlarını kullanabilecekler ve geniş duyuru için ellerinde gönüllü kuruluşların adreslerine sahip olanlar, yazar, çizer, gazeteciler, bu konuya duyarlı aydınlar, yurtdışındaki gruplarla ilişkisi olanlar, kongreye her türlü maddi-manevi katkı koymaya, katılmaya ikna edilmelidirler.) harekete geçirmeliyiz. Lütfen herkes neyi, nasıl, ne kadar yapabilir, kimleri hangi olanakları kanalize edebilirse bize bilgi versin ve bunlardan yararlanmaya çalışalım.
Oluşan Nükleer Karşıtı Platformlar, bulundukları her yerde; standlar açıp imza toplamaya, broşür, afiş, çıkartma ve rozetler bastırıp satmaya, yapılan harcamalar ve daha sonra yapılacak olan Nükleer Karşıtı Kongre için para biriktirmeye başladılar. Üniversitelerde, İstanbul Beyoğlu, Ortaköy, Ankara Yüksel Caddesi, Kuğulu Park, İzmir Alsancak, Antalya Kaleiçi gibi şehir merkezlerinde, Silifke, Taşucu, Mersin, Tarsus, Osmaniye, Adana, İskenderun, Hatay, Bursa, Eskişehir, Zonguldak gibi birçok il-ilçede, renkli ve medyatik toplantılar, imza kampanyaları yapıldı. Gaz maskeli, gitarlı-saksafonlu, iskelet, kefen ve Azrail giysili, helvalı, zincirli, balonlu protesto gösterileri gerçekleştirildi. Her platform becerisi, olanağı ve zamanı ölçüsünde, “kendi tarzıyla” çok hoş, ilginç, renkli kampanyalar yarattı ve bunlar yerel basında geniş yankı buldu. 1993 Temmuz ayında “Nükleer Santrale Hayır-İstanbul”; hazırladığı metni tüm milletvekillerine, siyasi partilere, Başbakan ve Cumhurbaşkanı’na, üniversite rektörlerine, Basın ve STKlara gönderdi. Bu etkinlikleri, kendi aramızda fakslarla, telefonlarla ve Ağaçkakan Dergisi aracılığıyla aktarmaya ve daha da yaygınlaştırmaya çalıştık. Nükleer Kampanyaya ve Nükleer Karşıtı Platformlara her geçen gün katılım ve ilgi artmaya başladı. Hemen hemen bütün haber, edebiyat, meslek, aktüel, mizah, çevre, müzik, üniversite ve çeşitli marjinal dergilerde kampanya duyuruları geniş yer aldı, desteklendi. Giderek ulusal basında ve televizyonlarda da kampanya haberleri çıkmaya başladı. Özellikle Cumhuriyet, Aydınlık, Siyah Beyaz ve Milliyet Gazeteleri bu kampanya ile ilgili daha çok haber yapmaya başladılar.
Bu arada kongre alt yapı çalışmalarımızı daha sağlıklı olarak sürdürebilmek için, Nükleer Karşıtı Platform’un Sekreteryalığını Disk-Dev. Maden Sendikası, daha doğrusu bu Sendika’nın Başkanı Tayfun Görgün üstlendi. Ve bu Sekreterya aracılığıyla, kongreye katılım için tüm kuruluşlara “resmi” çağrılar gönderilmeye başlandı. Kongre ve konserler için yer arayışlarına ve izin başvuruları yapacak tertip komitesi adaylarını aramaya başladık. Özellikle NÜSED sayesinde, o zamanki Kültür Bakanı Fikri Sağlar’ın Müsteşarı olan Prof. Dr. Emre Kongar ile görüştük. Ancak bize pek yardımcı olmadı. Yine NÜSED’in Altındağ Belediyesi ile olan ilişkileri sayesinde, hem Yunus Emre Kültür Merkezi’ni hem de Altınpark Konser yerlerini ücretsiz olarak kullanma iznini aldık. Ayrıca Kongre günü gelecek olan konuklara öğlen verilmek üzere sandoviç ve ayran’dan oluşan basit bir kumanyayı da Altındağ Belediyesi karşılayacaktı. Nükleer Karşıtı Hafta süresince ve en az 10 gün öncesinden başlayarak; bütün resmi yazışmalarımızı, faks ve telefonlarımızı, buluşma ve toplantılarımızı Dev. Maden Sen’in Merkezi’nde yapmaya başladık. Başta Tayfun Görgün ve diğer Sendika yöneticileri olmak üzere gerçekten her türlü angaryayı üstlenerek, esasında sendikal olmayan bu faaliyetler konusunda bütün maddi-manevi olanaklarını seferber ettiler. Özellikle Kongre için gelen ve parası olmayan bazı arkadaşlarımızın; barınmalarından, yemeklerine kadar ilgilendiler. Daha sonra zaten bu aktif faaliyetlerinden ötürü, Disk’e bağlı Yeraltı Maden-İş Sendikası’nın hışmına uğradılar.
Düzenlemiş olduğumuz Hafta ve Kongre için Ağaçkakan ve SOS Akdeniz; kendi olanaklarıyla İzmir’de afiş, kartpostal, broşür bastırmış ve getirmişti. Dev. Maden Sen, Oleyis, Genel-İş, Yeni Haber-İş gibi sendikalar ve yine Aynur Tuncer vasıtasıyla tanıştığımız Ankara’nın en büyük reklam ajanslarından Öykü Ajans; hem afiş tasarımlarını hem de binlerce afiş, broşür, davetiye, konser bileti basımını üstlendiler. Gelen konuklarımız için; Çankaya Belediyesi 5 gün süreyle 40 kişilik oda, bazı sendikalar da misafirhanelerinde yatak verdiler.
Nükleer Karşıtı Kongre Tertip Komitesi için; Çevre Mühendisleri Odası’ndan, Sendikalardan, NÜSED’den, Nükleer Karşıtı Platform adına Nesrin ve benden oluşan 7 kişilik bir heyetle Ankara Valiliğine başvurduk. Tertip Komitesi Başkanı olarak beni Emniyet Genel Müdürlüğü Dernekler Şubesi’ne çağırarak, bu kongreyi neden yaptığımız ve bunu düzenleyenlerin kimler olduğunu sordular. Biraz sohbet ettikten sonra (onlar da nükleer karşıtı oldular tabi ki), büyük olasılıkla kongre için izin alabileceğimizi söylediler. Ancak Kongre iznini verene kadar, bir kaç kez beni evden gazeteci gibi arayıp (Hatta, bir sabah “Ben Sabah’tan Selami ve Hürriyet’ten Muhabir Oktay” olarak arayan aynı kişiye; “memur bey neyi merak ediyorsanız size anlatayım” demiştim.) gerçek niyetimizi ve bizlerin kim olduğunu birkaç kez daha röportaj yapıyormuşçasına sordular. Sonunda izinlerimizi aldık. Hemen bir davetiye bastırarak, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Tansu Çiller dahil tüm resmi erkan ve parti başkanlarını kongremize davet ettik. Kongre öncesinde, katılmayacağını yazıyla bildiren tek kuruluş’un TMMOB olması hepimizi hem çok şaşırttı hem de üzdü. 21.09.1993 tarihli TMMOB Genel Sekreteri Alpaslan Ertürk imzalı yazı şöyle idi;
“Birliğimiz, bünyesindeki ihtisas odalarıyla nükleer teknolojiyi ve Ülkemizde kurulması olan nükleer santralleri değişik boyutlarıyla değerlendirme sürecindedir.
Özellikle nükleer enerji üzerine 1979 yılında yayınlamış olduğumuz ‘Nükleer Enerji Raporu’ günümüz nükleer enerji karşıtlarının başucu kitabı olacak niteliktedir.
Ancak aradan geçen yirmi yıla yakın süre ve değişen dünya koşulları önyargısız bir biçimde ele alınmasını zorunlu kılmaktadır.
Kimya, Fizik, Çevre, Makine, Maden, Jeoloji, Jeofizik, Metalurji ve Elektrik Mühendisleri Odaları tarafından yürütülmekte olan ‘Nükleer Enerji Raporu’ çalışması önümüzdeki günlerde son şeklini alacaktır.
‘Devlet güdümlü,.....sonucu şimdiden belli olan.....Kurultay......’ önyargılarına düşmeden 12-15 Ekim 1993 tarihleri ararsında yapılacak ‘Uluslararası Nükleer Enerji Kurultayı’na katılmanız dileğiyle, önyargılı olarak düzenlenmiş Platformunuz ve toplantılarına katılmayacağımızı bildiri, saygılar sunarız.”
Özellikle Nükleer Karşıtı Platform-Ankara ve Nükleer Karşıtı Kongre Sekretaryası olarak alt yapı hazırlıklarımızı hemen hemen tamamlamıştık. Hafta öncesi Nesrin, Yunus, Hatice, Fatma, Tayfun, Erdoğan, Aynur, Savaş, Hilmi, Timur, Oktay Demirkan, Ayşe, Bilge, Rüştü vd. Dev. Maden Sen’da adeta “karargah” kurdular. Hem organizasyon için gerekli tüm hazırlıkları toparlamak hem de medyaya sürekli haber hazırlamak üzere çalışmalara başladılar. Toplanan imzaların sayımı ve Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na verilmesi için randevu talebi, konserlerin ses düzeni, biletlerinin satışı, kongre salonunun düzeni, Yüksel Caddesinde yapılacak etkinliklerin organizasyonu, basın bültenlerinin hazırlanması, pankartların, afişlerin dağıtımı, misafirlerin kalacak yerlerinin ve yemeklerinin ayarlanması, İstanbul’dan bisikletle gelen 5 kişilik Yeşil Bisiklet Grubunun ve yürüyerek gelen “yürüyen adam” Timur Danış’ın karşılanması vd. gibi birçok konu için işbölümleri yapıldı. Bu konularda Savaş Emek’in “solculuk, örgütçülük, organizatörlük, particilik, Aliağa Mücadesi” birikimleri işleri epeyce kolaylaştırmıştı.
Timur Danış, Nükleer Karşıtı Haftaya ve Kongre’ye destek olmak için 12 gün süren İstanbul’dan Ankara’ya yürüyüşünü 10 Ekim 1993 günü bitirdi. Kendisini Nükleer Karşıtı Platform gönüllüleri ve 50 arabalık Wolkswagen Sevenler Derneği konvoyu karşıladı.11 Ekim saat 10:00’da, İnşaat Mühendisleri Odası toplantı salonunda geniş katılımlı bir basın toplantısıyla etkinliklerimizin programını-amacını kamuoyuna anlattık. Böylelikle Nükleer Karşıtı Hafta başlamış oldu. Hafta boyunca Yüksel Caddesinde standlar açıldı ve imza toplanmaya devam edildi. Leman Dergisi’nden Vedat Özdemiroğlu, Kemal Aratan ve Arslan Özdemir, Metin Üstündağ kitaplarını imzaladılar, nükleer santraller konusunda çeşitli sohbetler yaptılar. Can Tiyatro Şenliği Oyuncuları, nükleer santralleri konu alan “Umut” adlı oyunlarını sokakta sergilediler. Azerbaycanlı bir grup, sihirbazlık gösterileri yaptı. Akşamları “Türkçe Rock Nükleer Teknolojiye Karşı” konserleri devam etti.
Yıllık iznimin bir haftasını, Nükleer Karşıtı Hafta etkinliklerinin organizasyonuna harcamak üzere almıştım. Ben ve Melda, 12-15 Ekim 1993 tarihlerinde TEK Toplantı Salonunda yapılmakta olan “1.Uluslararası Nükleer Teknoloji Kongresi”ne katılma ve burada bir stand açma görevini üstlendik. Bizim standın yanısıra, diğer nükleer santral firmalarının da standları vardı. . Bu arada ilk kez Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre, Prof. Dr. Nejat Aybers ve Prof. Dr. Osman Kemal Kadiroğlu ile tanışıp, bolca tartıştık. Kongre boyunca Melda ve ben, sürekli olarak Prof. Dr. Osman Kemal Kadiroğlu ve öğrencilerinin sözlü hücumuna uğradık. Günde toplam en az 30-40 kişi olmak üzere, aynı anda 3-4 kişi ile sürekli tartışmak zorunda kaldık. Prof. Dr. Kadiroğlu, akşamları “durum değerlendirmesi” yaparak, öğrencilerine yeni argüman ve taktikler verip, ertesi günü tekrar üzerimize gönderiyordu. Bu toplantılara katılan Enerji Bakanı Veysel Atasoy’a, Ağaçkakan Dergisi ve anti-nükleer broşürleri verme fırsatımız oldu. Uluslararası Nükleer Teknoloji Kongresi’ni gazeteci olarak izlemek isteyen Timur Danış’ın başına ilginç olaylar geldi. Yine Kongreye alınmayan ve açtıkları pankartla kongreyi protesto eden Yeşiller Partisi’nden Ayşe Tosuner ve Bilge Contepe medyada geniş yer aldı. Melda ile bu nükleercilerin kongresinden akşam olunca çıkıp, yorgun-argın, bazen moralimiz bozuk bir halde olup/biteni arkadaşlarımıza aktarıyorduk. Hemen Savaş ve diğer arkadaşlar, ertesi gün basına verilmek üzere, nükleercilere cevap metni hazırlıyorlardı.
Nihayet 16 Ekim Cumartesi günü “büyük gün geldi” ve Nükleer Karşıtı Kongremiz sabah 10:00’da başladı. Hepimiz gerçekten çok heyecanlıydık; acaba nasıl bir katılım olacak, hangi kuruluşlardan, derneklerden kaç kişi gelecek diye. Birkaç gün önceden pankart ve afişlerle donatılan Kongre salonu, Ankara dışından ve Türkiye dışından gelen konuklar dolmaya başladı. Kongremize kendi olanakları ile Greenpeace İspanya’dan, Almanya BUND Çevre Derneği’nden, Yunanistan SOS Akdeniz Derneği’nden Ve Kuzey Kıbrıs Yeşil Barış Derneği’nden temsilciler katıldı. Bir çoğu birbirini tanımayan ve yeni bir araya gelen, belki de Ülkemizde ilk kez bir formal bir örgüt, parti ya da herhangi bir kuruluş organizasyonu olmadan yalnızca bir imzalı bir mektup çağrısıyla; nükleer santrallere karşı durmak için bu kongreye katılan yaklaşık 200 kişi ve temsil ettikleri 50 kuruluş büyük bir coşku yarattı salonda.
Tertip Komitesi Başkanı olarak, 5 gün boyunca izlediğim Uluslararası Nükleer Teknoloji Kongresini ve nükleer lobileri eleştiren heyecanlı bir konuşmayla, Nükleer Karşıtı Kongremizin açılışını yaptım. Kongremize katılamayan ama gönlü bizlerle olan bazı milletvekillerinin, birçok kuruluşun, kişinin kutlama telgraflarının yanısıra, Başbakan Tansu Çiller ve Yardımcısı Necmettin Erbakan’ın Kongremize yolladığı başarı mesajları salonda gülüşmelere yol açtı.
Sabah oturumunda Prof. Dr. Tolga Yarman, Prof. Dr. Leziz Onaran, Doç Dr. Tuncay Neyişçi ve EMO eski Başkanı Ünal Erdoğan’ın katıldığı bir panel yaptık. Toplantımıza ara vermeden öğlen kumanyalarımızı yiyerek hem Greenpeace’in nükleer kazalar ve Çernobil ile ilgili filmlerini izledik hem de panele devam ettik. Divan Başkanlığı ve Kongre Sonuç Bildirge Komisyonu Başkanlığı için Oktay Demirkan’ı seçtik. Seçiş o seçiş oldu; 7 yıl boyunca yaptığımız tüm Nükleer Karşıtı Platform toplantılarında ve Akkuyu Şenlikleri ertesinde yaptığımız değerlendirme toplantılarında hep Divan Başkanı ve/ya yazman istisnasız Ecz. Oktay Demirkan ve yardımcısı da genellikle Dr. Umur Gürsoy oldu. Öğleden sonra, Kongreye katılan hemen hemen tüm grup temsilcilerinin beşer dakikalık konuşmalarını dinledik.

“NÜKLEER KARŞITI KONGRE SONUÇ BİLDİRGESİ
16 EKİM 1993, ANKARA YUNUS EMRE KÜLTÜR MERKEZİ


Bizler, yaşadığı dünyaya duyarlı, yaşamı savunan kişi ve kuruluşlar olarak 1993 yılı başlarında hükümetin nükleer santral yapımına ilişkin sağlıksız ve anti-demokratik kararına engel olmak için Nükleer Karşıtı Platform’da yer aldık. Bugün düzenlediğimiz Nükleer Karşıtı Kongre’de aşağıdaki konuları kamuoyunun bilgisine sunmaya karar verdik.
Bize göre:
-Karmaşık teknolojisi gereği güvenli olamayan, tehlikeli,
-Radyoaktif atıkları yok edilemeyen,
-Yatırım ve işletme maliyeti çok pahalı,
-Kaynağı sınırlı,
-Normal işletmesi sırasında bile canlılar üzerinde tahribat yapan,
-Sabotajlara açık, ülke güvenliği açısından riskli,
-Galibi olamayacak bir nükleer savaşın silahlarına hammadde sağlama olasılığı bulunan,
NÜKLEER SANTRALLER, hiçbir koşulda enerji üretiminde seçenek olamazlar.
Kaldı ki;
Bugün ve yakın gelecekte Türkiye’de bir enerji açığı söz konusu değildir. Üretim kapasitemiz, tüketebildiğimizin çok üzerindedir. Üretim ve kullanım sırasındaki enerji kayıplarımız kabul edilemeyecek boyutlardadır.
‘Gelişmişlik’ sınırsız enerji tüketmek değil, eldeki enerjiyle yüksek verim elde etmektir.
Türkiye, rüzgar, güneş, biyokütle, jeotermal ve su gibi temiz, yenilenebilir ve ucuz kaynaklar yönünden zengindir.
Bugün hiç zaman kaybetmeden tüketim alışkanlıklarının sorgulanması, kayıpların önlenmesi, verimliliğin artırılması ve öncelikle temiz, yenilenebilir küçük ölçekli yerel enerji üretimine yatırım yapılması en akılcı ve doğayla uyumlu çözümdür.
Nükleer enerji kullanım kararı halkı dışlayarak bir avuç teknokrat ve politikacı tarafından alınamayacak kadar yaşamsaldır. Bugün gelinen noktada bütün tepeden inme ve dayatmacı kararların kötü sonuçlarını yaşıyoruz. Sonuç olarak diyoruz ki;
Bizler Dünya’yı bilimadamları ve politikacıların tutku ve tehlikeli oyunlarına teslim edemeyecek kadar çok seviyoruz. Akkuyu’da da Karakuyu’da da, Türkiye’nin herhangi bir yerinde de nükleer santral istemiyoruz. Bunu engellemek için demokratik ve barışçı yöntemlerle sonuna kadar mücadele edeceğimizi bildiriyor, tüm insanları yaşama sahip çıkmaya çağırıyoruz.”


KONGREYE KATILAN KURULUŞ VE GRUPLAR
Antakya Çevre Koruma Derneği
Bodrum Çevre Gönüllüleri Derneği
DİSK
Dev Maden Sen
SOS İstanbul Gönüllüleri Platformu
Greenpeace
Adana Çevre ve Tüketiciyi Koruma Derneği
Kiremit Dergisi ( Isparta )
SOS Akdeniz İzmir Bürosu
SOS Akdeniz Bürosu ( Yunanistan )
Kültürel ve Doğal Yaşamı Koruma Derneği ( Silifke )
Güney Marmara Doğal ve Kültürel Çevreyi Koruma Derneği ( Bursa )
Nükleer Tehlikeye Karşı Barış ve Çevre İçin Sağlıkçılar Derneği
Osmaniye Çevre Dostları Derneği
Türkiye Tabiatını Koruma Derneği Antalya Şubesi
Gazi Eğitim Fakültesi Çevre Topluluğu
Nükleer Karşıtı Platform İstanbul Grubu
Nükleer Karşıtı Platform Ankara Grubu
İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi
Tarsus Çevre Koruma Kültür ve Sanat Merkezi
Çevre ve Doğa Koruma Birliği ( Almanya )
Sağlık Eğitim Enstitüsü Mezunları Derneği
Kuzey Kıbrıs Yeşil Barış Örgütü
İskenderun Çevre Koruma Derneği
Yemyeşil Dergisi ( İstanbul )
Çevre Mühendisleri Odası
Çepeçevre Gazetesi ( İstanbul )
Müzisyenler Derneği
Patika Dergisi ( Ankara )
CISS Prodüksiyon
Mavi Çorap Kadın Grubu
ODTÜ Çevre Topluluğu
Yeni Haber İş Sendikası
İçel Çevre Gönüllüleri Derneği
Yeşiller Partisi
Yeşil Bisiklet Grubu ( İstanbul )
Zonguldak Çevre Koruma Derneği
Pastoral Dergisi ( İstanbul )
Marmaris Çevre Koruma Derneği
Genel Sağlık İş Sendikası
SOS Akdeniz Bürosu ( Adana )
Ütopya Dergisi ( Antalya )
Savaş Karşıtları Derneği İzmir Şubesi
Savaş Karşıtları Derneği Ankara Şubesi
Karga Dergisi ( İstanbul )
Ağaçkakan Dergisi ( İzmir )
A.Ü.F.F.D.Ç.K.K. Topluluğu

Hazırlanan Nükleer Karşıtı Kongre Sonuç Bildirgesi’ni okuyup, Kongreye katılanların onayına sunduktan sonra, ertesi günü Anayasa Mahkemesi Toplantı Salonunda yeniden toplanıp;
çevre örgütleri arasındaki iletişimi organize etmek amacıyla yeni bir yapılanmayı, “Gönüllü Kuruluşlar Kurultayı’nda” konuşmak üzere dağıldık. Hep birlikte Kongre giderlerinin bir kısmını karşılamak üzere düzenlediğimiz bir yemeğe gittik. Hilmi Çamurdan’ın sözlerini oracıkta yazdığı ve yemeğe katılanların “Akkuyu’nun Yolları Taştan” nakaratını hep birlikte söylediği şarkı eşliğinde neşeli bir akşam yemeği yedik.
17 Ekim Pazar günü sabah saat 10:00’da Anayasa Mahkemesi Salonu’nda, Türkiye Tabiatını Koruma Derneği ve İskenderun Çevre Koruma Derneği’nin organizasyonunu ortaklaşa yaptığı “Gönüllü Kuruluşlar Kurultayı” için toplandık. Toplantı esnasında tüzel kişiliği olmayan kişileri ve grupları toplantıya sokmak istemeyen TTKD Başkanı Hasan Asmaz ile sert tartışmalar yaşandı ve toplantı salonu topluca terk edildi. Öğleden sonra tüm gruplar daha sonra Yunus Emre Kültür Merkezi’nde tekrar bir araya toplandılar. Çeşitli tartışmalardan sonra “Dünya Dostları” adında merkezi Ankara’da olan ve tüm çevre örgütlerinin iletişim merkezi işlevini sürdürecek bir dernek kurulması kararlaştırıldı.
1993 yılı başından Nükleer Karşıtı Hafta bitimine kadar toplanan 170 000 adet “nükleere hayır” imzasını Meclis Başkanı’na vermek için, bir komite oluşturup başvurumuzu yaptık. O dönem ki Meclis Başkanı Hüsamettin Cindoruk, bizleri ve imzalarımızı Mecliste kabul etti. NKP-İstanbul gönüllüsü Aynur Tuncer, Sendikacı Akile Özkaya, NÜSED adına Dr. Ferruh Yavuz, Gazeteci Fikret Türkel ve ben toplanan imzaları bez torbalara doldurup, Meclis Başkanı’nın yanına gittik. Başkan espirili bir şekilde bu kadar çok imzayı niye getirdiğimizi, bunları ne yapacaklarını sordu. Sonra da yaklaşık yarım saat kadar alternatiflerimizin neler olduğuna dair ve özellikle de rüzgar enerjisi üzerine sohbet ettik.

2. NÜKLEER KARŞITI HAFTA VE KONGRE
Daha sonra 3-9 Ekim 1994 tarihlerinde İstanbul’da 2.si yapılan Nükleer Karşıtı Hafta ve 8 Ekim 1994 tarihinde toplanan 2. Nükleer Karşıtı Kongre; ilkine göre biraz daha sönük geçti ve katılım daha azdı. Hafta, 3 Ekim Pazartesi bir basın toplantısıyla başladı ve aynı gün “Derin ekoloji” konulu bir panel yapıldı. Ertesi günü “Dünyada Anti-Nükleer Hareket” konulu bir film gösterildi. 5 Ekim Çarşamba günü, “Nükleer santraller ve Türkiye Açısından Önemi” sempozyumu ile “Nükleer Enerji ve Alternatif Enerji” söyleşisi yapıldı. 6-7 Ekim tarihlerinde, Beyoğlu’ndaki Mis Sokakta sokak etkinlikleri ve standlar açıldı. 8 Ekim 1994 Cumartesi günü de Harbiye’deki Yapı Endüstrisi Merkezi salonunda kongremiz başladı ve konuşmacılar arasında Arif Künar, Doç. Dr. Zeki Karagülle, Fatoş Kanar, Prof. Dr. Celal Ertuğ, Ünal Erdoğan, Doç. Dr. Mehmet Can Akyolcu, Şükran Çavdar ve Emet Değirmenci vardı. O arada yürümekte olan Timur Danış ve “Kirleten Enerjiye Hayır” sloganıyla bisiklet turu yapmakta olan Deniz Güman’a telefonla bağlantılar yapıldı. “Akkuyu Eylemi” diaları ve “Çernobil Belgesi” film gösterisi yapıldı. Kapanışta da hazırlanan sonuç bildirgesi okundu;
“16 Ekim 1993’te yapılan 1. Nükleer Karşıtı Kongre’den bugüne hükümetin nükleer santral yapımına ilişkin sağlıksız ve antidemokratik tavrı değişmedi. Silifke Akkuyu’da yapılması düşünülen nükleer santral için 13 Ocak 1994 tarihinde müşavir firma ihalesi açıldı. İhaleye 18 adet konsorsiyum teklif verdi. İhaleye teklif veren firmalar incelendiğinde, bunların dünyadaki hemen hemen tüm nükleer santral tekellerinin yan kuruluşları olduğu görülüyor. İhale sonucunun Temmuz ayı sonunda açıklanacağı bildirilmişken bu açıklama 3 ay ertelendi. Daha önceki ve şimdiki hükümette yer alan politikacıların karıştığı yolsuzluklar medyada çarşaf çarşaf yer alırken, bu ihalenin arkaplandaki gerçekleri ihalenin sonucundan daha çok merak ediyoruz. Biz bu ihalenin sonucunun hiç açıklanmamasını istiyoruz. Çünkü ne Akkuyu’da ne Karakuyu’da , Türkiye’nin ve dünyanın herhangi bir yerinde nükleer santral istemiyoruz. Tüm canlılar ve insan sağlığı üzerinde büyük tehdit oluşturan RADYASYON’un en önemli kaynağı olan nükleer santraller, hangi gerekçe ile olursa olsun kabul edilemez. Kaldı ki nükleer santrallerde enerji üretimi en kirletici, en pahalı ve en tehlikeli enerji üretim biçimi olduğu gibi nükleer silahların hammaddesi olan plutonyumun üretimi için de kurulmaktadırlar. Çok yakın bir tarihte yaşadığımız Çernobil kazasından sonra yapılan araştırmaların kamuoyuna açıklanmaması için biliminsanlarına yapılan baskıları ve yasaklamaları hepimiz biliyoruz. Kolera örneğinde olduğu gibi bugün de biliminsanlarının görevlerini özgürce yapamadığı bir ülkede nükleer santraller kurmak insanlık suçu işlemektir. Bu nedenle nükleer santraller karşı çıkmak demokrasi mücadelesine sahiplenmektir.”

2. Uluslararası Nükleer Teknoloji Kongresi’nin Antalya’da yapılacağının duyulmasından sonra, bizler de 3. Nükleer Karşıtı Kongre’nin Antalya’da yapılmasını kararlaştırdık. Ancak, Nükleer Karşıtı Platform’un yoğun eleştirileri ve giderek platforma TMMOB katılımının artmasıyla, Makine Mühendisleri Odası 2. Uluslararası Nükleer Teknoloji Kongresi’ni düzenlemekten vazgeçti. Bizler de, kongremizi yapmaktan vazgeçtik. Bir daha bu tür bir kongre düzenlenmesi yapmadık.
17-22 EKİM 1994 İZMİR NÜKLEER KARŞITI ETKİNLİKLER HAFTASI
17-22 Ekim 1994 tarihleri arasında Türkiye 6. Enerji Kongresi’nin İzmir’de yapılacağını öğrenince, Savaş Emek hemen hareket geçip, kısa bir sürede iddiasız ama nükleer enerji yandaşlarına ve resmi erkana meydanı boş bırakmayan bir “Nükleer Karşıtı Etkinlikler Haftası” düzenledi. İzmir’deki Mühendis Odaları, Çevre Avukatları ve Yeşillerden oluşan bir grupla, medyada bayağı da ses getiren bir “hafta” yaptı. Bir hafta boyunca, Alsancak’ta sokak sergileri ve standları, paneller, film gösterileri ve 6. Enerji Kongresi’nde korsan bildiri dağıtmaya ve nükleercilerle panel esnasında tartışmaya kadar renkli etkinlikler yapıldı. “Ölümcül Miras” sergisi açıldı, “Çernobil Belgeseli”, “The Day After”, “Bin Bombadan Biri” ve “Akkuyu’daki Köylü Yürüyüşü” filmleri gösterildi, Arif Künar; “Akkuyu’nun Dünü ve Bugünü”nü anlattı, Ünal Erdoğan, Tanay Sıtkı Uyar, Savaş Emek ve Arif Künar’ın katıldığı bir panel düzenlendi. Nükleer Karşıtı Mücadeleye büyük destek veren Nükleer Fizikçi Prof. Dr. Hayrettin Kılıç Hocamızla bu kongre esnasında tanışıldı.

KAYNAKLAR:
1)Kemal Anadol, Termik Santrallere Hayır; V Yayınları, 1991, s:90
2)Barış Gezer, Nükleer Kampanyadan Haberler, Ağaçkakan Aylık Dergi Mart 1993, s:26
3)Naim Ertürk, KÜDYAK’TAN; Tırtıl Aylık ÇETKO Yayını sayı: 7, Nisan 1993, s:4
(*) Hep nükleercilerden ve sağcılardan eleştiri alacak değiliz ya; biraz da Ergun Türkcan, Atilla İlhan, Yalçın Küçük gibi çeşitli tip “solcu”! aydınlardan ve Halkın Yeşilleri, Toplumsal Ekolojik Dönüşüm, Anarşistler gibi gruplardan da çok çeşitli eleştiri aldık.
(**) Bu çağrı mektubunun öneriler kısmını; özellikle bu kongreyi ve Akkuyu Şenlikleri’ni hangi koşullarla, nasıl gerçekleştirdiğimizi çok merak eden ve hep arkamızda “petrol-kömür lobilerini” arayan malum “nükleerci lobilere” cevap olacağını düşündüğüm için, kısaltıp yayınlıyorum. Bu malum çevrelerin bir türlü anlamadığı ve asla anlayamayacağı gerçek şu ki, “kendi gücüne”, “doğaya inanmış”, “tamamen gönüllük esasına dayalı” bir araya gelen bir avuç güzel insanla; her türlü “iktidarı, parayı ve gücü” elinde tutan nükleer lobilerin, dev şirketlerin bu savaşımı, biraz Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda emperyalist ülkelerin ve Vietnam, Küba’da da ABD’nin kaybetmesine benziyor. Halkla İlişkiler Müdürlüğü adı altında, TEAŞ, TAEK, Enerji Bakanlığı, Üniversiteler gibi her türlü “resmi” olanağı seferber edebilen; bazı yerel yöneticilere ve köylünün bir kısmına promosyon dağıtan, nükleer lobilere milyonlarca dolar aktarabilen, kendi televizyonlarında ve gazetelerinde propaganda yapabilen nükleerci güçler; nasıl olurda “parasız-pulsuz-çulsuz, üç-beş çevrecinin” bunları başardığını hiçbir zaman anlayamazlar.
( *** ) 22 Aralık 1993 tarihinde, SOS Akdeniz Bürosu ve Ağaçkakan Dergisi tarafından matbu olarak basılan ve katılanlara postalanan “Nükleer Karşıtı Kampanya Hesap Özeti”ne göre; İstanbul’dan gelen tüm kongreye müzik gruplarının masrafları dışında 18.700.000 TL. toplanmış ve harcanmıştır. Bu gruplar için harcamalar, Tarkan Konserinden ve Ankara’daki konser biletlerinden elde edilen 39.500.000 TL gelirle karşılanmıştır. Bir miktar ses düzeni borcumuz ve Moğollar Grubu’nun uçak biletlerinin parası, Taner Öngür’e ödenememiştir.



SANATÇILAR DA, ATOMA KARŞI!

1970 yılların başlarında ilk olarak Avrupa ve ABD’de nükleer silahlara ve nükleer santrallere karşı başlayan anti-nükleer hareketin yaygınlaşmasını, güçlenmesini rock müziği yapan başta Scott-Heron olmak üzere, Bob Dylan, Crosby, Still and Nash, Bruce Springsteen, Pink Floyd, Roger Waters, Jim Hendrix, King Crimpson, WHO vb. gibi müzisyenler ve gruplar hızlandırdı. Nükleere Karşı Rock Müzik ve Güvenli Enerji İçin Müzik Birlikleri (MUSE) çıktı. Bu gruplar, nükleer karşıtı kampanyalar çerçevesinde Avrupa ve ABD’de uzun turnelere çıktılar.
Bu sürecin küçük bir benzeri de, ülkemizdeki nükleer karşıtı kampanyalarda yaşandı. Ekim 1993’de Nükleer Karşıtı Kongre hazırlıkları esnasında, uzun yıllar sonra yeniden bir araya gelen Moğollar’dan Taner Öngür, “Türk Rock Müzik Sanatçıları Atom Santralına Karşı” ismiyle ülkemizde ilk kez bir dizi konser hazırladı. 10 Ekim 1993 İstanbul Ortaköy’de; China Band, Export, The Toys, Pozitif, Negatif Aktarım gruplarıyla ve Ankara Altınpark’ta 12-15 Ekim 1993 tarihleri arasında 4 gün boyunca “Woodstock” konserlerini aratmayacak çok büyük bir projeyi gerçekleştirdi. Bu konserlere; Kesmeşeker, Zen, Kara Ada, Tını, Kramp, Objektif, Acil Servis, Keops, Kontrast, Mercury, Kargo, Midas, Panzer, Yu-Hu, Taner Öngür ve Alarm Bandosu, Muammer Ketencioğlu, Labirent, Barlas Erinç ve Moğollar katıldı. Bütün gruplarla görüşmeleri ve konser organizasyonunu “gönüllü” olarak Taner Öngür yaptı.
Tek başına bir ordu gibi gece/gündüz uyumadan kendini nükleer karşıtı kampanyaya adıyan İstanbul Nükleer Karşıtı Platform gönüllüsü Aynur Tuncer, İstanbul’da Adalet Ağaoğlu’ndan, Yaşar Kemal’e, Moğollar ve Tarkan’a kadar bütün sanatçılarla kampanyaya destek için iletişim kurdu. Ankara’daki konserlerin ses düzeni ve grupların trenle getirilip/götürülmesinin, konuk edilmelerinin masraflarını karşılamak üzere, kendi çabalarıyla Tarkan’ın 9 Ekim 1993 tarihinde İstanbul Açıkhava Tiyatrosu’nda bir konser vermesini sağladı. Tarkan, o yıllarda henüz çok meşhur değildi ama bu konser kalabalıktı, basında ve televizyonlarda yer aldı. Tarkan bu konserden para almadı ve gelirini Nükleer Karşıtı Platforma devretti. Elde edilen bu para yaklaşık 50-60 kişiden oluşan rock gruplarının tren ve yatacak yer parasına ucu ucuna yetti. Ses düzeni ve sanatçıların yiyeceklerine harcanacak para kalmadı elimizde. Şu anda ülkemizin en gözde grupları, o zaman tamamen gönüllülük ve özveri esasına göre hiçbir zaman kalmayacakları “ucuz” ve “kötü” 3.sınıf otellerde kalmaya razı oldular. Çoğu zaman “ucuz” lokantalarda ve ayakta geçiştirilen “öğünlerle” 4 gün boyunca müzik yaptılar ve kampanyaya destek oldular. Konserlerinin son günü hem katılımı hem de heyecanı artırmak için Moğollar; yıllar sonra ilk kez Ankara’da konser verdi. Bu konser öncesi hem katılan tüm gruplara Nükleer Karşıtı Platform adına teşekkür etmek, hem de ses düzeninin parasının bir kısmını toplayabilmek amacıyla konsere katılan coşkulu kalabalığa bir konuşma yaptım. Konuşmam esnasında, arkadaşlarımız seyircilerin arasında dolaşarak bu kampanyaya destek olmak üzere gönüllerinden ne koptuysa topladılar. Kağıt ve bozuk paralardan oluşan bir poşet parayı hemen sayıp, Taner Öngür’e vermiştik. Tabi ki bu para da yetmemişti.
Her türlü fedakarlığı büyük bir özveriyle yapan Taner Öngür, bizim bu konserlerle ve gelen konuk gruplarla fazlaca ilgilenemeyişimize çok üzülmüş ve bozulmuştu. Konserler sonrası, kongreye emeği geçen tüm arkadaşlarla bir yemek yedik. Bu yemekte Taner Öngür; bizlere biraz kırgın olduğunu, bu kongrenin bu kadar amatör, koordinasyonsuz ve parasız düzenlenmiş olduğunu önceden bilmediğini söyledi. Kendisi 1980’li yıllarda Almanya’da yaşarken, bu tür nükleer karşıtı etkinliklere katılmış ve bizimkinden daha iyi organize olmuş kampanyaların yabancısı değildi. Savaş’la birlikte, çok üzüldüğümüzü ama bizim de etimizin-budumuzun maalesef bu kadar olduğunu anlatmaya çalıştık. Konserler esnasında, yoğun olarak az kişiyle ama çok fazla işle aynı anda “amatörce” ve “gönüllü” olarak ilgilenmek zorunda oluşumuz nedeniyle, bir takım organizasyon bozukluklarının oluştuğunu söyledik. Ama yine de Taner Öngür ile yemekten biraz buruk ayrıldık. Yıllar sonra Nokta Dergisi’nin 6 Temmuz 1996 tarihli sayısındaki röportajında şunları dile getirmişti; “Türkiye’de gündem o kadar gereksiz şeylerle dolduruluyor, insanlar o kadar anlamsız şeylerle meşgul oluyorlar ya da olmaları sağlanıyor ki, nükleer santraller gibi gerçekten ilgilenmeleri gereken, doğal yaşamımız üzerinde çok büyük olumsuzluklara yol açabilecek konulara dikkat ve zaman ayıramıyorlar. Bunun örneğini 1993 yılında düzenlediğimiz Nükleer Karşıtı Rock Festivali sırasında gördük. Bu festival sırasında sadece Nükleer Karşıtı Platform’dan arkadaşlardan önemli destek aldık. Ama onlar dışında sivil toplum kuruluşlarından ciddi bir kitlesel destek söz konusu olmadı”. 1993 yılında yaşanan bu deneyimden sonra, 1999 yılına kadar ki şenliklerde ve eylemlerde, Taner’e ve Moğallar’a pek yanaşamamıştık. Ama Taner Öngür, amacın “bağcıyı dövmek değil de üzüm yemek” olduğunu bildiği için, yine nükleer karşıtı mücadelenin içinde etkin olarak yer aldı. Açık hava konserlerinde ve televizyon proğramlarında, dergi-gazete röportajlarında hem “Nükleer Ölüme Hayır: Yaşamı Seçin” yazılı tişörtünü giydi, hem de neden bu mücadeleyi desteklediğini anlattı.
Bir başka rakçımız Nejat Yavaşoğulları ve Bulutsuzluk Özlemi de, bu kampanyalarda yerini hep aldı. İlk kez 23 Mayıs 1993 tarihinde Nükleer Karşıtı Kampanyayı desteklemek için S.O.S. Akdeniz’in düzenlediği konserde “Radyo aktif Olmamak İçin Aktif Ol!” sloganıyla yağmur altında çalan, sonra hem İstanbul’daki konserlerde hem de Akkuyu’daki 5 Ağustos 2000’de yapılan Zafer Şenliği’nde yerini alan Nejat Yavaşoğulları; Aliağa ve Bergama Mücadelesinde de müziğiyle ön safhalardaydı.
1993 yılında Nükleer Karşıtı Platform olarak imza toplarken, özellikle popüler sanatçılardan Akkuyu’ya karşı duyarlı olmalarını sağlamak için imzalarını almaya gayret gösteriyorduk. Benim de kişisel olarak Orhan Baba’ya (Gencebay) özel bir sempatim var. Kendisini ve özellikle ilk iki albümünü “klasikler” arasında sayıyorum. Hatta bir zamanlar sürekli olarak önce Pink Floyd’un “The Wall” albümünü, arkasından da Orhan Baba’nın “Bir Teselli Ver” albümünü dinliyordum. Orhan Gencebay ile ilgili bir doçentlik tezi kitap haline getirilmiş ve Ankara İletişim Kitapevinde bu kitap için imza günü düzenlenmişti. Ben de Akkuyu için imza almak üzere, Orhan Gencebay’a yaklaştım ve kısaca konuyu aktardım. O sıra da yanında bulunan eşi; “Orhan imzalama sakın, ne olduğunu bilmiyorsun” gibi laflar etti. Orhan Baba ise; “Çevreye duyarlı olmak lazım, NASA raporlarına göre Türkiye çölleşiyormuş. Termik ve nükleer santraller de kötü, çevre konusunu ben de şarkılarımda, kliplerimde artık dile getirmeye başlayacağım. Tabi ki imzalayacağım” dedi ve imzaladı.
1995 yılı Akkuyu Şenlikleri öncesinde İstanbul Nükleer Karşıtı Platform tarafından, Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombasının atılışının 50. Yıldönümünü hatırlatmak amacıyla düzenlenen, “50 Yıl Yeter” isimli rock konsere; Keops, Kramp, Mare Mostrum ve The Toys gibi rock grupları katıldı.
1997 yılında İstanbul Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezinde yapılan geniş katılımlı İstanbul Nükleer Karşıtı Platform toplantısında, Düş Sokağı Sakinleri’nden Murat; “Akkuyu ile ilgili bir şarkı yapmak istediğini“ söylemişti. Ben de; “çok seviniriz, henüz bir şarkımız bile yok” demiştim. Haluk Levent; “Eller eller havaya haydi Akkuyu”ya şarkısını yapana kadar, Akkuyu müdavimlerden Umur ve Hilmi; şenliklerde kendi arabalarından yaptıkları “ekstra hoparlörlü” yayınlarda, yıllarca bize Ferdi Tayfur’un; “Hadi köyümüze dönelim, Fadime’nin düğününe gidelim” şarkısını “zorla” dinlettiler. Haluk Levent’in “Eller eller” ve Moğollar’ın; “Birşeyler yapmak lazım” şarkıları sayesinde bu sürekli ağlayan sesli “işkenceden” kurtulmuş olduk.
Haluk Levent, çevre konularına duyarlılığı en yüksek genç rock yıldızlarımızdan birisidir. Daha önce Gökova Termik Santrali için beste yapmıştı. Akkuyu için de hem medya yoluyla hem de zaman zaman Mersin-Taşucu konserlerinde bu mücadeleyi desteklediğini dile getirmişti. Akkuyu ve Bergama Direnişini bütünleştiren sözlerin yer aldığı bir beste hazırlayarak, “Akkuyu’dan Ankara’ya yürüyelim” mesajını geniş kitlelere aktardı. 1997 yılında 4. Akkuyu Şenliği esnasında hapishanede olduğu için şenliğe katılamadı ama bu mücadeleyi desteklediğini ifade etmek için saçlarını kestirip, Akkuyu’da denize atılması için kendisini hapishanede ziyaret eden Umur’lara verdi. Eğer bu ihale iptal edilmemiş olsaydı, basına; Akkuyu’dan Ankara’ya yürüyeceğini beyan etmişti.
Sanatçı duyarlılığını her konuda ve platformda sergileyen Süavi de son yıllarda, nükleer karşıtı hareket içinde yerini aldı. Onur Akın, Rojin ile birlikte hem İstanbul’daki konserlerde hem de Akkuyu’ya gelerek destek verdiler.
İstanbul Esenyurt’ta 7-11 Haziran 2000 tarihleri arasında yapılan “Rock, Folk ve Alternatif Müzik Sanatçıları Nükleer Santrala ve Global Mafya’ya Karşı” müzik festivaline; Taner Öngür ve Rıfat Ilgaz Kültür Merkezi ağırlıklı olarak ön ayak oldular. Festivale; Tolga Çandar, Hüseyin Turan, Yaşar Kurt, Kurban, Suavi, Vedat Sakman, Ezginin Günlüğü, Kramp, Replikas, Bulutsuzluk Özlemi, Gökalp Baykal, Mor ve Ötesi, Işığın Yansıması, Moğollar, Muammer Ketencioğlu gibi müzisyenler ve gruplar katıldı.
7.Akkuyu Zafer Şenliği’ni desteklemek ve Akkuyu yapılacak şenliğin ses düzeni ve sanatçılarının yol masraflarına katkıda bulunmak amacıyla Nükleer Karşıtı Güç Birliği olarak EMO İstanbul Şube Başkanı’nın çabalarıyla, 17 Temmuz 2000’de Harbiye Açık Hava Tiyatrosunda 5-6 Bin kişinin katılımıyla gerçekleşen “Nükleer Santrallara Karşı Şölen” konserinde; Onur Akın, Mansur Ark, Tolga Çandar, Yusuf Hayaloğlu, Kubat, Rojin, Tolga Sağ, Fuat Saka, Vedat Sakman, Mümtaz Sevinç, Gülsen Tuncer, Ayna, Bulutsuzluk Özlemi, Kardeş Türküler, Koma Çiya, Moğollar yer aldı. 5-6 Ağustos 2000Akkuyu Zafer Şenliği’ne de; Süavi, Onur Akın, Rojin, Bulutsuzluk Özlemi, Koma Çiya, Mazlum Çimen ve Gülsen Tuncer katıldı.
“YAZARLAR DA NÜKLEERE KARŞI ÇIKIYOR”...
Nükleer Karşıtı Platforma destek olan şair ve yazarların en başında tabi ki rahmetli Can Baba (Yücel) vardı. Hem Ağaçkakan Dergisi’ni yazdığı yazılarla ve şiirlerle hem de İzmir’de yaptığı söyleşilerle her zaman bizlerleydi. Özellikle Akkuyu için yazdığı “Hormonlu Domates Gibi Bebeler İstemiyor Bu Millet” şiiri; medyada, afişlerde, kartpostallarda yaygınca kullanıldı.
İzmir TÜYAP 2000 Kitap Fuarı’nda Nükleer Karşıtı Platform İzmir tarafından düzenlenen, “Yazarlar da Nükleere Karşı Çıkıyor” imza kampanyasına aralarında; Ahmet Telli, Ahmet Erhan, Aydın Boysan, Ayla Kutlu, Burhan Günel, Cevat Çapan, Cihan Demirci, Demirtaş Ceyhun, Dinçer Sezgin, Erendiz Atasü, Faik Bulut, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Fergun Özelli, Gülten Dayıoğlu, Hikmet Çetinkaya, Hüseyin Yurttaş, Muzaffer İzgü, Nevzat Çelik, Nihal Yeğinobalı, Özkan Mert, Server Tanilli, Sevgi Özel, Tarık Dursun K., Tuğrul Keskin, Yaşar Aksoy gibi isimlerin bulunduğu 80 yazar katılmıştı.
Çizerlerimiz ve karikatüristlerimiz de; afiş, kapak, rozet hazırlayarak ve mizah dergilerinde, gazetelerde çizerek anti-nükleer harekete büyük destek verdiler. 1978 yılında ilk nükleer karşıtı afişleri Turhan Selçuk çizdi. Daha sonraları Semih Balcıoğlu, Semih Poroy, Nuri Kurtcebe, Behiç Ak, Tan Oral, Ercan Akyol, Tuncay Akgün vb. diğer Gırgır, Leman, Hıbır Dergisi karikatüristleri birçok karikatür yayınladılar. Leman Dergisi çizerleri, hem İstanbul Ortaköy’de hem de Ankara-Yüksel Caddesi’nde 1. Nükleer Karşıtı Kongre Haftası etkinliklerine katıldılar. Çevreci ressam Reha Yalnızcık; 1. Nükleer Karşıtı Kongre Haftası için Ankara’da bir sergi açtı ve sergide satılan kartların parasının bir kısmını kampanyaya bağışladı.
Sinemacı Engin Ayça ve Gazeteci Orhan Çalışır, Akkuyu Şenlikleri sırasında belgesel kısa filimler çektiler. Orhan Çalışır; Almanya’nın çeşitli kentlerinde, çektiği fotoğraflardan ve bizim afişlerden oluşan karma sergiler açtı. Hazırladığı “Akkuyu Belgeseli” Filmini Almanya’da çeşitli televizyonlarda yayınlattı. “Nükleer Denemelere Karşı Faks Afişleri” kampanyası düzenlendi ve gelen afiş örneklerinden oluşan bir sergi açıldı.
Birçok “adsız kahraman”, çeşitli reklam ajansları, grafik ve dizgi stüdyoları, matbaa evleri bu kampanyalar esnasında ücretsiz, “gönüllü” dizgi, grafik, tasarım ve baskılar yaptılar. Sendikalar, Odalar, Meslek Birlikleri, Dernekler, Ajanslar kendi kıt olanaklarını zorlayarak binlerce afiş, bildiri, broşür, rozet, kokart, tişört, şapka, pankart vb. hazırladılar.

“ATOM’A GİDEN YOL”UN BAŞINDAKİ HEYKELLER...
e2 ( Melda, Deniz, Güneş, Gülser, Ebru, Melike vd.), Henrich Böll Vakfı ve Büyükeceli Belediyesi’nin ortaklaşa düzenlediği ve 1 Ağustos-1 Eylül 1996 tarihleri arasında yaklaşık 1 ay süren “Akkuyu Nükleer Karşıtı Heykel Çalışması”; nükleer karşıtı hareketin bugüne kadar yaptığı en kalıcı, Akkuyu köylüleri ile doğrudan bütünleşen, farklı ve “çok estetik” bir eylemdi. Ancak Heykellerin başına birkaç kez pek hoş olmayan şeyler geldi. Ama hala artık “atom’a gitmeyen yolun“ başında, Büyükeceli’yi beklemeye, korumaya devam ediyorlar... Bu heykelleri yaratan Heykeltraşlar; Mehmet Bayraktar, Erim Bayrı, Ercan Yılmaz, Eyüp Öz, Ukrayna’lı Youli L. ve Lev Y. Sinkevich isimli sanatçılardı. Bu güzel hikayeyi de kendi ortak kalemlerinden aktaralım;

GÖNÜLLÜLÜK ÜZERİNE (*)
Akkuyu Nükleer Karşıtı Heykel Sempozyumu'nu, düşten gerçeğe dönüştürmek; ön çalışmalar; ilk kez girişilen bu gönüllü organizasyonun sorumluluğunu alarak dehşetli Ağustos sıcağında bir ay süreyle durmadan, dinlenmeden çalışmak... Akdeniz'in o tenha köşesinde, "inadına yavaş akan" zamana imrenerek, her gün yeni bir sürpriz, her gün yeni bir heyecan yaşamak... Terk edilmiş bir ilk okul binasının içinde, ekolojik eylem gurubu ile heykeltraşların ortak yaşamı; en azla yaşamayı öğrenme deneyimi... Betonun sıcağında dışarı kaçarak cibinliklerin altında uyunan bir sürü gece...
Gülnar'daki taş ocağından (yani, dünyanın tepesinden!) Büyükeceli'ye tonlarca ağırlıktaki altı parça taşı getirme macerası... Sıcak güneşin altında, taşın heykeltraşlar ve aletlerle buluşması... "Akkuyu Çernobil Olmasın!.." Çocuklar, büyükler, yaşlılar, ellerine murç ve çekici alınca, heykelin büyüsü yayılıyor köyün sokaklarına... "Gönüllü müymüşler? Karşılıksız mı çalışıyorlarmış? Taa oralardan, 'Atoma Hayır!' demeye mi gelmişler?" Taş günler boyu yontuluyor; heykellerin doğumu, kelebeklerin kozadan çıkışı gibi. Sonra, bir heyecan, bir soruşturma... Altı heykel, Büyükeceli halkı nereye istediyse, tam oraya konduruluyor : "Atom'a Giden Yol'un başına!"
1 Eylül 1996 Dünya Barış Günü; taşlık, dikenlik arazide güneş içinde bu beyaz heykeller, yöre halkının karşısına çıkışını, Anadolu'nun başka başka yerlerinde binlerce yıllık benzerleri gibi, çağlar ötesine taşımaya hazır... e2'liler ve heykeltraşlar, bir sürü anı ve deneyimle keyifli bir yorgunluk içinde... Nükleer Santral Sahası olarak yıllar önce dikenli teller ve parmaklıklarla çevrilmiş olan o güzelim koyun çamları, rüzgarı, güneşi ve Akdeniz'in masmavisi santral ihalelerinden, tartışmalardan habersiz! Akkuyu; Hiroşima'ya, Moruroa'ya, Three-Mile Island'a, Çernobil’e... hem çok uzak, hem de çok yakın.
Yolunuz bir gün Büyükeceli'ye düşerse; "Atom'a Giden Yol"un başında, güneşli bir geleceğin özlemi ile "nükleer karanlığa hayır!" diyen heykelleri göreceksiniz!
Tümünü burada anlatamayacağımız bu uzun hikaye, toplantılarımızdan birinde nükleer karşıtı heykeller düşüncesinin ortaya atılmasıyla başladı. Bu düşünceden bir heykel sempozyumu projesi doğdu. Hiç birimizin deneyimli olmadığı bu konudaki ön hazırlıklarımız ise 1,5 yıl kadar sürdü. Her şeye karşın gerçekleştirebildiğimiz bir aylık Akkuyu Nükleer Karşıtı Heykel Sempozyumu, 1 Eylül 1996 Dünya Barış Günü'nde noktalandı.
Bu çalışma, "reddediyoruz" demenin barışçıl bir yoluydu. Şimdi, yıllarca yaşayacak altı heykelin çevresinde, nükleer karşıtı hareketin buluşma noktası olacak bir park oluşturmak için çalışıyoruz. Proje henüz gerçekleşmemiş, ama boş arazideki heykeller bile şimdiden birilerini çok korkutmuşa benziyor! Heykeller ilk olarak 1997 Ocak ayı başında bir gece yarısı, "karanlığa sığınan kişiler" tarafından saldırıya uğradı. Büyükeceli halkı ise TEAŞ yetkililerinin gazetecileri ikna turundan (!) önce, 2'şer tonluk taş heykelleri yerlerine dikti.
Basit yalanlarla gazetecilere nükleeri sevdirme çabasındaki yetkilileri heykellerin başında karşılayan köy halkı, yıllardır sürdürdükleri nükleer karşıtı tavrı bir kez daha ortaya koydular. Karşı görüşlerin Büyükeceli halkının huzurunda çarpıştığı 8 Haziran 1997 tarihli panelde ise nükleer yanlısı yetkililerin ve bilim insanlarının, çelişkili ve gerçekdışı sözleriyle, hiç de ikna edici olmadıkları görüldü.
Heykellerin bulunduğu alanın Sempozyum'un amacına uygun olarak bir direniş noktası haline gelmiş olmasına katlanamayanlar, sözle yapamadıklarını geçtiğimiz günlerde köyün sessiz ve savunmasız heykellerine ikinci bir saldırı yapabileceklerini zannettiler. Gece karanlığında heykel kırmak, üzerine pislemek... Eylemin sahibini aşağılamaktan başka bir işe yaramayan bu hareket, nükleer santral ihalesi arifesindeki Türkiye'de bu yıkıcı endüstriyi savunanların içine düştükleri acınası durumu sergiliyor.
Barışçıl bir karşı ve sanata tahammülsüzlüğün göstergesi olan bu davranış, Türkiye'de bir nükleer santral kurulması halinde, nükleer yanlısı zihniyetin, karşısına çıkacak engellere neler yapabileceğini açıkça gösteriyor. Bu santralı, ne pahasına olursa olsun yapmak isteyenlerin zihinleri, kuşaklar boyu ölüm saçacak zehirli bir miras olan radyoaktif atıkları bile düşünemeyecek kadar pas tutmuştur. Onlar için yalnızca kısa vadeli maddi çıkarlar önemlidir.
Türkiye'yi Dünya'da can çekişen nükleer endüstrinin pazarı haline getirmeye çalışanlara karşı olan bizlerin ise dayatılan bu nükleer yatırımı engellemekten başka seçeneğimiz yok! Çünkü nükleer enerji/silah endüstrisi, enerjinin yenilenebilir kaynaklardan elde edileceği ve verimli kullanılacağı, güvenli bir Dünya özlemimizin önüne dikilen ölümcül engellerdir.”
e2 /Büyükeceli -9 Ağustos 1997


“ÖLÜMCÜL MİRAS” FOTOĞRAF SERGİLERİ...Nükleer Karşıtı Platform-İstanbul gönüllüsü Aynur Tuncer aracılığıyla bağlantı kurulan İsveç “Human Nature” Derneği kurucusu ve fotoğrafçı Bertan Tuncel’in; Kuzey Kazakistan Bölgesinde çektiği slaytlar, hemen hemen bütün medyada ve nükleer karşıtı yayınlarda çokça kullanıldı. Oldukça etkileyici olan bu trajik fotoğrafların kullanımına ilişkin; insanları fazlasıyla tedirgin ettiği, ürküttüğü ve rahatsız ettiği için kendi içimizde çeşitli tartışmalar yaşadık. 1. Nükleer Karşıtı Kongre’de, Bertan Tuncel tarafından gönderilen aşağıdaki mesajı okuduk ve bu slaytları izledik...
”Sayın Arif Künar,
Aynur Tuncer Hanımla yaptığım telefon konuşmasından sonra sizlere Kuzey Kazakistan’da çektiğim slaytları yolluyorum.
Biliyorsunuz Ruslar 40 sene zarfında 800 kadar atom ve hidrojen bombası denemesi yaptı. Bu yüzden binlerce kişi radyasyon yüzünden öldü ve hastalandı. Ayrıca binlerce çocukta yine radyasyon yüzünden hilkat garibesi olarak doğdu. Bu resimler tıp fakültesinde ( Semipalatinsk Şehri’nde ) çekildi. Türkiye’ye atom santralı kurmak isteyenler bu resimlere doya doya baksınlar! Sizlere mücadelenizde başarılar dilerim.
Bertan Tuncel “

1994 yılında Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezinde ve daha sonra 1995 yılında Ekim ayı sonunda Boğaziçi Üniversitesi Kuzey Kampüsü’nde Bertan Tuncel ve Kjell Frederikssonn’un fotoğraflarından oluşan “Ölümcül Miras” tekrar sergilendi. Bu sergi daha sonra Aynur Tuncer’in o bitmeyen enerjisi, özverisiyle İstanbul, İzmir, Muğla, Sinop, Taşucu, Marmaris gibi yerlerde dolaştırıldı ve büyük ilgi gördü. Diğer bir sergi ise, Nükleer Karşıtı Platform-Ankara gönüllüsü Meral Dinçer Nazlıoğlu’nun çabaları sonucunda gerçekleşen ve Orta Asya Çevre Gönüllü Kuruluşları Toplantısı paralelinde Yeşilköy Çınar Otel Fuayesinde düzenlenen; Yuri Kuidin’in fotoğraflarından ve Koranbek Kuyukov’un resimlerinden oluşan bir etkinlikti. Fotoğraf sanatçısı Yuri Kuidin Dünya Nükleer Karşıtı Fotoğrafçılar Birliği Üyesi ve Ressam Koranbek de; Kuyukov Kazakistan’da nükleer deneme sahasının yakınında sakat olarak doğan binlerce kişiden birisidir. Nevada-Semipalatinsk Anti Nükleer Örgütü’nün aynı zamanda aktif bir eylemcisi de olan Kuyukov; iki kolu olmadığı için resimlerini ağzı ve ayakları ile yapıyor.


SONSÖZ
Nükleer desantralizasyon!
Nükleer santrallara son!
Diye haykırırken her iklimden
Yarının Çernobil şehitleri
Three Miles Island gazileri
Siz bre nalçın ağızlılar
Kurtlanmış patates suratlılar
Nefesi kükürt kokanlar
Şapkası boktan korkanlar
Hallaç osuruğu hatunlar
Akkuyu’ya radyasyon işemeğe kalkanlar
Kalın kafalarınıza dank etsin ki
Hormonlu domatesler gibi bebeler istemiyor bu millet.
Şiir: Can Yücel

ELLER ELLER
Sen yalnız adam, duy sesimizi
Paran yetmez yıkmaya direncimizi
Çek git yakamızdan, çek git ülkene
Uç uç bu dünyadan bir daha gelme of of...
Eller eller eller eller havaya
Bergamadan çıktık yola Akkuyu’ya
Eller eller eller eller havaya
Gerekirse yürümeli Ankara’ya
Politik söylemleriniz, parasal güçleriniz
Kuruyan nehirler göller sizin eseriniz
Bu köylü, bu toprak, bu ağaç bizim
Benim ülkem çöplük değil, çektirin gidin

Söz-Müzik: Haluk Levent


ÇERNOBİL’DEN, İKİTELLİ’YE....


ÇERNOBİL NÜKLEER KAZASININ ETKİLERİ...


Prof. Dr. Leziz Onaran-NÜSED Başkanı

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’nün “sağlık” tanımına göre; “Sağlık, yalnız hastalık ve sakatlığın bulunmaması değil, bedensel, ruhsal ve toplumsal yönden tam bir iyilik durumudur” (1). Konumuz bu tanıma uyularak üç bölümde ele alınacaktır:
Çernobil kazasının insan sağlığına bedensel etkilileri;
Birden-erken etkileri,
Geç etkileri,
Gelecek kuşakları ilgilendirecek etkileri.
B) Çernobil kazasının ruhsal etkileri;
Kazaya uğrayanlar üzerine etkileri
Yöneticilerin, bilim insanlarının içine düştükleri ruhsal karmaşa.
Çernobil kazasının toplumsal etkileri.
A-1) Birden-erken etkileri:
Kaza sırasında nükleer santralde bulunduğu bildirilen 444 kişi yüksek doz ışınım (radyasyon) aldı. Bunların dördü yanarak ya da yıkıntı altında kalarak birden öldü. Yaklaşık 300 kişinin hastaneye kaldırıldığı, bunlardan 134’ünün akut ışınım hastalığı tanısı aldığı, bunların da 28’inin ilk üç ay içinde öldüğü bildirildi. Buna karşılık, söndürme çalışmalarına etkin biçimde katılan, sivil, asker 800 000 kişinin (bunlar likidatör adıyla anılmışlardır) durumuyla ilgili açık bir bilgi verilmemiştir. On yıl sonra yayınlanan resmi istatistiklerde bu likidatörlerin ölüm oranları, hiç ışın almamış kontrol grubundan daha düşük gösterildi. Hem de yanan santrali, hem de korunmasız, söndürürken aldıkları ışın iyi gelmiş!
A-2) Geç etkileri:
Yüksek dozda ışınım alıp da ölmeyenlerin çoğunda duygu bozuklukları, sindirim, kalp-damar, bağışıklık sistemlerini ilgilendiren hastalıklar, uykusuzluk gelişti. Santralin üzerinde uçarak söndürücü maddeler döken helikopter pilotunun sonra aplastik anemiye (kemik iliğinin kan yapamaması hastalığı) yakalandığı biliniyor. Onun da adı, likidatörler gibi, ölenler arasında sayılmıyor.
Işınlanmadan meydana geldiği yadsınmayan hemen tek hastalık, en çok çocuklarda görülen tiroid kanseridir. Tiroid kanseri kazadan önce, yılda bir milyonda birden az (0.5-1/milyon hasta çocuk) görülürken, 1994 yılında bu oran; Beyaz Rusya’da 36/milyon hasta çocuk’a yükseldi. Hatta Gomel İlçesi’nde (Çernobil’e kuş uçumu 170-180Km kadar uzaktaydı) 100/milyon hasta çocuk’a ulaştı. Bu rakamları, Çernobil Kazasının Sağlık Etkileri Uluslararası Programı (IPHECA) vermiştir.
İngiltere’den Dr. Liz Waterstone’nun 2000 yılında Türkiye’ye geldiği zaman anlattığı bir olay geç etkilerin ne kadar “kararlı” olduğunu, ilerde üzerinde duracağımız toplumsal çaresizliğin boyutlarını ortaya koyuyor; ”Tiroid kanserinin tedavisi; bütün tiroid bezinin çıkarılmasına ve bundan sonra da yaşam boyu tiroid hormonunun dışarıdan ilaç olarak verilmesine dayanır. İşte, bu sonradan sürekli ilaç gereksinimi, halkı ve hekimleri o kadar güç durumda bırakmıştır ki, başka çözüm yolları aranmıştır. Tiroidin bir kısmı yerinde bırakılarak hormonun doğal olarak yapılmasının sürmesi düşünülmüş, Böylece hekimler bir süre böyle yapmışlar, ama bir süre sonra, sağlam diye bıraktıkları bez bölümünde gene tümör geliştiği gözlenmiştir”.
A-3) Gelecek kuşaklara etkileri:
Ana karnında ışın alanlarda, kontrol gruplarına göre, eksik ağırlıkta doğumlar, zeka geriliği, davranış bozuklukları, beynin oluşmaması, kol, bacak anomalileri, sinirsel (ruhsal bozukluklar da sınırda) artma saptanmıştır. Işınlanmadan oluşan ve oluşacak çocuklarda görülecek durumlar için, genetik etkiler için yargı zamanı gelmemiştir.
B-1) Çernobil kazasının, kazaya uğrayanlar üzerinde etkileri:
Işın alanlarında görülen sinirsel hastalıklar; Hiroşima ve Nagasaki’de atom bombalarından sonra görülenlere benzer. Bu hastaların psikolojik muayene sonuçlarında, dikkat azalması, bir konuya kendini verememe (konsantrasyon eksikliği), bellek yitirilmesi, zihni yorgunluk, gerileme, huzursuzluk, karakter değişikliği, kendine önem-değer vermeme gibi bulgular sıkça görülmüştür. Uzmanların kanısına göre, bunlar stres etkileri değil, ışınlanmaya bağlı sonuçlardır. Bu bulgulara ayrıca, ABD’nde Hanford Nükleer Santrali çevresinde yaşayanlarda, uranyum maden işçilerinde, bu madenlerin yakınlarında yaşayan Amerikan yerlilerinde, nükleer santrallerde çalışanlarda rastlanmıştır. “Bura Bura” adı verilen bir hastalık tablosu da tanımlanmıştır.
B-2) Yöneticilerin, biliminsanlarının içine düştükleri ruhsal karmaşa:
Önce bunu genel anlamda açıklamak gerekir. Bu bölümde ele alınacak çelişkiler, kararlardan dönüşler, bazı gerçeklerin saklanması (buna “yalanlar” diyenler de var!) sıkıntıya düşmeden yapılabilecek işler değil. Karayıkım (felaket) geçirmiş insanların, yıkılmışların alınyazılarıyla bırakılması “sağlıklı” kimselerin harcı değildir. Bu bakımdan yöneticilerle biliminsanlarının çelişkileri bir cins ruhsal bunalım olarak ele alınmıştır. Bunlardan bazılarını sıralayalım:
-Kaza durumlarında ALARA ilkesi uygulanamaz. ALARA (As Low As Reasonable Achievement: Mümkün olduğu kadar düşük doz edinimi) yıllarca, halkın korunması için mümkün olduğu kadar düşük doz alması olarak yorumlanmıştır. Oysa son zamanlarda, bunun değişik standartlarda tutulduğu, gelişmekte olan ülkelerde gelişmiş ülkelerden üç kat daha fazla dozun “makul” kabul ettirilmek istendiği ortaya çıkmıştır. Çernobil’den sonra da hepten uygulanmayacağı belirtilmiştir.
-1960 yılından beri nükleer işlerde çalışanlar için geçerli olan yılda 50 mSv “ışın alma sınırı”ndaki izin, kazadan sonra “ayarlama” ile kazaya uğrayanlar için birinci yılda 100mSv’e, ikinci yılda 30 mSv’e, üçüncü yılda 20 mSv’e getirilmiştir. DSÖ, izin verilen dozu 1992 yılında 50 mSv’e çekmiştir. Yeniden anımsatılmalı ki, bu düzeyler nükleer işlerde çalışanlar içindir. Sağlık açısından halk dozu olarak “hiçbir düzeyde ışınlanmaya izin verilemez, verilmemelidir.
-Kaza yerine yakın üç köyde bilimsel tarım önlemleri, kimyasal önlemler alınmaya başlanmış, ama parasal nedenlerle sonradan kaldırılmıştır. Bunun arkasından köylülerdeki beden ölçümleri yüksek radyoaktivite göstermiştir.
-IPRC’in (Uluslararası Radyasyondan Korunma Komisyonu) kazadan önce, 1984 yılındaki 40 sayılı kararında; 500 mSv dozdan sonra kirlenmiş bölgenin boşaltılmasının uygun olacağını bildirilmişti. Bu sınırı, kazadan sonra, 1992’de 1000 mSv’e çıkardılar. Bu dozlar Hiroşima’daki patlama yerinden, sırasıyla 1.7 km ve 1.3 km mesafelerdeki radyasyon dozuna denk düşmektedir. Dahası, UAEA (Uluslararası Atom Enerji Ajansı); Sovyetler Birliği’nce alınan koruma önlemlerinin aşırı olduğunu, radyasyon etkilerinin abartıldığını
söyleyebilmiştir.
-Türkiye’de panik olmasın diye, bilgiler saklandı. Radyasyonlu çaylar içirildi, fındıklar yedirildi. Sütteki radyasyon sanki yalnız Iyod 131’den kaynaklanıyormuş gibi, radyasyonlu sütlerden yapılan peynirlerdeki Sr90 anımsanmadı. Iyod 131 için yeterli olan süre bekletilip, peynirler güya arıtıldı. Iyod 131’in yarılanma ömrü 8 gün olup 80 günde pratik olarak aktivitesi bitmiş sayılabilir. Buna karşılık, yarılanma ömrü 30 yıl olan Stronsyum90 için 300 yıl beklemek gerekirdi (Bir radyoaktif elementin aktivitesi on yarılanma ömrü sonunda bitmiş kabul edilebilir).
-Bu bölümde son olarak bir rapordan söz etmek istiyorum; Çernobil kazasından 5 yıl sonra, 1992 sonlarında kanserlerin, lösemilerin arttığına ilişkin söylentilerle basında yazılar yazıldı. Zamanın Sağlık Bakanı’na brifingler verildi. TAEK 3 Ocak 1993 tarihli bir yazıyla Hacettepe Üniversitesi Rektörlüğü’nden; kanser, lösemi olgularının artıp artmadığını gösteren bir rapor istiyor. Rektörlük bu isteği Tıp Fakültesi Dekanlığı’na iletiyor. Tarih gene 5 Ocak 1993. Dekanlık bunu 7 ayrı kürsünün hocalarına bildiriyor. Yedi hoca aynı gün istenen raporu hazırlayıp imzalıyorlar ve dekanlığa gönderiyorlar. Dekanlık bir üst yazıyla, raporu rektörlüğe sunuyor. Tarih hala 5 Ocak 1993. Sonuç; adı geçen hastalıklar artmamıştır (2).
Çernobil kazasının toplumsal etkileri:
Kaza yerinden 135 000 kişi boşaltıldı. 270 000 kişi zorunlu sağlık kontrolu altında tutuldu. Bunlar isterlerse göçmelerine yardımcı olundu. 580 000 kişi özel sağlık izlemesine alındı. Toplam 4 000 000 kişi düzenli, sürekli sağlık izlenmesi altında tutuldu. Göçlerle birlikte insanlar yoksullaştı, sağlıksız yerlerde oturmak, sağlıksız beslenmek zorunda kaldı. İşini kaybetti. Derdini kimseye anlatmadı. Haksızlığa uğramış olma duygusu içinde yaşadı. Hem kendisinin, hem çocuklarının geleceğine güvensizlikle, yaşam boyu kullanmaları gereken ilaçları her zaman bulamadı. İleride kanser olup, olamayacağı kuşkusuyla, yoksulluklarla yoksunluklar arasında hemen bütün toplumsal yaşamını yitirdi. Sağlık tanımındaki iyilik durumu bozuldu.
İşte Çernobil kazasının sağlık üzerine etkileri. Daha çoğu var, azı yok. Çernobil kazsından 10 yıl sonra, 12-15 Nisan 1996 günlerinde Viyana’da “Sürekli Halklar Mahkemesi’nin Çernobil Uluslar arası Tıp Komisyonu” toplandı. “Çernobil Kazasının Çevre, Sağlık ve İnsan Hakları Üzerindeki Etkileri” masaya yatırıldı. Tanıklar, uzmanlar, biliminsanları gördüklerini, bildiklerini anlattılar. Ve Mahkeme bir yargıya vardı.

YARGI

Mahkeme;
Uluslar arası Atom Enerjisi Ajansı’nı ulusal atom enerjisi kurumlarını ve onları destekleyen, nükleer endüstrinin çıkarları adına onlara gerekli parayı veren hükümetleri:
-yalanla, baskıyla ve para gücünün etik olmayan kullanımıyla, nükleer enerjinin uygulanmasına çalıştıkları için,
-yenilenebilir ve desteklenebilir alternatif enerji kaynaklarının her çeşidini ortadan kaldırma girişimleri için,
-nükleer kazaların kurbanlarının en temel haklarını çiğnedikleri, onların çektiği acıları küçümseyip inkar ettikleri ve onları yeniden kurbanlaştırdıkları için,
-Uluslar arası Atom Enerjisi Ajansı’nın 12 Nisan 1996 günü Viyana’da yapılan son konferansının kapanış oturumuna kadar, insanların çektikleri acıları inkara etmede tepeden bakma tavırlarını sürdürdükleri için suçlu buluyor.
Politikası açıkça nükleer endüstri promosyonuna dayanan Uluslararası Radyasyona Karşı Koruma Komisyonu da olacakları koruma eğiliminde bulunmalıydı.
Mahkeme;
Bilim toplumunda, nükleer efendilerin baskıları karşısında mesleklerinin onurunu korumak için ayağa kalkmayanları ve nükleer girişimin her şeyi öldürücü doğasına tanıklık eden güçlü bilimsel kanıtlarına karşın, sağır edici bir sessizliğe seyirci kalanları kınıyor.

KAYNAKLAR:
1)Constitution of the World Healty Organisation: Basic Documents, 15th Edition, 1961
2)Bu rapor Hacettepe Üniversitesi Rektörlüğü tarafından 8 Ocak 1993 tarihinde TAEK’e gönderilmiştir. Radyasyonla ilgili küçük bir grup çalışmasında, imza atan hocalardan birinin de önünde, eleştirilen bu hıza “üniversitede her şeyin el altında bulunabileceği“ biçiminde savunma geldi. Ama, aynı toplantıda bulunan TAEK Başkanı Prof. Dr. Yalçın Sanalan, olayı bildiğini belirterek (bana; “olmaz böyle şey dedim!” gibi gelen) bir söz mırıldandı.


TÜRKİYE’DE ÇERNOBİL’İN ETKİLERİ,
ÇAY DENEYİMİ VE ODTÜ...


Prof. Dr. İnci Gökmen ve Prof. Dr. Ali Gökmen-ODTÜ

Türkiye’de diğer Avrupa ülkeleri gibi Çernobil Kazasının ardından radyoaktif kirlilikten nasibini aldı. Radyoaktivite ile yüklü bulutlar önce yurdun batı taraflarını etkiledi, ilk radyoaktif bulutlar 30 Nisan 1986 gününden itibaren batıda Trakya Bölgesini etkilemeye başladılar. Türkiye’deki otoriteler, halka her şeyin çok normal olduğunu, her şeyin kontrolleri altında olduğunu söylediler. Oysa bulutun üzerimizde olduğu günlerde insanlara mecbur olmadıkça sokağa çıkmamaları, ya da hiç değilse çocuklarını geçici bir süre için dışarda oynatmamaları yönünde bir uyarı bile insanların radyasyon dozlarını azaltmakta oldukça etkili olabilirdi. O günlerde tüm ülkede yağışlar vardı ve yağışlar bulutların içindeki aktiviteyi yere indirdiler. Trakya, İstanbul, Batı Karadeniz ilk gelen buluttan etkilendi. Bölgedeki et, süt, sebze ve diğer ürünler radyoaktivite ile kirlendi. İlk kirlenen ürünlerden sütlerin peynire çevrilip, iç piyasada tüketildiği zamanın Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) Başkanınca anlatılmıştır. İkinci büyük radyoaktivite yüklü bulut Mayısın 2’sinden itibaren Doğu Karadeniz bölgesini etkilemeye başladı. Buradaki yüksek dağlara çarpan bulutlar yağışlarla içerdikleri radyaktiviteyi olduğu gibi kıyı şeridine boşalttılar. Bu bölgede başlıca çay, tütün ve fındık yetiştirilmektedir. Türkiye’de tüketilen çayın hepsi bu bölgede yetiştirilmektedir. İlk çay toplama işlemi bu bulutun bölgeye geldiği günlerde yapılmıştır. Radyoaktif yağmur ile kirlenen çaylar farkedilmeden toplandı, işlendi ve piyasaya sürüldü. O tarihte bu çayları toplayanlar da, onları işleyenler de yüksek radyasyon dozlarına maruz kaldılar. Fındık kabuklu bir ürün olması nedeni ile ve bulutun geldiği günlerde henüz tam olgunlaşmadığı için çaylar kadar kirlenmedi. 1986 yılında yaklaşık 145 bin ton çay toplandı. Çayların aktivitesi 0-89.000 Bq/kg arasında değişiyordu. Çayların ağırlıklı ortalama aktivite değerleri TAEK tarafından 30.000 Bq/kg olarak belirlendi. O sıralarda depolarda bir önceki yılın stoklarından 55 bin ton temiz çay bulunmaktaydı. O yıllarda ülkenin yıllık çay tüketimi 115-120 bin ton civarındaydı. TAEK, bu temiz çayların sonuçta 12.500 Bq/Kg aktivite olacak şekilde kirli olanlarla harmanlanıp satılmasına karar verdi. Böylece depolardaki temiz çaylar kirli çaylarla kirletilmiş oldu. Ancak bu karar aralık ayında alındı ve en çok radyoaktivite içeren ilk ürün radyoaktif çayların büyük bir kısmı bu arada tüketilmişti.
Kazadan sonra 29/5/1986 tarihinde “Türkiye Radyasyon Güvenliği Komitesi” oluşturuldu ve bu komite kaza ile ilgili yapılacak tüm işlemlerde yetkili kılındı. Bu Komite; Başbakanlık, Genel Kurmay Başkanlığı, İçişleri Bakanlığı, Atom Enerjisi Kurumu Başkanlığı, Dışişleri, Tarım Orman ve Köyişleri, Sanayi ve Ticaret, Sağlık ve Sosyal Yardım, Kültür ve Turizm Bakanlıkları, Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlığı, Çevre Genel Müdürlüğü temsilcilerinin katılımıyla kuruldu. Komitenin 26 Mayıs 1986 tarihinde Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı’na (YÖK) gönderdiği bir yazı, 28 Mayıs 1986 tarihinde başkan Vekili Kemal Karhan tarafından üniversitelere gönderildi. Bu yazıda; “Karadeniz’de radyasyon seviyesini tesbit etmek üzere bazı üniversitelerin gerekli koordinasyon ve işbirliğine riayet etmeyerek ölçümler yaptığının anlaşıldığı belirtilmekte, Türkiye’nin radyasyon ölçümleri, sonuçları ve etkileriyle ilgili olarak Türkiye Radyasyon Güvenliği Komitesi’nin bilgisi ve izni dışında herhangi bir yayın yapılmaması, ayrıca bugüne kadar yapılan ve yapılacak çalışmalarla ilgili bilgi ve belgelerin söz konusu komiteye bildirilmesi istenmektedir.” ifadesi vardı. Bu yazı pek çok üniversitede ilgili öğretim üyelerine imza karşılığı verildi ve çok etkili oldu. Konu ile ilgilenen öğretim üyelerinin büyük bir kısmı ölçüm sonuçlarını açıklamadılar.
Biz ODTÜ’de kazanın duyulduğu günden itibaren ot, süt, hava örnekleri ve benzer örneklerde radyoaktivite ölçümleri yapmaya çalıştık. Yurt dışına gönderilen çayların yüksek düzeyde radyaoaktivite içerdiğinden Almanya’dan geri gönderildiğine dair haberlerin gazetelerde çıkması üzerine yoğun olarak çay örneklerinde radyoaktivite ölçümleri yaptık. Laboratuvarımıza üniversite mensuplarından ve üniversite dışından adeta yağmur gibi gelen çay örneklerinde gözlediğimiz radyoaktivite düzeylerinin çok yüksek oluşu bizi çok üzüyordu. Çay; Türk toplumunda çocuk, hamile herkesin çok yoğun tükettiği bir üründü. O tarihteki Cumhurbaşkanı Kenan Evren bile bize radyaoaktivite düzeyi ölçülmek üzere çay örneği yolladı. Bu arada ülkenin üst düzey yöneticileri çayda yüksek düzeyde radyoaktivite olduğunu, ancak çayın marul gibi yenilmediğini, çaydaki radyoaktivitenin çok azının deme geçeceğini, o nedenle insan sağlığı için ciddi bir sorun yaratmıyacağını ifade ediyorlardı. O tarihte özel televizyon kanalları faaliyette değildi. Aynı yöneticiler TRT televizyonunda halkın karşısına çıkıp her fırsatta çay içiyorlardı ve gazetelere ellerinde çay bardakları ile pozlar veriyorlardı. Oysa öğretim üyeleri kendilerine uygulanan yasaklar nedeni ile bu konularda konuşamıyorlardı.
Biz ODTÜ’de radyoaktivitenin deme az geçeceği varsayımına hiç inanmadık. “Çayda bolca bulunan radyoaktif sezyum yemek tuzu gibi suda çok çözünen bir elementtir, o nedenle deme bolca geçmelidir” diye düşünüyorduk. Sezyumun hangi oranda deme geçeceğini belirlemek üzere bir dizi deme geçme deneyi yaptık ve gördük ki radyoaktivitenin %65-68’i deme geçiyor. Bu bulgumuz bir bakıma iyi bir haberdi. Halka çayı demlemeden önce sıcak su ile çalkalamaları şeklinde yapılacak bir uyarı çaydaki radyoaktivitenin en az yarısından kurtulmak anlamına gelecekti. Bu bulgularımızı bir rapor haline getirip Radyasyon Güvenliği Komitesine sunulmak üzere 16 Ocak 1987 tarihinde ODTÜ Rektörlüğüne sunduk. Raporda bulgularımızdan söz ediyor ve özetle aşağıdaki istekleri dile getiriyorduk.
“Özellikle çocuklar, hamile ve emzikli kadınların çay tüketimlerini azaltmaları gerektiği vurgulanmalıdır.
Çay demlenmeden once sıcak su ile yıkandığında aktivite yarı yarıya azaldığından bu konuda gerekirse basın aracılığı ile tüketiciler uyarılmalıdır.
Piyasaya daha fazla radyoaktif çay sürülmemelidir. Radyoaktif çayların, radyoaktif olmayan çaylarla harmanlanması durdurulmalı ve radyoaktif olanlar imha edilmelidir. Sezyum-137’nin yarı ömrü 30 yıl olduğundan, bekletmenin pek bir yararı olmıyacaktır (çayların sadece sezyumdan kurtulmaları için on yarı ömür, yani 300 yıl bekletilmesi gerekmektedir).
Piyasaya sürülmüş olan radyoaktif çaylar toplanıp imha edilmelidir.
Çernobil olayı nedeni ile çeşitli kaynaklardan alınan radyasyon miktarı toplum sağlığı açısından sakınca yaratabilecek boyutlara ulaşmıştır. Bu nedenle diğer kaynaklardan, özellikle tıbbi amaçlı rontgen çekimi gibi uygulamalardan alınan radyasyonun en aza indirilmesi için özen gösterilmelidir.
Başbakanlık Radyasyon Güvenliği Komitesi tarafından YÖK aracılığı ile üniversitelere konulan radyasyon ölçüm sonuçlarının açıklanması konusundaki yasak kaldırılmalı, bu konudaki çalışmalar yaygınlaştırılmalı ve sonuçlar açıkca tartışılmalıdır.”
Bu raporu ODTÜ Kimya Bölümü’nden Olcay Birgül, Ali Gökmen, İnci Gökmen ve Biyoloji Bölümünden Aykut Kence hazırladılar. Ancak o tarihte 2 yaşında bir oğlumuz olduğundan, işten çıkarılma ihtimaline karşı Ali Gökmen’in raporu imzalamamasını kararlaştırdık. Raporu hazırlıyanlardan Olcay Birgül Çamlıhemşin’li idi ve o bölgede çay toplayan ve işleyen işçilerin sağlığından endişe duyuyordu. Ağustos ayında Karadenizde etkilenen yerlere doğru yola çıktı, ama geçirdiği bir trafik kazası sonucu 17 Ağustos 1987 tarihinde vefat etti. Daha sonra onun adına ODTÜ’de kurduğumuz vakıf aracılığı ile ODTÜ öğrencilerine burs veriyor ve adını yaşatıyoruz.
Sözü geçen bu rapor 27 Ocak 1987 tarihli Hürriyet gazetesinde başhaber olarak yayımlandı. O zaman Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) Başkanı olan Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre ODTÜ Rektörlüğüne bizi şikayet eden hakaret dolu bir mektup gönderdi. Mektubunda bizim deney sonuçlarımızın yanlış olduğu, çayın doğrudan tüketilen bir gıda maddesi gibi dikkate alınması haksız ve cahilane bir spekülasyon yaratmaktan öteye gitmediğini dile getiriyordu. Bizim raporumuzda belirtilen deme geçiş oranlarının büyük hatalar içerdiğini, TAEK’de yapılan yüzlerce ölçüm sonucu deme geçme oranının %1.66, maksimum %3 olduğunu ifade ediyordu. Mektupta devamla; “Bu esaslar çerçevesinde, hatalı deney sonuçlarının gazete aracılığı ile kamuoyuna duyurulmasında bilimsellikten öte başka amaçların gerçekleştirilmek istendiği anlaşılmaktadır. Bilimsellik kisvesi altında bilimi kamuoyunu tedirgin etmeye alet etmek gibi adi ve pepaye bir gayeye vasıta kılmak gayretkeşliği, hamile kadınlarda panik yaratabilecek ve pekçok bebeğin doğmadan katline vesile teşkil edebilecektir. Bu davranış, bu raporu kaleme almış sözde bilim adamlarına şeref vermediği gibi ODTÜ için de fevkalade büyük bir talihsizlik teşkil etmektedir. ODTÜ gibi ülkenin irfanına hizmet eden bir müsessesenin manevi itibarını zedeleyen bu kabil suiniyet sahibi kişilerin ODTÜ bünyesinde barınabilmiş olmasını derin bir üzüntüyle karşılamakta olduğumuza inanmanızı saygılarımla istirham ederim” deniliyordu. 1993’de kanser vakalarında artışlar gözlenmesi üzerine bu olay yeniden gündeme geldi ve bir televizyon kanalında yapılan programda bu mektubun içeriği Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre’ye sorulunca aynı fikirde olduğunu dile getirdi. Bunun üzerine raporda imzası olanlardan İnci Gökmen ve Aykut Kence; Prof. Dr. Özemre aleyhine hakaret davası açtı ve kazandı.
Raporumuzun gazetede çıkması üzerine Radyasyon Güvenliği Komitesi Başkanı, Sanayii Bakanı Cahit Aral raporu hazırlayan dört öğretim üyesini Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezinde (ÇNAEM) sonuçları kontrol etmek üzere davet etti. 13 şubat 1987 tarihinde ÇNAEM’de yapılan toplantıya; Kurumun temsilcileri, Sağlık Bakanlığından bir temsilci ve Tıp Fakültesinden bir Öğretim Üyesi katılmıştır. 22 saat aralıksız süren toplantıda ODTÜ’nün radyasyonun kuru çaydan deme geçme oranının doğru olduğu anlaşılmış ancak halka gerekli uyarıların yapılması konusunda bir uzlaşma sağlanamadığı için ortak bir açıklama yapılamamıştır. Daha sonra yapılan toplantıda Cahit Aral; “çay konusunda beni yanılttılar” şeklinde konuşmuştur.
Bu tarihten sonra ÇAY KUR Başkanı, TAEK Başkanı ve Sanayii Bakanı görevden alınmışlardır. Bu tartışmaların ardından depolarda kalan radyoaktif çayların imha edilmesine karar verilmiş, bir kısmı gömülürken, bir kısmı da ÇAY KUR’un değişik yerlerdeki depolarında saklanmıştır.
SONSÖZ...
Hiç bir koşulda, hiç bir konuda bilim insanlarına yasak getirilmemelidir. Bilim insanları çeşitli fikirleri gerek meslekdaşları, gerek halk, gerekse politikacılar ile tartışarak olgunlaştırırlar ve bunun sonucu olarak en iyiye, en doğruya ulaşmaya çalışırlar. Ancak benzer yasaklamalar yer yer 17 Ağustos depremi sonrasında da gündeme gelmiştir.
Çernobil sonrası TAEK Başkanı’nın; “Benim zavallı halkım bekerelden ne anlar” türü açıklamaları hiç doğru değildir. Eğer iyi bir şekilde anlatılırsa her seviyeden insanımız her konuyu anlayabilir. Nitekim Akkuyu Nükleer santrali tartışmaları gündeme geldiğinde Akkuyu’luların bir kısmı santrale ilişkin pek çok gerçeği gayet güzel anlamışlar ve bilim insanlarından daha açık ve yalın bir şekilde dile getirmişlerdir. Türkiye’de benzer olaylarda halkın sağlığı herşeyin önünde olmalıdır.

BEN BU ÇIĞLIĞI DUYDUM...

Hale Özen-Sinop Çevre Dostları Derneği


1992’de yeniden Sinop’a döndüğümde günlerce denize koştum. Bazen içinde çakıl taşları gülümsüyor bazen rüzgarla azan dalgalar kıyıyı dövüyordu. Uzun ince yollarından geçtiğim hayatın bundan sonrasında Sinop’ta olacaktım. Nereden gelip nereye gittiğimi, kimlerden olduğum anlatmayacaktım. Köklerim buradaydı; birkaç kilometre ötede ablam, kardeşim, bitişiğimde okul arkadaşım vardı. Deniz de aynıydı. Ama bazı lezzetler eksilmişi; mis kokulu portakal bahçeleri gitmiş, çakaduz (yöresel salamura )yaptığımız yeşil zeytinler kalmamıştı. Sinop Çevre Dostları Derneği’nin kurucusu oldum. Zamanı geri çeviremezdik ama kalanı korumalıydık. Bir farklılık daha vardı; bizden saklanan Çernobil gerçeğinin sonuçları yaşanıyordu. Binlerle ifade edilen sakat çocuktan, onlarla ifade edilen kanser olayından söz ediliyordu.
Sinop’ta nükleer santral kurma projesini öğrenince, evlat acısı yaşamış bir insan olarak, en fazla anneleri düşünüp yönümü ona karşı durmaya çevirdim. İsimlerini ve emeklerini sayfalara sığdıramayacağım sevgili Sinoplularda; nükleere karşı mücadelede kilometre taşı olan çok değerli dostlarımız Ünal ERDOĞAN, Arif KÜNAR, Nesrin TİMUR, ve saymakla bitiremeyeceğim diğer dostlarımızdan Sinop’a gelen bilgi, Çernobil sonuçları nedeniyle akan gözyaşları öfkeye dönüştü.
Halkın temsilcisi Belediye Başkanı Ali KARAGÜLLE gürledi meydanda; “Cesedimi çiğnerlerler!”. Artık Akkuyu da geçilemezdi Sinop da. Çernobil etkileri ise sürüyordu. Bir akşamüstü bir yakınımın oğluna uğradım. “Sen de gel” dedim cevap veremedi. Küçük bir kağıda yazdığı yazıyı gösterdi; “Sesim kısıldı, doktor konuşma dedi konuşamıyorum”. 6 ay geçmedi kaybettik; Kanser (1994, Sıtkı ÖZKAPTAN, 40 yaşında), Arkasında; biri babasını hatırlamayacak bir bebek, biri her şeyini babasıyla paylaşmak isteyen çocuklarını bıraktı.
1997’de erkek kardeşim cerrahi ihtisasına başladı, Ankara’ya taşındılar. Nükleer karşıtı toplantılar için Ankara’ya gittiğimde onlardaydım. Eşinin sırtında ağrı vardı, akciğer filmi çekildi, bir şey gözükmedi. Birkaç ay içinde ağrıları arttı, tekrar film çekildi akciğer gözükmüyor filmde çünkü su dolu.Dünya başlarına çöktü. Bütün aile göçüğün altında kaldık, savaş başladı. Kardeşimin içinde bulunduğu topluluğun tüm değerli hocaları fikir üretti. Bir umut Amerika’ya gittiler, sonuç doğrulandı. Ameliyatla akciğerin üçte biri alındı,. 4 aylık tedavi sonunda umuda sarılarak döndüler. Birkaç ay geçti yine ağrılar başladı. Bir umut daha; alternatif tedavi. Yaşam için bir umut kırıntısından bile vazgeçilemezdi. Yeniden Amerika’ya gittiler yine umuda sarılarak döndüler. Ağrılar kesilmedi. Arttı arttı. Savaş sürdü, ağrılar arttı. Her gün ölüm korkusu, her gün yaşam mücadelesi iliklerimize kadar sardı. Ya çocukları; biri 15 yaşında Ozan, diğeri 18 yaşında Ezgi. Küçük deseniz değiller, yetişkin deseniz değiller. Bu çocuk bedenleri, bu çocuk ruhları böyle kedere nasıl dayanacak, ne söyleyeceksiniz, dayanacaklar doğa bunu emrediyor ama yıkımı nasıl önleyeceksiniz.
Baba doktor, anne çocuklarını görmek istiyor, anne evde yatıyor. Burnundan oksijen veriliyor, kolunda serum, akciğerin suyunu almaya diren ve sonda takılı. Eriyen, dayanılmaz ızdıraplar içinde bir insan. Ziyaretten yeni dönmüştüm, ama içimde sıkıntı var, yüreğim dar. Ve bir telefon kardeşimden; O’nu kaybettik (2001, Müjgan OĞUZ, 45 yaşında).
Eğrisiyle , doğrusuyla bir insan, çocuklarını üniversitede, kızını gelin, oğlunu asker görmek isteyen bir anne. Bu insan ağzından burnundan kan fışkıra son çırpınışlarını yapıyor, kaybettiği evladımın olması gereken yaşta ve onun yerine koyduğum Ozan çığlık çığlığa; “Annemi Kurtar Baba!” Baba çaresiz, O çığlık çığlığa; “Annemi kurtarın! Annemi kurtarın!”
Ben bu çığlığı duydum. Çok uzakta, ama yüreğimin ta derinliklerinde ben bu çığlığı duydum. Bitmedi; dayım Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde tedavi görüyor, O da kanser. (Mithat YILDIRIM, 54). Hemen hemen aynı yaşlarda çocukları var. Ve sırada daha kimler var ?
Ben bu çığlığı duydum. Yeni Çernobiller olmasın!






NÜKLEERE GEÇTİK MAŞALLAH...(*)

Ümit Otan-Gazeteci,Yazar
Son sözü de söyleyip yayıncımızın yolunu tutmaya hazırlanırken hiç beklenmedik, yüz sene düşünülse akla, hayale gelmeyecek bir olay yaşandı; üstelik İstanbul'un tam göbeğinde... İkitelli'de bir hurdalıktan yayılan radyoaktif ışınlardan rastlantı sonucu, mesleğinde özenli bir doktorun duyarlılığı sonucu haberdar olduğumuzda yer yerinden oynadı...
Bir parmak büyüklüğündeki Kobalt 60 izotopu, olmaması gereken bir yerden, bir hurdalıktan radyasyon sinyalleri veriyor, yıllardır nükleer artıklar, radyasyon ve nükleer santraller konusunda burnundan kıl aldırmayan, attıklarında mangalda kül bırakmayan yetkililer apışıp kalıyor, trajik durumlar sergiliyor, üstelik yalanlarını yine de sürdürüyorlardı. 8 Ocak 1999'un ılık kış sabahında İkitelli'de yaşam olağan seyrini sürdürüyordu. Çocuklar oyun alanına çevirdikleri hurdalığın bahçesinde oyunlarına dalıyor, analar bir yandan çocuklarını gözleyip, diğer yandan gündelik işlerini yapıyorlardı. Çocukların oynadığı hurdalıkta çalışan Naki ve İlyas Ilgaz kardeşler de o sabah bir aydır çare bulamadıkları sağlık sorunlarına bir çözüm için Özel Güneş Hastanesi'nin yolunu tutuyorlardı. Haftalardır gitmedikleri hastane, doktor kalmamıştı, ancak kusma, bulantı, halsizlik şikayetleri sürüyordu. Hastanenin iç hastalıkları uzmanı Çağlar Canpolat'ın karşılarına çıkması hem onlar hem İkitelli'de yaşayanlar için büyük bir şanstı, ama onlar bunu bilmiyorlardı. Canpolat da olayı ıskalayıp, “gripsiniz, midenizi üşütmüşsünüz” diyerek onları bir iki antibiyotikle evlerine yollayabilirdi. Ama Canpolat hiç kimselerin aklına gelmeyecek olanı buldu: Hastaları radyoaktif maddeyle karşı karşıya kalmış ve büyük oranda radyasyon yüklenmişlerdi. Hemen ilgili yerleri aradı. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Küçükçekmece Nükleer Araştırma Merkezi'nin başta Müdür Vekili Yaşar Özal olmak üzere tüm ilgilileri İkitelli'deki hurdalığa gittiler. Şok olay kısa sürede duyuldu ve tüm medya İkitelli'deki hurdalıkta yerlerini aldılar...
Naki ve İlyas Ilgaz kardeşler, bir ay kadar önce bir depodan 1850 kilo ağırlığında iki kurşun kütleyi 10 milyon Lira vererek almışlar. Kurşundan yararlanmak için dükkanlarına getirip parçalamışlar. Ilgaz kardeşler parçaladıkları kurşun kütlenin kobalt 60 gibi radyoaktif kaynağın koruyucusu olduğunu, radyoaktif atıkların imha edilemediğini, doğal ömrünü tamamlayabilmeleri yani zararsız hale gelebilmeleri için binlerce yıl geçmesi gerektiğini nereden bilebilirlerdi. Ilgaz kardeşler tabii ki bilemezdi, peki bilmesi gerekenler neredeydi? Hastanelerin ışınla tedavi ünitelerinde kullanılan bu tür radyoaktif maddelerin ülkeye girişi, kullanımı ve atık haline geldikten sonra gerekli yerlere teslimini Türkiye Atom Enerjisi Kurumu izliyordu, daha doğrusu izleyemiyordu. İthal edilen ülkeye gönderilmesi gereken tehlikeli atık, pahalıya mal olduğu için hurdalığa satılmış ve kurtulunmuştu... İkitelli'deki hurdalık ana baba günüydü. Kurşun kütlenin için- den çıkan 3 santim çapında 7 santim uzunluğundaki radyoaktif kaynak, yani ortalığı radyasyon bombardımanına tutan kaynak bulunamıyordu. Televizyonlar olayı naklen veriyordu. Ellerinde ölçüm aletleriyle oradan oraya koşturan .ilgililer, yine de korkulacak bir şey olmadığını söylemekten kaçınmıyorlardı. Yöre halkı radyasyonu görmek, mümkünse tutmak için hurdalığı dolduruyordu. Ortalıkta görünen bir şey yoktu. Kapı önüne bir emniyet şeridi çekilmiş, insanlar fazla yaklaştırılmıyordu ama bir sürü yetkili içerde koşturup duruyordu. Hele birinin eline tırmığı alıp haydi yallah demir yığınlarına koşturması sonra ikazlarla geri koşması insanları güldürüyordu. Bir yetkili elindeki ölçüm cihazını gazeteciye gösterip o anda orada standartların üzerinde radyasyon olduğunu söylüyor ve geri çekilmesini istiyordu. Hastaneye başvuranların sayısı gitlikçe artıyordu. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Başkanı Cengiz Yalçın böyle bir olayın dünyada ilk kez meydana geldiğini belirtip, “İşimiz zor. Yaptığımız bir çuval pirinç içinde radyasyonlu pirinci bulmak” diyordu. Kobalt 60, 10 Ocak akşamı bulundu. Beton içine gömüldü ve kurşun kaplı bidon içine konularak Çekmece Nükleer Araştırma Merkezi'ne götürüldü. Ancak ikinci kütlenin içindeki çekirdek ortalarda yoktu. Aramalara karşın da bulunamadı. Acaba Türkiye'nin bazı yerlerinde kıyıya köşeye atılmış, bir yerlere gömülmüş bu atıklardan var mıydı? Küçük iki nükleer atık karşısında ne yapacaklarını bilemeyenler, Türkiye'ye bir nükleer santral kurulduğunda buradan çıkacak atıklarla nasıl başa çıkacaklardı? Yıllardır uyarı görevlerini yapan bilim adamları, çevreciler, nükleer karşıtları arka arkaya açıklamalar yaptılar. Atalarımızın; ”Bir musibet bin nasihatten iyidir” yaklaşımı, yaşanan nükleer faciayla sanki somutlaşmıştı. Nükleer Fizik Profesörü Tolga Yarman olayı skandal olarak niteleyip, “Bu facianın sorumlusu denetimi sağlayamayan TAEK’tir. Bu facia Türkiye’nin nükleer biri- kimde nerede olduğunu açık şekilde göstermiştir. Nükleer santral bu koşullarda Türkiye için bir macera olacaktır” diyordu. Çernobil felaketi sonrası yıllarca uyarılarını sürdüren ve TAEK yetkililerinin hışmına ve hakaretlerine uğrayan ODTÜ Öğretim Üyesi Prof. Dr. İnci Gökmen de artık sıradan yurttaşların tehlikeyi somut biçimde gördüğünü ve yalanların arkasındaki gerçeklerin ortaya döküldüğünü söylüyordu.
Medya olaya “nükleer kaza” başlığını uygun bulmuştu. Oysa yaşanan, nükleer bir facia, bir aymazlık, duyarsızlık örneğiydi. Yıllardır nükleer santral yapma sevdasıyla nükleer enerjinin yalnızca “nimetlerini” anlatan, karşı görüşlere saldıran, çoğu kez yalan söyleyen tüm nükleerseverlerin, kendini bilim insanı sa- nanların bundan sonra Akkuyu'ya bir nükleer santral kurulmasını nasıl savunacakları merak konusu. Ne diyorlardı onlar; “Nükleere geçeceğiz inşallah”. Eh, fazla beklemedik.

“Nükleere geçtik maşallah...”

(*) Ümit Otan; “Nükleere geçeceğiz inşallah”, Çınar Yayınları, 1999









































2. BÖLÜM


ELLER ELLER HAVAYA,
HAYDİ AKKUYU’YA...

17 Ekim 1993 tarihinde Ankara’da yapılan 1. Nükleer Karşıtı Kongre’den, 8-9 Ağustos 2000 tarihleri arasında yapılan 7.Akkuyu Zafer Şenliği’ne kadar; tam 7 yıl boyunca her yıl tekrarlanan Akkuyu Şenlikleri, Nükleer Karşıtı Platformlar, Nükleer Karşıtı Kongreler, Dünya Dostları Derneği, Nükleer Santrallere Karşı Güçbirliği Platformu, Ütopyalar toplantıları, yapılan yüzlerce eylem, mahkeme, panel, toplantı, miting, konser, bildiri, broşür, afiş, rozet, kitap, TV-Radyo programları, dergi-gazete yazıları, kilometrelerce ileri-geri yürüyenler, bisiklet, şamrel, kayıkla, otostopla Akkuyu yolculukları, Akkuyu’daki Yeşil Ev, Atoma Karşı Ev, Büyükeceli Çevre Derneği, referandum, yerel seçim, Ağaçkakan Dergisi, Akkuyu Postası, Git Dergisi, Çevre Gazetesi, “azmanlar”, “uzmanlar”, “dönek” belediye başkanları, görevden alınanlar, işten ayrılmak zorunda kalanlar, Akkuyu’da aylarca yaşayanlar, partiler, dernekler, kavgalar, küskünlükler, dedikodular, ayrılmalar, dostluklar, birliktelikler, acı-tatlı tüm anılar, değerlendirme toplantıları, tartışmalar, Hayat Motel akşamları, şarkılar, rakılar, balıklar, uykusuz geceler, sıcaklar, sivrisinekler, uzun-kötü-tehlikeli otobüs yolculukları, bitmek tükenmek bilmeyen telefonlar, fakslar, yazışmalar, solcular, sağcılar, anarşistler, yeşiller, ekolojistler, feministler, sosyalistler, çevreciler, sosyal demokratlar, milliyetçiler, şortlular, uzun saçlılar, başörtülüler, Sinoplular, Bergamalılar, Ukraynalılar, sanatçılar, yazarlar, milletvekilleri ve daha birçok güzel/çirkin başka şey-insan-mekan-olay bu uzun hikayede yer aldı.
Bu hikaye’nin daha önce yazılmamış olan geçmişini ve daha az bilinen ilk kısımlarını, bazı değinilmemiş/ortada kalmış “genel” olayları, bilgileri, belgeleri kendi kronolojisi içinde derlemek ve yazmak görevini ben üstlenmiştim. Ancak yakın tarih açısından oldukça uzun sayılabilecek bu 7 yıllık sürece dair tüm “yaşananları”, doğrudan tek bir kişi/bakış/üslup/kurgu ile yazmak yerine; bizatihi bu süreci farklı “yaşayanların” anlatmasının/yazmasının daha “doğru” ve “anlamlı” olacağını düşündüm.
İşte bu yakın sürecin anlatıldığı kitabımızın ikinci bölümünü; ulaşabildiğim “azmanların” ve “uzmanların” doğrudan bu kitap için yazdıklarından, yazıları çeşitli nedenlerle elime ulaşamamış olanların da, daha önce yayınlanmış başka yazılarından oluşturmaya çalıştım. İzlediğim bu kurgu ve tarz; hem bu hikayenin-kitabın selameti açısından, hem de Nükleer Karşıtı Hareketin kendi özgün üslubu-renkleri-bileşenleri açısından biraz da zorunlu idi.




















1. AKKUYU ŞENLİĞİ...

Arif Künar
Ağaçkakan Dergisi’nin Mayıs-Haziran 1994 sayısında yayınlanan bir çağrı, Akkuyu’da 7 yıl boyunca yapılacak olan geleneksel şenliklerin de müjdecisiydi; “18-24 Temmuz 1994 tarihlerinde Akkuyu’da son kez denize girmemek için, kamp yapıyoruz. Bütün dünya dostları bu etkinliğe davetlidir. Bir yandan kamp yapıp, nükleer karşıtı ateşler yakacağız. Bir yandan yöre halkını, köyleri ziyaret edip, bu güzel ve haklı mücadelede yalnız olmadıklarını söyleyeceğiz. Üstelik akşamları kamp ateşinin başında tartışmalarımızı sürdüreceğiz”. Ağırlıklı olarak, 17 Ekim 1993’de Ankara’da yapılmış olan 1. Nükleer Karşıtı Kongre’ye katılan grup ve kuruluşların oluşturduğu ve kendilerini Nükleer Karşıtı Platform içinde gören bireylerin katılımıyla gerçekleşen bu ilk Akkuyu buluşması; Anti-Nükleer Hareketin köylülerle ve yöreyle ilk gerçek “buluşması” idi.
Akkuyu’ya ilk gelen kişiler olarak, köyden uzakta sahilde bulunan Hayat Motel’i üs seçerek, 1 hafta boyunca hem Büyükeceli köy kahvelerinde, köy evlerinde hem de civar köylerde gece-gündüz dolaşarak, yöre halkının duyarlılığı harekete geçirmeye çalıştık. Bu umduğumuzdan daha kolay oldu. Arslan Eyce, 1978’lerden beri yıllarca bu tür çalışmalar yaptığı için, köylüler şaşırtıcı derecede bilinçli idiler. Hemen hemen herkes Akkuyu Nükleer Santral Projesine karşı olduğunu, ancak hükümet isterse bunun engellenemeyeceğini söylüyordu. Ayrıca, bu konunun sadece Büyükeceli Beldesi ve ona yakın olan birkaç köyün sorunuymuşcasına algılandığını; Mersin ve ilçelerinin, Türkiye’nin sahip çıkmadığını, mücadelerinde bugüne kadar yalnız kaldıklarını anlatıyorlardı. Bizlerde, yalnız olmadıklarını, Türkiye’nin dört bir tarafından insanların geldiğini, daha da geleceğini, hep birlikte mücadele edeceğimizi anlatıp, kendilerini bu konuları tartışmak ve bundan böyle ortak mücadele etmek üzere Cumartesi günü Hayat Motel’e beklediğimizi söyledik. Aynı çağrıyı, o zamanlar nükleer santrallere bizden daha fazla karşı çıkan Büyükeceli Belediye Başkanı Kemal Güdül’e de makamını ziyaret ederek iletmiştik.
Geceleri de, köy çalışmalarından, gezmelerinden yorgun-argın döndükten sonra, sabahlara kadar durum değerlendirmeleri yapıp, onlarla nasıl bir birliktelik ve mücadele stratejisi uygulayacağımızı tartışıyorduk. Kendi aramızda toplanıp, bir eylem komitesi belirledik. Bu komitede yer alan Savaş Emek’in benim artık hep “uzman” değil, biraz da “azman” olmam gerektiğini söyleyerek; “eylem sorumlusu” olmamı önermesi, beni oldukça heyecanlandırdı. Sonunda, köylülerle buluşma günümüz geldi ve civar köylülerle birlikte Büyükeceliler yavaş yavaş Hayat Motel’i doldurmaya başladılar. Belediye Başkanı Kemal Güdül, hoparlörden çağrı yaptırarak, köylüleri belediye’nin otobüsleri ile Motel’e getirdi. Toplantıyı ben yönetiyordum. Daha çok köylülere söz vermeye ve arada da kendi düşüncelerimizi aktarmaya çalışıyorduk. Gelenler zaten yıllardır bu konuda mücadele etmiş, nükleer santrale neden karşı olduklarını bilen kişiler olduğu için, ortam giderek hararetlendi ve haraketlendi. Birden; “bu konuşmaları biz yıllardık yaptık, dinledik, biliyoruz, artık bizi duymaları için birşeyler yapmak lazım, hemen harekete geçmeliyiz” sesleri yükselmeye başladı. “Mersin-Antalya karayoluna çıkalım, arabaların önünü keselim” önerileri arasında ayaklanan köylüler, yürüyerek santrale gitmek üzere yola çıktılar. Bu arada Belediye Başkanı; “ana yola çıkmayın ve yolu kesmeyin; bu hem yasal değil, hem de tehlikeli” diyerek, otobüslerle santralin kapısına gidip, protesto edilmesini istemeyerek te olsa kabul etti.
Santralin yakınlarında otobüslerden inip pankartlarımızı açtık ve sloganlar eşliğinde yürüyüşe geçtik. Ancak santralin kapısında duran bekçi, jandarma çağırmak zorunda kalacağını, santralin içine girilemeyeceğini bağırıyordu. Özellikle başta köylü kadınlar ve gençler, ölmek var dönmek yok, santralin içine gireceğiz diyerek, barikatı aşıp, santralin yapılması planlanan koya doğru yürümeye başladılar. Bu arada, bizim arkadaşlar da, santrale giden yola, duvarlarına, taşlara; “Atoma Hayır”, “Yaptırmayacağız-Yurttaşlar” sloganları yazıyorlardı. “Eylem sorumlusu” olarak, daha önce kararını almadığımız “santral işgali”için jandarma ile köylüyü birbirleriyle çatışmasınlar diye, koşarak yürüyüşün başına geçip, olanca gücümle; “geri dönüyoruz, eylem bitti” diye bağırıyordum. Zorlanarak ve homurtular arasında, yürüyüşün yolunu kesebildim. Bu arada sesim kesilmişti, bağırmaktan. Eylem her hangi bir çatışma ve şiddet içermeden, başarıyla tamamlanmıştı. Bizim istediğimiz de buydu, köylüyü provakosyana getirip, biz gittikten sonra jandarmayla yüzyüze bırakıp, bundan sonraki eylemlerimizin önünü kesemezdik. Çünkü; gayet soğukkanlı, planlı ve uzun vadeli bir mücadele tarzını kendimize hedef seçmiştik.
Eylem akşamı, köylünün bu yoğun katılımı ve heyacanı bizleri fazlasıyla mutlu etmiş ve gerginliğimiz yerini rahatlamaya bırakmıştı. Türkiye’nin çeşitli şehirlerinden gelen ve çeşitli grupları temsil eden bir çok renkli arkadaşla, herkes kendi hesabını ödemek üzere güzel bir akşam yemeği yedik. Bu gecenin süprizi de; Akkuyu yakınlarında karavanası ve teknesi olan Kadir Altay’ın, 50 kişiyi doyuracak kadar balığı oltayla yakalayıp, bizlerin yemesi için Hayat Motel’e getirmesi idi.
Ertesi günü Belediye Başkanı ve kalabalık bir grup Akkuyu’lu köylü ile bir durum değerlendirme toplantısı yaptık. Hem eylemi hem de bundan sonra neler yapmamız gerektiğini uzun uzadıya görüşmek üzere, bir oturum başkanı ve yazmanı seçtik. Bundan sonraki tüm değerlendirme toplantılarında oturum başkanımız; Oktay Demirkan ve yazman da; Umur Gürsoy oldu geleneksel olarak. Daha o zamanlar mertlik pek bozulmamış (internetsiz, e-mailsiz zamanlar); mektup, faks ve telefon haberleşmesi için bir ağ oluşturduk. Bundan sonraki eylemlerde kullanmak üzere, bir hesap açtırarak havuza para toplanmasına karar verdik. Her 5-6 Ağustos’ta Akkuyu’da santral engellenene kadar şenlik ve eylem yapma kararı aldık. Gelecek yılki etkinliği ve sene içindeki eylemleri koordine etmek üzere Belediye Başkanı’nın da yer aldığı bir komite oluşturduk kendi aramızda.








































2. AKKUYU ŞENLİĞİ... (*)

Nesrin Timur
Malumunuz nükleer karşıtı mücadele adım adım gidiyor ve bu şenlikle birlikte çok önemli adımlar atıldı. Bazen şu “adım adım” konusu kimi zaman atılan çelmeler ve saptırmalar nedeniyle engebeli koşuya dönüşüyor ama önemli değil. Zaten Silifke'nin o sıcağında eylem yapacağız diye terden ıslak ıslak koşturmak da önemli değildi. Koşturma için araba bulamamak, yanınızda Fatoş isminde bir arkadaşınızın 40 derece ısıda bir damla terlemeyip 30 derecede üşüyorum diye tutturması; hiç, hiç önemli değildi. Hele onca terlemeye karşın vücudumu terketmemekte kararlı yağ katsayılarından ötürü, Naim'in, üzerinde “Dikkat! Fil var” yazılı plaketi bana hediye etmesi hiç mi hiç önemli değildi. Kimilerinin ”Hadi yapın da görelim” ya da “biz sizden daha iyisini yaparız” tavrı, pansiyonların dolu olması, sivrisinekler, parasızlık, bazı aklı evvel gazetelerin sıkma böreğe takması hiçbir şekilde önemli değildi. Önemli olan çevreci-yeşil-ekolojist cenahın, yerel halkla, yerel yönetimlerle- kitle örgütleriyle ve politikacılarıyla birlikte ortak bir adım atması ve bu adımı bu renkliliği tüm kamuoyuna göstermesi idi. Oldu, hem de çok güzel oldu.
Yöre belediye başkanları bu şenliğe sahip çıkmaya ve ev sahipliği yapmaya ön görüşmelerimizde karar vermişti. Nitekim, şenlik alanında kurulacak yörük çadırından, satılacak sıkma böreğine; ulaşımdan, eylem iznine kadar tüm konular yapılan toplantılarda karar verilerek hayata geçirildi. Ama galiba bazıları McDonald's hamburgerleri istiyormuş ki gazetelerinde “köylü börek sattı, para kazandı” diye veryansın etti. Yani anlayamadım ki, kim satacaktı da para kazanacaktı ya da millet aç susuz mu dolaşacaktı?
Her neyse, bir kısmımız bir hafta öncesinden gittik ve tüm bu çalışmaları yürüttüğümüz sırada, susmayan telefonlar, gelen gidenler, aksaklıklar, güzel haberler, doğal olarak heyecanımızı ve gerilimimizi arttırıyordu. E biz de bu heyecanı yenmek ve sivrisineklerden korunmak amacıyla akşamları rakımızı içiyorduk (başka bir niyetimiz yoktu). Önceden gelenlerin kimisi çadırda, kimisi otelde, kimi ise uyku tulumunda kalıyordu. Batur arkadaşımız sabah akşam rüzgar gülleriyle uğraşırken, Mete pankart boyuyor, Devrim telefon bekliyor, Remziye Hoca Mersinlileri toplamaya çalışırken, Nazmiye Hoca pankartlarını açmış propaganda yapıyor, Savaş telefonlara yanıt vermeye çalışıyor, Noyan çelik gibi disiplinin temsilcisi olarak görüşmelere katılıyor, Naim'de herkese yer bulacağım diye krize giriyordu. E ben de eğlenmiyordum tabii; çalışıyordum (galiba yani; hatırlamıyorum ki).
Biliyorsunuz bisikletli dört arkadaş (Devrim, Mete, Serhat ve Hüseyin) İzmir'den; Özgür Gürbüz ise geri geri (anarya) yürümek üzere Mersin'den şenlikten onbeş gün önce yola çıkmışlardı. Kıt bir bütçe ile yola çıkan bisikletliler, Akdeniz'in batısına şenliği ve nükleer santralı anlata anlata geldiler, TV'lere, radyolara çıktılar, röportajlar yaptılar ve Allahtan erken gelip şenlik için koşturdular. Özgür ise Mersin'in maskotu oldu. Köylülere bile uzun saçlarını ve küpesini sevdiren Özgür, yol boyu yerleşim alanı bol olduğu için binlerce insanla konuşarak ve sürekli basının ilgisini çekerek geldi. Ayrıca, yine basında yer verilen bir başka eylem de, Tarsus'tan dört çevreci arkadaşın yürüyerek gelmesi idi.
Ve şenlik günü geldi. Biz de o bildik “o yok, bu nerede” paniğini yaşıyoruz. Ağaçlar arasına sandalyeler yerleşmeye, platform kurulmaya ve otobüsler gelmeye başladı. Doğal olarak en heyecanlı Belediye Başkanı ve ev sahibi Kemal Güdül'dü. Mersin, Tarsus, Taşucu, Gülnar'dan Belediye Başkanları, İskenderun Koruma Derneği, DAÇE, Bodrumlular derken birer birer arabalar geldi. Kapıda İskenderun'dan Şemsettin Bey ve başka bir kaç kişi daha karşılama yaparken, Ağaçkakan, Hilmi Çamurdan standları açıldı her zamanki gibi. Ve Sinoplular, ta Karadeniz'den destek olmaya gelen bu bir minübüs insan, pankartlarıyla alana girdiklerinde büyük sevgi gösterisi yapıldı. Derken Mersinliler, Adanalılar, Ankaralılar geldiler. Ardından Ercan Karakaş'ın, Aydın Güven Gürkan'ın ve diğer yöre milletvekilleri ve partililerin olduğu heyet geldi. Ama İstanbullular hala ortada yoktu; neyse ki öğleden sonra ulaşabildiler. (Meğerse İstanbullu Dünya Dostları ve Çepeçevreciler, Taşucu'ndan sonra denizden gelmeye kalkmışlar ve santrala kadar gidip, geri dönmüşler.) İstanbullular yoktu ama, birkaç gün önce gelen pankartları şenlik meydanına asılmıştı bile; İstanbullu Dünya Dostları.. Şenlik alanı tam bir pankart cümbüşü gibiydi. “Halkın Yeşilleri” pankartı bile vardı.
Kemal Güdül, bisikletlileri ve Özgür'ü karşıladıktan sonra açılış konuşmasını yaptı ve konuşmalar başladı. Dünya Dostları adına Saynur Gelendost, yurtdışından gelen Ümit Öztürk ve bir Alman konuk, parlamenterler, belediye başkanları sırasıyla konuştular. Aydın Güven Gürkan'ın “Eğer partim, nükleer santrala karşı olduğunu açıklamazsa bırakın aday olmayı, oy bile vermeyeceğim” sözü ortalığı kızıştırdı ve diğer milletvekilleri de işi “hep birlikte partilerimizden istifa ederiz”e kadar götürdüler. E tabii bunlar da bizim duymayı istediğimiz sözlerdi. Arada çıkan müzik grupları eşliğinde eğlence de bir yandan sürüyordu. İlginçtir eskinin “twist” oyunu bu yörede halk oyunu gibi yerleşmiş. Belediye Başkanları “twist” yaptılar, kendi yöresel oyunlarını oynadılar. Bu arada Yaşar Öztürk, Naim ve ben, ne zaman fırsatını bulup oyuna dalsak, Savaş bizi yaka paça çıkarıyor, kös kös işe gönderiyordu. Kazara ortalıktan kaybolduğumuz zaman ise, takdimci arkadaş tarafından anons yapılarak aranıyorduk. Artık herkesin "kanı bitlenmişti", biran önce yürüyüş isteniyordu. Ve o çok güzel görüntülü insan zinciri başladı. Arif zincirin en önündeydi ve bir yandan insanları zincir yapmaları, hızlı ya da yavaş gitmeleri konusunda uyarıyor, bir yandan da elindeki kamerayla çekim yapıyordu. Aramıza yeni katılan Mersin 68'liler Vakfından Doğan arkadaş, tipik bir 68'li gibi, arkada kalanları zincire sokuyor, arabaları yönlendiriyordu. Adanalı SOS Akdenizciler, en ilginç tişortları giymişler, arabalarının buzluğunda da, akşam konukları için balıklarını hazır etmişlerdi. Saynur Abla, 50 dereceye yakın sıcağın altında, yürüyor, koşturuyordu. Herkes çok keyifliydi. Arada matrak şeyler de olmuyor değildi. Bir genç üzerinde yazısı olmayan bir karton taşıyordu. “Bu ne?” dedim; “ne desek boş” diye yanıtladı.
Taktığı rozetlerden ayaklı panoya dönen Arif bile eylemden hoşnut (yanlış anlamayın Arif'e huysuz demedim) kaldığına göre, varın gerisini siz düşünün. Santral alanına doğru, yokuşun başında yürüyüş düzeni alındı ve kapıya vardık. Kaymakam ve polisler bizi karşıladı. Resmi iznimiz zaten kapıya kadardı. Silifke Belediye Başkanı Sadık Avcı, içeriye kesinlikle izin verilmeyeceğini anlayınca, orada halaylar çekip, geri döneceğimizi söyledi. Ancak artık adet olduğu üzere, bazı arkadaşlar girmek istedi. Kaymakam buna karşı konuşmasında, talihsiz bir endişe ifade ederek, ormanın yanma tehlikesinden bahsetti. Doğal olarak bu konuşma gülüşmelere ve protestolara neden oldu. Ardından alana dönerek şenliğimize devam ettik. Ama birçoğumuzda hal kalmamıştı. Sabahın köründen beri koşuşturma içinde olan bizler de tatlı bir yorgunluk egemen olmuştu. Kaldı ki, bazı arkadaşlarımız iki ayrı belediye başkanının iki ayrı yerde düzenlediği yemeklere de katılmak zorundaydılar. Tabii anlayacağınız gibi, bunlardan birisi de bendim.
Ertesi gün yaptığımız değerlendirme toplantısına sürpriz olarak katılan Büyükeceli ve Gülnar Belediye Başkanları duygu, sevgi ve güven dolu birer konuşma yaptılar. Eksiklerini açık yüreklilikle dile getirdiler ve önümüzdeki dönemde yapılacak ortak etkinlikler için şimdiden daha sıkı bir işbirliği üzerinde durdular. Meral Nazlıoğlu, İnci ve Ali Gökmen'in de çeşitli öneriler yaptığı bu toplantıdan esas olarak; “Akkuyu Sürekli Eylem Kurulu” oluşturulması fikri çıktı. Bu kurul yörenin aktif çalışanlarından oluşacak. Pek kısaca olmadı ama, sizin anlayacağınız çok güzel bir adım atıldı, çok güzel bir etkinlik yapıldı.

(*) Ağaçkakan Dergisi, Sayı:12


















3. AKKUYU ŞENLİĞİ (*)

Osman Uğur-Çevre Gazetesi
Geleneksel Akkuyu Şenliği için Büyükeceli Köyüne gelen nükleer karşıtları, Akkuyu’ya kurulması düşünülen nükleer santralı bir kez daha protesto etti. Bu yıl üçüncüsü gerçekleştirilen şenliğe Türkiye’nin çeşitli bölgelerinden gelen nükleer karşıtları, nükleer santral konusunda oldukça “hassas” olan yöre halkına destek verdi. Şenlikte bir konuşma yapan Nükleer Fizik profesörü Tolga Yarman, nükleer enerjinin Türkiye’yi bir nükleer maceraya sürükleyeceğini söyledi.
RefahYol Hükümeti’nin nükleer santral kurmak için yoğun açıklamalar yaptığı şu günlerde, Akkuyu Şenliği adı altında Büyükeceli Köyünde bir araya gelen yöre halkı ve nükleer karşıtları, hükümet nükleer enerji planlarından vazgeçinceye kadar mücadelelerini sürdüreceklerini açıkladılar. Bu yıl üçüncüsü yapılan Akkuyu Şenliği’nde eleştirilerden en çok nasiplerini alanlar politikacılardı. Dünya nükleer enerjiden vazgeçerken Türkiye’ye nükleer santral kurmak isteyen politikacıların ölüm tacirlerinin hizmetinde olduğunu vurgulayan katılımcılar, yörede kurulması planlanan nükleer santralin Akkuyu’daki tarımı, balıkçılığı ve turizmi baltalayacağını ifade ettiler. Yeni hükümetin nükleer santrallerle ilgili açıklamaların da cahillik olarak değerlendiren katılımcılar, “Bu denli ciddiyetsiz ve yurt sevmez politikaların karşısında ülkemizin sahipsiz olmadığını göstermek ve yöre halkına destek olmak için buraya geldik. Biz yaşamın kaynağı olan toprağı, suyu, havayı ve sağlığımızı savunuyoruz. Tüm bunları katlettikten sonra, elde edecekleri enerji kime ve neye hizmet edecektir?” şeklinde konuştular.
BUNLARIN Kİ KEÇİ İNADI!
Konuşmaların ardından yöre halkıyla halay çeken katılımcılar, bir de “eşekli, keçili basın toplantısı” düzenlediler. Bağnaz yetkililere atıfta bulunulan basın toplantısında, alana getirilen keçi sürüsüne bir konuşma yapan Silifke Kültürel ve Doğal Yaşamı Koruma Derneği’nden Naim Ertürk; ”Sayın Yetkililer, sayın nükleer santral savunucuları. Sözümüz meclisten dışarı, Akkuyu’dan içeri. Şeker arkadaşlarım, ben bu açıklamayı daha önce de yaptım. 550’nizi de bekliyordum. Ama tatildesiniz. Yıllardır bu dağlarda otluyorsunuz. Buraların güzel kekik kokularını biliyorsunuz. Hala bu cennet mekana nükleer santral kurmak istiyorsunuz. Ama vatandaş bunu istemiyor. Radyasyon kötü bir şeydir. Gelin şu keçi inadını bir yana bırakın, memlekete kıymayın” diye konuştu.
Bu arada bir de futbol maçı düzenlendi. Atom Spor ile Yaşam Spor arasında yapılan futbol maçında, Yaşam Spor Atom Spor’u 5-1 yendi. Hakemin Atom Spor’u tuttuğu gözlenen futbol maçında, Yaşam Spor’dan Gürbüz’ün kırmızı kart görmesi Yaşam Spor taraftarlarının tepkisini çekti. Yaşam Spor, attığı gollerden sonra timsah yürüyüşü yaptı. Maçtan sonra radyasyondan ölen ve ölecek olanlar için helva dağıtıldı.
Şenlik alanında nükleer karşıtı pankartlar gözümüze çarpıyordu. Çeşitli siyasi partilerden, sendikalara kadar herkes atom santrali hakkındaki “duygularını” alana asmış. Yöre halkından da insanlar, tüm kararlılıklarıyla atoma karşı duruyorlar. Nükleer Mühendis Prof. Dr. Tolga Yarman’ın konuşmasını yöre halkı pür dikkat dinliyor. Tolga Hoca kendine has üslubuyla, Akdeniz’e neden nükleer santral kurulamayacağından bahsediyor. Bu seneki şenlikte yöre insanı var; Türkiye’nin çeşitli bölgelerinden gelen dernekler, inisiyatifler var, coşku var, katılım var, ama yumruğunu sıkıp objektiflere bakan, programında nükleer santrale karşı olduğunu yazmayan partiye kendi partisi olsa bile oy vermemeye çağıran, Akkuyu’ya nükleer santral kurulmasını tek kurşunla birkaç cinayet işlemeye benzeten politikacılar nedense yok. Hoş, geçen bir yıl zarfında onları gören var mı, o da bilinmiyor. Bunun haricinde herkes alanda. Jandarmalar da yerini almış. Büyükeceli’den dönüşümüzde şenlik alanına giden sapa, toprak yolun her iki tarafındaki askerler yavaşlamamızı işaret ediyorlar. Yavaşlıyoruz. Bir uzman çavuş yanımıza yaklaşıp, kontağı kapatarak arabadan inmemizi, bir askeri disiplin içinde rica ediyor. Alana 10 metre mesafede aranıyoruz. Bu durum dikkatimizi çekiyor. Başka insanlar da bu aramalara maruz kalıyor. Atom Spor-Yaşam Spor maçı için Büyükeceli^ye giderken de jandarma eşliğinde gidiyoruz. Yani sıkı bir göz hapsi denebilir. Ankara’dan Arif Künar, bu durumun bir şey olmadığını ifade ederken ekliyor; “Biz daha olayın balayındayız. Durum daha da sertleşebilir”.
Milletvekillerine derdini anlatamayan Silifke KÜDYAD’den Naim Ertürk’ün keçilere yaptığı konuşma, nükleer karşıtı eylemlere yeni bir tarz katıyor. Naim Ertürk’ün konuşmasını bitirdikten sonra keçilerin hızla alandan kaçması, keçilerin inatlarını sürdürmekte ısrarlı olduğu şeklinde yorumlandı.
Alan kalabalık, Akdeniz’li nükleer santral kurdurtmayacağını bir kez daha gösteriyor. Ankara’daki Bacı’yla Hoca’ya söyleyeceği çok şey var Akdenizli anne ve babanın; “Silifke’nin yoğurdu, sizin gibi atomcuları kimler doğurdu?” diyecekler. Ama bir yakalayabilseler...
Şenliğin sonunda yapılan değerlendirme toplantısında Mersin İl Merkezi’nin nükleer santrale olan ilgisinin artırılması amacıyla yapılabilecek eylemler tartışıldı. Nükleer Karşıtı Hareketin, Mersin ve Adana gibi büyük şehirlere kaydırılması için çalışmalar yapılması bekleniyor. Değerlendirme Toplantısı sonucunda kurulan Akkuyu Sürekli Eylem Komitesi, yazılı olarak yaptığı basın açıklamasında şu görüşlere yer verdi; “Hükümetin, nükleer santral yapımına ilişkin sağlıksız ve dayatmacı tavrına karşı çıkıyor, ülkemizin hiçbir köşesinde nükleer santral istemiyoruz. Elektrik kesintileriyle ülke turizminin etkileneceğini öne süren turizm sektörü temsilcileri, turistin öncelikle ne istediğini bilmek zorundadırlar. Doğayı yok edeceksiniz, ormanları yok edeceksiniz, çevreyi kirleteceksiniz, şemsiye gölgesini parayla satacaksınız, sonra da turizmin sorunlarına sorumlu arayacaksınız. Karanlıkta kalama senaryoları yaratarak, sanayinin ve turizmin etkileneceğini ileri sürerek, işsizliğe neden olunacağı söyleyerek gerçekleri saptırmak mümkün değildir. Bu nedenle, halkımızı yanlış bilgilendirmelerine karşı bilinçlendirmeye devam edecek, bu tür yanlış yatırım kararlarına karşı, demokratik ve barışçıl yöntemlerle, mücadelemizi sürdüreceğiz. Tüm insanları yaşama sahip çıkmaya çağırıyoruz.”

(*) Çevre Gazetesi, Eylül 1996, Sayı:10




































4. VE 5. AKKUYU ŞENLİKLERİ...

Arif Künar
1994, 1995 ve 1996 yılı Ağustos ayında yapılan ilk üç şenlik, farklı deneyimlerle ve yapılan çarpıcı eylemlerle çok coşkulu ve renkli geçmişti. 9-10 Ağustos 1997 tarihleri arasında yapılan 4. Akkuyu Şenliği, bir yıl önce Büyükeceli Belediye Başkanı’nın da içinde yer aldığı ve Nükleere Karşı Belediyeler Birliği’ni oluşturan 27 Belediye Başkanı’nın oluşturduğu bir komiteyle değil, ilk kez Büyükeceli’de oluşan yerel bir tertip komitesiyle gerçekleştirildi. Bunun nedenlerinden bir tanesi daha önce CHP’li olan ve seçildikten sonra ANAP’a geçen ve 1996 yılına kadar “nükleer karşıtı olduğunu” beyan eden Belediye Başkanı Kemal Güdül’ün ilginç bir “manevrayla” aniden! nükleer santral savunucusu olması; bir diğeri de, artık yavaş yavaş anti-nükleer mücadelenin “gerçek yerel sahiplerine” devredilmesi, Nükleer Karşıtı Platform’un da buna destek vermesi yaklaşımıydı. Aslında Akkuyuluların; kendi yağlarıyla kavrulmayı ve ayaklarının üzerinde durmayı öğrenmesi denemesiydi bir parça da.
Özellikle bu iki şenlik, öncekilerden biraz farklı olarak, köy meydanında yapıldı ve “içerik” ve “nitelik” olarak daha klasik bir tarza oturtulmuştu. Köy kahvelerine, evlere asılan afişler, köy meydanını çepeçevre saran pankartlar, köy meydanına gelen her grubun alkışlarla karşılanması ve daha önce hazırlanmış olan bir sahnede gelen konukların ve yöre halkının heyecanlı konuşmaları, kısa tiyatro oyunları, akşam meydan söyleşileri, konserler ve uzun yolculuklarla başlayıp/biten şenlikler olarak, bir anlamda da; “rutinleştiler”...
Özellikle 4. ve 5. Akkuyu Şenliği’nin hazırlık sürecinde, köydeki Yeşil Ev’de 4 ay yaşayarak Nükleer Karşıtı Platformu bu komitede temsil eden Fatma Özdemir’in ve Yeşil Ev’de dönüşümlü olarak yaşayan başta Bilge Contepe’nin, Nesrin Timur’un, Deniz Güman’ın, Timur Danış’ın, Melda Keskin’in, hafta sonları köye gidip gelen Umur Gürsoy, Oktay Demirkan, Arslan Eyce, Yaşar Öztürk, Naim Ertürk ve birçok gönüllünün katkısını da unutmamak lazım.
Bu dönemlerde Nükleer Karşıtı Platform içinde aktif olarak yer almaya başlayan EMO ve TMMOB’nin diğer Odalarının yoğun katılımı ve desteği de, bu şenliklerin niceliksel gücünün yanısıra, niteliksel olarak ta mücadele çıtasının yükseltilmesine ve nükleer karşıtı hareketin ulusallaşıp daha da yaygınlaşmasına yol açtı.
5. Akkuyu Şenliği’ne katılan ve Akkuyu’lu yerel önderlerle tanışan Oktay Konyar; Savaş Emek ve Timur Danış ile birlikte bir sonraki şenliğe yönelik çok farklı projeler, eylem taslakları geliştirdi. Öncelikle Bergama-Akkuyu Mücadele hattı çizildi ve özellikle 6. Akkuyu Şenliği’nde ve daha sonra Akkuyulularla Ankara’da yapılan eylemlerde oldukça başarılı sonuçlar elde edildi. Oktay Konyar ve Bergamalılar; Akkuyululara direnmeyi ve eylem yapmayı gösterdiler. Bunun sonucunda da, Akkuyuluların bizatihi kendi öz güçlerine ve haklı davalarına karşı güvenlerinin daha da artması sağlanmış oldu. Yine benzer bir çaba, 1999-2000 yıllarında Mersin’de de EMO’nun önderliğinde uygulandı ve Mersin’e, Silifke’ye yeni bir “güç”, “coşku” ve “dinamiklik” kazandırdı, anti-nükleer mücadelenin bayrağı yükseltildi.

















6. AKKUYU ŞENLİĞİ;
“Bergama-Akkuyu Köylüleri Bağımsız Türkiye için el ele verdi!”
Meftun Bulunmaz 7-8 Ağustos 1999 tarihlerinde Mersin-Akkuyu'da yapılan 6. Anti-Nükleer Şenlik, Bergama köylülerinin katılımıyla Uluslararası tahkim'e karşı “direniş eylemine” dönüştü. Siyanürcü şirketle on yıldır savaşan Bergama köylüsü; TBMM'nin önünde tahkime karşı başlattıkları eylemlerini, Akkuyu köylülerinin nükleer santrale karşı otuz yıldır sürdürdükleri mücadelesiyle birleştirdi. Yaklaşık 1200 kilometre yol kateden Bergama'nın direnişçi köylüleri, Büyükeceli'de büyük bir sevgi ile karşılandı. Şenlik yerine eylem öneren Bergamalıların, Büyükeceli köylüleri ile yaptıkları toplantı sonunda program değiştirilerek şenlik yerine "Nükleer Santrale ve Tahkim'e karşı direniş" için eylem kararı alındı.
Bergamalı kadınlar, 6 Ağustos akşamı tüm evleri tek tek dolaşarak köylüleri toplantıya çağırdı. Nükleer santrale karşı destek vermeye geldiklerini, Türkiye'ye hep birlikte sahip çıkmak gerektiğini ve tahkimi anlattılar. Köy kahvesindeki toplantıda Büyükeceli Çevre Koruma Derneği üyeleri, köylüler ve Bergamalılar biraraya geldiler. Bergama köylülerinin önderi Oktay Konyar, köylünün vatan sevgisi nedeniyle, kendilerini ezecek tankın yapılmadığını, satın alacak paranın basılmadığını belirterek; “Biz savaşçıyız. Size deneyimlerimizi aktarmaya ve birlikte mücadeleye geldik. Ancak, şenlikle mücadele kazanılmaz. Onlar halktan, işçiden, köylüden korkar. Tahkim Meclis’ten geçerse, ihale de biter”. Nükleer santral “dalı gittim şen geldim, aç koynunu ben geldim. Bana bir yudum su ver, çok uzak köyden geldim” marşını söyleyerek giren Bergama köylüleri uzun süre alkışlandı.
TMMOB'ne bağlı odaların üyeleri de “Tahkim Vatana İhanettir”, “Kahrolsun IMF, Bağımsız Türkiye”, “Atoma Hayır”, “Bergama-Akkuyu El Ele” sloganları ve “Uluslararası Tahkime Hayır” pankartlarıyla alana girdiler. ”Bergama-Akkuyu El Ele, Emperyalist Şirketler Çöpe”, “Uluslararası Tahkime Hayır”, “Nükleer Çetelerin Nükleer Serüvenlerine İzin Vermeyeceğiz”, “Atom Santralına Hayır”, “Nükleer Lobi Akkuyu'dan Defol” pankartlarıyla donatılan köy meydanında yapılan konuşmalarda tahkime ve nükleer santral” karşı tepkiler dile getirildi. Köyün yaslandığı Zeytincik kayasına yazılan çok büyük boyuttaki “Tahkime Hayır” yazısı da, eylemin ana vurgusu olarak meydana damgasını basmıştı.
Büyükeceli Çevre Koruma Derneği Başkanı Ahmet Budak açılış konuşmasında; “Yöremizde yapılmak istenen nükleer santrale de, tahkime de halk olarak karşı çıkıyoruz. Nükleer santral ile tahkim doğrudan bağlantılı. Tahkimi dayatan da nükleer santral yatırımcısı. Hükümet, tahkimin referandumda reddedileceğini görünce, işi Meclis'te bitirmeye çalışıyor. Ülkemizin bağımsızlığı ile ilgili tüm kararları biz vereceğiz” dedi.1983'ten, belediye başkanlığına aday olduğu 1999 Ocak ayına kadar santral bölgesinde çalıştığını belirten Büyükeceli Belediye Başkanı Himmet Büyük; “Enerji sıkıntısından söz edenlerin yüzde 25 kayıpları önleyerek nükleer santral yapımına engel olmalarını istedi. Akkuyu'da yalnız nükleer santral değil, herhangi bir fabrikaya da karşı olduklarını vurguladı”. Gülnar, Aydıncık, Akdere, Yeşilovacık, Sütlüce Belediye Başkanları da mücadeleye destek mesajları verdiler.
TMMOB sözcüsü Haşim Aydıncak; “Tahkimi Bergamalılar anladı, Akkuyulular da anlayacak, TMMOB olarak tahkime ve nükleer santrala karşı mücadelemizi sürdüreceğiz” dedi. TMMOB Genel Yönetim Kurulu üyesi Yusuf Buldu; “250 bin üyesi ile TMMOB; IMF, uluslararası tahkim ve MAI'ye cepheden karşıdır. Biz; Akkuyu ve Bergamalıların gerçek oğulları ve kızları olarak, bağımsız Türkiye idealine sahip çıkıyor, tahkim vatana ihanettir diyoruz” diye ekledi.
Bergamalı köylüler adına konuşan Oktay Konyar da, Bergama'dan birlikte mücadeleye geldiklerini vurguladı; “Onlar ülkeyi ışıl ışıl yapacaklarını söylüyor ama yüreğimizi tahkim ve MAI ile karartıyorlar. Bu onur kırıcı işgal yasasını parlamento onaylayabilir ama biz halk olarak onaylamıyoruz. Haydi hep birlikte tepkimizi göstermeye” diyerek, nükleer santrale kadar yürüyüş eylemini başlattı. Ellerinde Türk bayrakları ve tahkime karşı pankartlarıyla en öne geçen Bergamalı kadınlara yöre kadınları da katılırken, erkekleri de Bergamalı erkekler gibi soyunarak yürüdü. Tüm örgütlerin pankartlarıyla katıldığı yürüyüş boyunca, tahkime ve nükleer santrale karşı sloganlar atıldı.
İki bin kişiye yaklaşan yürüyüşçülerin yolu, Mersin'den getirilen takviye jandarma ve polis güçlerince köy çıkışında kesildi. Oktay Konyar; “Bu köylüyü döver, yere yatırırsanız, dünyanın gözü önünde bunu ödersiniz” diyerek güvenlik güçlerini uyardı. İçel Jandarma Merkez Komutanı'nın yasadışı yürüyüşe izin vermeyeceğini söylemesi üzerine hep birlikte yere oturan eylemciler, çökertme türküsünü söylemeye başladılar. Konyar'ın; “IMF'ye, Tahkime bu ülkeyi teslim edecek miyiz?” sorusuna hep birlikte “hayır” diye yanıt veren eylemciler; türküler söyleyerek, zeybekler oynayarak direnmeye devam etti. Bergamalı Sabahat Gökçeoğlu, güvenlik güçlerine önlerinden çekilmelerini söyleyerek; “Atalarımız, birileri bu vatanı yabancıya peşkeş çeksin diye can vermedi. Vatanı korumak için buradayız, biz Türkiye'nin bekçileriyiz” dedi. Çamköylü Müberra Özyaylalı; “Evde hayvan-hasat, tarla-tapan iş bekler ama biz vatanımızı korumak için yollara düştük” diye ekledi. Büyükeceli'den Mahmut Uzun da; “Bu vatan bize atalarımızdan miras, çocuklarımız için canımızı feda edecek, buraya nükleer santral kurdurtmayacağız” diye haykırdı.
Güvenlik güçlerinin baskısına karşı 45 derece sıcakta, uzun süre bir adım bile gerilemeyen eylemciler, isterlerse önlerinde hiçbir barikatın tutunamayacağını görerek, direnişe son verdi ve köye doğru yürüyüşe geçti. 20 yıldır santrale karşı iken, son iki yılda nükleerci olan(!) beldenin eski Belediye Başkanı Kemal Güdül, evinin penceresinden yürüyüşçülere küfür ederek, saldırdı. “Konuşan” süper lüks Mercedesi ve beldeye diktiği iki apartmanla adı “satılmış”a çıkan Kemal Güdül'ün evini taşa tutan yürüyüşçüler; Kemal Güdül'ün jandarma tarafından gözaltına alınmasıyla, Moğollar grubunun “bir şey yapmalı” müziği eşliğinde halaylar çekip eylemi kutlayarak, köy meydanını bayram yerine çevirdiler.
Dönüş yolculuğuna çıkan Bergamalılar ile yöre köylüleri ve diğer eylemcilerin sevgiyle kucaklaşmaları görülmeye değerdi. Bergamalıları, “birlikte yeni eylem dilekleriyle” uğurlayan Büyükeceli Çevre Koruma Derneği Başkanı Ahmet Budak; “Sizin kararlılığınız bizim karakterimiz olacak. Belediye Meclisine önerip sokağımızın birine Bergama adını vereceğiz” dedi. Aynı günün akşamı, etkinlikler kapsamında köy meydanında düzenlenen forumda, nükleer santral ile MAI ve tahkim arasındaki yakın ilişki ele alındı. Prof. Dr. İnci Gökmen, tahkimin Meclis'ten geçme olasılığının yüksekliğine dikkat çekerken, Prof. Dr. Tolga Yarman; “Sevr'den bu yana Türkiye bu kadar ipotek altına alınmadı. Buna, bir zamanlar 'umudumuz' dediğimiz Başbakan tarafından girişilmesi düşündürücüdür” dedi.
8 Ağustos'ta yapılan değerlendirme toplantısında Büyükeceli köylüleri, uluslararası tahkime ve Akkuyu'da yapılması planlanan nükleer santrale karşı vatanlarını savunmak ve yaşam haklarını korumak için sürekli eylem kararı aldılar. Bergama köylüleri gibi yollara dökülmeye karar verdiler.

(*) Ağaçkakan Dergisi, Sayı:23
Not: Bu yazı yazıldığında Tahkim henüz parlamentodan geçmemişti. 10 Ağustos'ta ilk oylaması yapılan tahkim, 13 Ağustos'ta yapılan 2. oylamada kabul edilerek yürürlüğe girdi.




















7. AKKUYU ZAFER ŞENLİĞİ...

Kamer Gülbeyaz-EMO Mersin Şb. Bşk.
Her yıl 5 Ağustos’ta Akkuyu' da nükleer santrallere karşı düzenlenmekte olan etkinlikler, nükleer santral ihalesinin iptal edilmesi ile tam bir şenliğe dönüştü. Elektrik Mühendisleri Odası Genel Merkezi’nde yapılan toplantılarda etkinlik ile ilgili görev bölümü yapılmıştı. İzin alımı, konserin gerçekleşeceği sahnenin düzenlenmesi, gelenlerin yeme-içme ve diğer gereksinimlerinin karşılanmasını EMO İçel Şubesi’nin, sanatçıların temini, getirilmesi ve ses düzeninin kurulmasını ise EMO İstanbul Şubesi’nin karşılaması kararlaştırılmıştı. EMO Merkez Yönetimi ise işin organizasyonu ile birlikte broşür ve afiş bastırmayı üstlenmişti. 5 Ağustos Cumartesi gününden önce miting için gerekli izin alınmış ve çok zor koşullarda Mersin Büyükşehir Belediyesi’nden sahne için platform temin edilerek, bir tırla Akkuyu' ya gönderilerek kurulmuştu. Cumartesi günü sabahı özel arabaları ile gidenlerin dışında Mersin'den sabah saat sekizde tam 12 otobüs ile Akkuyu'ya gidildi. Saat 10.00’da Akkuyu'ya vardığımızda EMO İstanbul Şubemiz tarafından bir gün ônce getirilip kurulması gereken seslendirme cihazlarının orada olmadığını gördük ve panikledik. Cep telefonlarının çalışmadığı ve kimseye ulaşamadığımız bir ortamda, üstelik jandarmanın, kaymakamın olumsuz tavırları ve baskıları nedeni ile sağlıklı olarak çalışmak ve eksikleri temin etmek mümkün değildi. Saat 12.00 ye kadar bekledik. Bütün olumsuzluklara ve Büyükeceli Belediye Başkanı’nın isteksiz tavrına rağmen Belediyenin elinde bulunan ve ihtiyacımızı karşılamakta yetersiz kalacak olan ses cihazını getirterek saat 12.30 da programı açtık. Kalabalık olması nedeni ile ses işitilmiyordu. Tertip komitesi, yetersiz olan seslendirme sistemine çözüm bulmak amacı ile Ankara'dan gelen ve üzerine ses düzeni monte edilmiş bulunan CHP'nin seçim otobüsü üzerindeki yazılarının kapatılması koşuluyla kullanabileceği dile getirdi. Ancak miting alanına araçların getirilmesi kaymakam tarafından yasaklanmıştı. Israrlarımız karşısında kaymakam da söz konusu yazıların kapatılması ile izin verilebileceğini bildirdi. Yapılan çalışmalar sonunda araç uygun konuma getirilerek amaca uygun biçimde kullanıldı.
Konuşmalar, şiirler ve gösterilerle ilerleyen etkinlik saat 14:30' a kadar sürdü. EMO İstanbul Şubesi’nden gelmesi gereken arkadaşlarımızın henüz gelmediği görüldü. Tedirgindik, programın bitiminde dağılacak kalabalığa akşam saat 20.00' de sanatçıların konseri var ve herkesi bekliyoruz diyecektik, ama ortada henüz bir gelişme yoktu. Bütün bunlara rağmen, biz yine de duyuruyu yaptık ve akşam saat 20.00' deki konsere herkesi davet ettik. Dağılan kalabalıkla denize girmek ve diğer ihtiyaçlarını karşılamak üzere sahile doğru inerken, yolda miting alanına doğru gelmekte olan EMO İstanbul Şubesi ile karşılaştık. Ses düzeni ve sanatçıların da geldiğini görünce hiç olmazsa akşamki program için biraz rahatladık. İstanbul Şubesi, İstanbul'dan geç hareket etmiş ve yolda araçlar birbirinden kopunca birbirlerini beklemek zorunda kalmışlardı.
Akşam için gerekli hazırlıklar yapıldı. Kırmızı halısı ile sahne çok güzeldi. Ses düzeni ise mükemmeldi. Her yıl yapılmakta olan 5 Ağustos Akkuyu etkinliklerine bir kere bile katılmamış olan Gülnar Kaymakamı da bütün gün orada idi. Kaymakam burada Kürtçe şarkı söylettirmek istemediğini, bu nedenle Koma-Çiya grubunu sahneye çıkarttırmayacağını söyledi. Diğer sanatçılar da doğal olarak bir sanatçı dayanışması göstererek Koma-Çiya grubu sahneye çıkmazsa biz de çıkmayız diyerek tepkilerini dile getirdiler. Suavi'nin de yoğun kulisi ile Jandarma Komutanı ve Kaymakam ikna edilerek Koma--Çiya'nın da sahneye çıkması için izin alındıktan sonra, konser tam bir buçuk saat gecikme ile başlayabildi. Gerçekten konseri izlemeye gelen çok kalabalık bir halk vardı. Mazlum Çimen, Rojin, Onur Akın, Bulutsuzluk Özlemi, Suavi ve son olarak ta Koma-Çiya sahneye çıkarak programlarını gerçekleştirdiler.










“UZMANLAR” AKKUYU’DA…



AKKUYU 2000 ŞENLİĞİ’NE…

Prof. Dr. Tolga Yarman-Galatasaray Üniversitesi
Akkuyu Şenliği’nin bu yılki anlamı, önceki şenliklerin anlamından farklıdır ve büyüktür.
Bu çerçevede, en önce Değerli Başbakan Ecevit’i, Akkuyu Nükleer Santrali’ne dönük olarak, yandaş görüşler yanı sıra, az kişi tarafından seslendiriliyor olsa da, karşıt görüşleri, kılı kırk yararcasına dinlemede gösterdiği hassasiyetten ve buna bağlı geliştirdiği karardan dolayı, kutlamak gerekir.
Aynı çerçevede, nükleer santrali düşleyen, hatta bu yönde siyasi angajmanlar geliştirmiş olabilecek Hükûmet ortaklarını da, bu aşamada olsun, dikkate gelen, akılcı karşıt görüşlere kulak kabartmalarından ve neticede hak vermelerinden dolayı kutlamak, hakça bir davranış gereğidir.
Kısacası Hükûmet’e; Akkuyu projesine dönük olarak dikkate gelen, ölçülü, dengeli ve vukufla dokunmuş karşıt görüşlere sahip çıkmada, “sağduyu” hakim olmuştur ve bu gelişme, gayet sevindiricidir.
Burada en büyük övgü, konuya yönelik inançlı hassasiyetler geliştirmiş, bu uğurda düşünceler açıklamış, tavırlar almış, bayrak açmış, eylem yapmış, güzel insanlarımıza yöneltilecektir.
Bu çerçevede olanlar; Türkiye’de, çok olumlu toplumsal kıpırtıların ilk güzel filizleri olarak, örnek alınacak ve bundan böyle izlenecek, çarpıcılıktadır.
Bergama ve Büyükeceli köylüleri, bu alandaki ilk “destan sivil örnekleri” vermişlerdir.
Üç beş kişiyle kurulunca; burunlarından kıl aldırmazken, etliye sütlüye karışmayarak, kendilerince dümen tutmayı en matah bir tarz sayanlara, başta, “Donkişot” vari izlenimler yansıtan, ama gerçekte, birbirinden daha derin sorumluluk duyguları taşıyan, birbirinden daha yurtsever, birbirinden daha doğasever, çevre dernekleri; üyelerinin sayıları, sonunda kırkı elliyi aşmasa bile, insana parmak ısırtan sivil toplum hareketleri geliştirerek, “Bunlardan birşey olmaz!” diyenleri, şövalye soylu eylemleriyle yanıtlayınca; artık pek çok çözümün, devletten ya da birçok yanıyla köhneleşen siyaset dünyasından değil de, halkın içinden fışkırabileceğinin, müstesna örneklerini sergilemişlerdir.
Hemen tüm yurt sathında, İstanbul’dan Antalya’ya, Ankara’dan Mersin’e, İzmir’den Bursa’ya, Trabzon’dan Denizli’ye, Adana’dan Kocaeli’ne kadar, bütün Elektrik Mühendisleri Odaları’ndan başlayarak, Türkiye Mühendis ve Mimar Odaları Birliği’nin çatısı altındaki öteki pek çok güzide meslek odamiz ve öteki birçok demokratik kitle örgütümüz, aynı çerçevede, birbirinden güzel ve ileriye dönük, çok cesaret verici, ilkeli, yürekli, tavırlar sergilemişlerdir.
Bu arada, kimi siyasi kuruluşlarımızın suskunluğu ise, anılmadan geçilemiyecek bir dersi işaret etmektedir. O ders şudur. “Bilgisiz siyaset yapılamaz!” Yapılırsa, bunun adı “eyyam” olur, “eyyamcılık” olur. Siyaset bilgi ile yapılır. Bilgi üzerine, tavırlılık gerektirir. Bilgi olmazsa, tavır kof kalır. Tavır da olmazsa, o zaman siyaset değil, “müsamere” olur.
Akkuyu geçilemedi ve hiç tedirgin olunmasın, bundan böyle de geçilemeyecek.
Neden geçilemedi? Neden geçilemeyecek?
Yoğun bilgiye dayanan, olayı derinlemesine kavrayan, milli, yurtsever, doğasever dengeli, düzgün, tutarlı, inançlı, tezlerden dolayı, geçilemedi ve bundan böyle de geçilemeyecek.
Bu tezlere karşı; dargrupçu, sözde milli, Karun kadar varsıl, ancak içtenlik fukarası, doyumsuz derecede ihtiraslı, ama düşünce fukurası, ülke çapında hatta bölge çapında fevkalade ciddi bir işe soyunan, ancak yaklaşımlarında fevkalade gayrı ciddi, tezler ve nema odakları, yenildi; bir avuç bilgili, inançlı insan karşısında, lütfen kimse alınmasın, darmaduman oldu.
“Kibir” bayraklaşsın diye söylemiyorum. Hiç öyle değil, ama buradan şu ders muhakkak ve gururla çıkartılabilinmeli. Bir olaya eğer vukufla, yani derin bir bilgi ve kavrayışla, aynı zamanda da, kitlenmiş bir irade ve inançla sarılabiliyorsanız, ne kadar az olursanız olun, o zaman işte, milyar dolarlarla donanmış orduları dahi geriletebiliyorsunuz.
Şu bir avuç insan bunun keyfini çıkarmayı elbette hak ediyor. Ancak ana mesaj şu ki, güzel insanlarımız, işte, “Böyle gelmiş böyle gider”, “Elden ne gelir ki”, “Gemisini kurtaran kaptan”, “Her koyun kendi bacağından asılır”, “Herkes kendi yağında kavrulur” demekten bir çıkabilse, bakın, minik silkinmelerle dahi neler yapılabiliyor.
Ana, mesaj bu.
Hükümetin son Akkuyu kararının oluşmasına, yüreğiyle, inancıyla, sevgisiyle, bilgisiyle, sesiyle, eylemiyle destek veren, omuz veren, güzel insanlarımızı, başta da bütün bu oluşumlara kulak veren, gönül veren ve baştan sona gayet kıvrak ve ustaca bir politika geliştirip sürdüren, Başbakan Ecevit’i yürekten kutluyor, şenliğe sevinç ve geleceğe dönük güzellikler dileklerimle, sevgiler, saygılar sunuyorum.
Dudaklarımda; bilhassa Cumhuriyet Bayramları’nda, Ortaköy’de, deniz kenarında yatılı ilkokulumuzdaki çocukluk anılarımı süsleyen, oradaki törenlerde, her birimiz birer Atatürk kesilerek, çelik gibi gerile gerile söylediğimiz, bir marş var; hadi gelin beraber söyleyelim:
Yü-rü, atıl, şe-ref, za-fer yoluuu, kar-şın-da bek-li-yor seni, tan-ye-ri!.. Yü-rü, atıl, şe-ref, za-fer yoluuu...






































“SİLİFKE GÜNEŞ PROJESİ”
VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ (*)

Doç. Dr. Çetin Göksu-ODTÜ
Projenin adı: Silifke Planlaması
Projeyi yapan kuruluş: ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü, 2 sınıf öğrencileri
Amacı: Silifke ve yöresinin çevre duyarlı bir yaklaşımla planlanması ve nükleere karşı alternatif projelerin üretilmesi.
KONUNUN ÖNEMİ VE İÇERİĞİ
Nükleer santral kurulması konusunda tartışmaların yoğunlaştığı tarihlerde nükleer santralden yana olanların en büyük iddiası Türkiye’nin nükleere mecbur olduğu, ülkenin enerji gereksinmesi için başka alternatif bulunmadığı idi. Bu iddiaya karşın ileri sürülen savlar ise Alternatif enerji üretimlerinin varliği idi. Ancak bu konuda bir kavram kargaşalığı vardı. O tarihlerde hiç kimse bu seçeneğin gerçekten ve ne ölçüde geçerli olduğunu bilmiyordu. Anti-nükleercilerin bu konuyu merak etmelerinin nedeni, başlattıkları anti-nükleer kampanyasına destek bulabilmek ve giderek bir halk hareketine dönüştürmek için halkın ikna edilmesi gereğinden kaynaklanıyordu. O tarihlerde kafaları kurcalayan sorular şunlardı:
-Alternatif enerjiler gerçekten temiz enerjiler mi?
-Alternatif enerjiler hangileridir?
-Bu enerji türleri nükleer olmadan gerçekten Türkiye'nin enerji ihtiyacını karşılayabilir mi?
-Bu enerji türleri nerelerde nasıl uygulanır?
-Alternatif enerjiler gerçekten toplumsal bir projeye dönüştürülebilir miydi?

Bu kaygıların o tarihlerde çeşitli toplantılarda tartışılması, özellikle yerel halk ve yönetimleri açısından ikircikli bir durum ortaya çıkarıyordu. Devlet, nükleer santrali yapmak için çok kararlıydı ve yerel yönetimler üzerine baskılar sürüyordu. Bu karşılıklı savlarla yaratılan ikircikli durum karşısında akla gelen diğer bir fikirde Üniversitelerin hakemliğine başvurmaktı. Ancak bununda çok kolay olmadığı biliniyordu. Çünkü, maalesef üniversite hocalarından bir bölümü, özellikle nükleer enerji bölümlerinde çalışanları taraflıydı. Alternatif enerjiyle ilgilenenler de taraf olmaktan çekiniyorlardı. Konuyu bilmeyenlerin ise böyle bir sorun karşısınnda tavır almaları ya da katkı yapmaları beklenemezdi.
Bütün bu belirsizlikler içinde Silifke Belediyesi, ODTÜ, Şehir ve Bölge Planlama Bölümüne başvurdu ve yardımcı olmalarını istedi. Planlama bölümü, konunun Türkiye için ve özellikle yerel yönetimler için önemini dikkate alarak değerlendirdi ve sonuç olarak her sene yapılan eğitim amaçlı stüdyo çalışmalarından birisinin bu konuyla ilgili olmasına karar verdi. İste bu gelişmeler içinde başlayan çalışmalar, bir öğretim yılı döneminin tamamını kapsar (1). Bu projede, dört öğretim üyesi (2) ve dört asistanla birlikte 50 kadar öğrenci çalışmıştır. İlk adı: Silifke Çevre Düzenleme ve Tasarım Projesi adını alan bu çalışma, Eğitim amaçlı bir proje olarak ele alınmış olmakla birlikte, nükleer konusuyla doğrudan ilgilidir. Bu nedenle de Proje, Türkiye tarihinde (belki de dünyada) kendi alanında birçok ilklere imza atmıştır. Benim SİLİFKE BÖLGESİ GÜNEŞ PROJESİ adını verdiğim bu çalışma ile geliştirilen yenilikler şunlardır:
-Enerji, bölgesel kalkınma ve kentsel gelişme projelerinde öncelikli ve ağırlıklı bir konu olarak ele alınmış ve planlama metodolijisi bu çerçevede geliştirilmiştir
-Nükleer enerji santralinin bölgeye olumsuz etkileri, ekolojik, sosyal, ekonomik, insan sağlığı ve turizm açılarından değerlendirilmiştir.
-Bölgenin enerji ihtiyacı, nükleer enerji olmadan, yerel ve doğal enerji kaynakları ile nasıl karşılanacağı araştırılmış ve alternatif enerji projeleri geliştirilmiştir. Denebilir ki, Türkiye’de bölge ölçeğinde yapılan ilk alternatif enerji projesidir.
-Alternatif enerji projesi, bölgesel kalkınma konusu olarak, çok disiplinli bir yaklaşımla ele alınmış, konu; toplumsal gelişme, ekolojik değerlerin korunması, kentsel planlama, mimari tasarım ve yaşam kalitesi gibi önemli boyutları, bir bütünlük ve karşılıklı etkiler çerçevesinde değerlendirilmiştir. Bu açıdan proje, bazı eksiklerine rağmen, öncü özelliğine sahiptir.
-Projenin belkide en önemli özelliği, alternatif enerji konusunun, nükleerde olduğu gibi sadece bir kartelin ve onun işbirlikçilerinin kar sağladıği bir işletme olarak değil, halkın her kesiminin üretime katıldığı ve bu yolla gelir sağladığı bir sistem olarak düşünülmüş ve geliştirilmiş olmasıdır.
Bu çalışmalar, sosyal yapı demografik gelişmeler, jeolojik, jeomorfolojik yapı ve deprem riskleri, hidrolojik veriler, flora ve fauna değerleri, iklim özellikleri, Güneş radyasyolarının yıllık, aylık ve günlük değişimleri, mevcut ve olası çevre kirlenmeleri ve etkileri dikkate alinarak, yüzlerce harita, tablo, grafik yapılarak gerçekleştirildi. Bu nedenle yeteri kadar kapsamlı ve bilimsel verilere dayanmaktadır.
Bu çalışma sonunda ortaya çıkan onlarca projeden konumuzla ilgili bazıları:
Silifke Ekolojik Kent Planlaması ve Güneş enerjili toplu konut projeleri: Kentin çevreyi özellikle Göksu Nehrini ve Deltasını kirletici özelliklerini ortadan kaldıran, kentin betonlaşmasını önleyen, doğayı kent içinde yeniden yaratarak, doğa ile uyumlu kaliteli yaşam ortamı geliştiren, kentin makroformunu; kışın ısıtma için Güneş enerjişinden yararlanan, yazin doğal havalandırma ile kenti serinleten bir planlama yaklaşımı. Kenti bir botanik bahçesi haline getirmek, arıtım ve geri kazanım projeleri ile hem çevre kirlenmesini önlemek hem de atıklarla enerji üreterek kente gelir sağlamak. Kentin içinden geçen nehrin iki yakasını korumak nehir boyu eko parklarla, sosyal canlılık sağlamak, basit ve ucuz Raylı ulaşım sistemleri, yaya ve bisikletli yaşam projeleri geliştirildi. Silifke Ekolojik kent planlamasinda demografik gelişmeler, yaşam kalitesinin gelişmesine ve ekonomik gelirin artmasına yönelik projeler çerçevesinde ele alındı alternatif planlama örnekleri yapıldı
Göksu Deltasını Kurtarma Projesi; Hızla yağmalanan ve kirletilen Göksu Deltasının kurtarılması, bölge için, Türkiye’de ve dünya da ekolojik değerlerini korumak için son derece büyük önem arzediyor. Her proje grubu, diğer konular yanında, GÖKSU Deltasını Koruma ve Geliştirme konusunda alternatif projeler üretti. Dünya çapında önemi olan bu projelerin hayata geçmesi maalesef bugüne kadar mümkün olamamıştır.
Güneş Mimarisi ve enerji üreten ev projesi: Bölgede ve özellikle kentlerde, enerji tüketen evler yerine, enerji üreten evler projesi geliştirilmiştir. Özellikle bölgenin eski evlerinin termik özellilikleri dikkate alınarak ve çağdaş teknolojilerle yeni ve bölgesel Güneş Mimarisi gelişitirilmiştir. Bu Projenin gerçekleşmemiş olması, çevreci yaklaşımlar için büyük bir kayıptır.
Eko-Turizm Projesi; Bütün bölgeyi kapsıyacak şekilde ve özellikle kırsal alanın kalkınması için önerildi. Bu projenin amacı, bölgede, kitle turizminin neden olduğu betonlaşmayı, kültürsüzleşmeyi durdurmak, yerel kültürü ve tarihi eserlerini korumak ve halkın gelirini artırmaktı. Yerel yönetiminde ele aldığı bu konu maalesef gerçekleşemedi ve bölge bir anlamda, doğal değerlerini korumak bir yana turizmden elde edeceği önemli bir gelirden de mahrum kaldı.
Silifke Güneş Enerjisi Projesi: Özellikle Nükleer enerjinin bölge halkına getireceği yaşamsal tehlikeler dikkate alınarak, alternatif projelere önem verildi. Bir nükleer santralin üreteceği kadar enerjinin doğal kaynaklarla nasıl elde edileceği araştırıldı. Güneş enerjisi ve rüzgar potansiyeli haritalari düzenlendi ve sonuç olarak 1000 Mw enerji kapasiteli alternatif enerji projeleri geliştirildi. Silifke Güneş enerjisi içinde yer alan projeler, Türkiye’nin önünü aydınlatacak, örnek olacak nitelikler tasıyor.
Kültür Merkezi ve bölgesel Kültürü Geliştirme Projesi: Her yerde olduğu gibi maalesef, Silifke bölgemizde de geleneksel kültür hızlı bir yokoluş sürecine girmiş durumda. Bu kültürün korunması, geliştirilmesi ve çağdaş anlamda yeniden değerlendirilmesi için geliştirilen Kültür Araştırma Ve Değerlendirme Merkezi, hem zengin Anadolu Kültürünü zenginleştirmek hem de, çağdaş yozlaşmalara karşı insanlarımızı korumak için geliştirildi .
Bu projelerin hayata geçirilmesi, herşeyden önce onlara sahip çıkacak yerel yönetimlerin ve halkın desteğini gerektirir. Bu çalışmanın yapılmasını üniversitemizden talep eden Belediye Başkanı değişmiş ve yeni gelenler de ilgilenmemiştır. Bu çalışmanın araştırma raporları fakültemizde yayına hazır bekliyor. Belediye dışında, halkın içinde yer alan ve projeleri desteklediklerini söyleyen çevrecilerden de ses çıkmamıştır. Bu projelere sahip çıkılmaması, özellikle projede yer alan hocalar ve projelerde büyük bir özveri ile bir yıl boyunca çalışan öğrenciler arasında büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştır. Ancak bu vesile ile, bu karşılıksız ve özverili çalışmalarından dolayı bir ilki başlattikları için onları kutluyorum.
Bir çok ilklere imza atan, kapsamlı ve bilimsel içerikli bu çalışmaya, ne kamudan ne de sivil toplum örgütlerinden yeteri kadar destek gelmemiştir. Halbuki konu bu ülkenin geleceği açısından son derece önemlidir. Özellikle kendisinin çevreci olduğunu düşünen insanların, bir üniversitemizde geliştirilen bu fikirlere sahip çikmamasını yadırgıyorum ve kınıyorum. Eğer Silifke Güneş Projesine sahip çıkılsaydı ve proje yerel yönetimler ve sivil toplum kuruluşlarının katkıları ile birlikte gerçekleşseydi, Türkiye bugün çok daha farklı noktada olacaktı. Bu örneğin bize düşündürdükleri son derece kötümser bir tablodur. Umarım insanlarımız biraz daha bilinçlenirler, kendi kişisel hırslarından ve çıkarlarından arınarak Türkiye için, Türk toplumu için bu güzel ve önemli projelere sahip çıkarlar, onları gerçekleştirmek için çalışırlar. İşte ancak o zaman gelecek için, çoçuklarımız için umutlu olabiliriz.
Bu ve benzeri birçok olay dikkate alındığında son söz olarak şunu söylemek istiyorum.
Çevre bilincinin gelişmesi ve yaygınlaşması için çok daha büyük çabalar harcamalıyız. Nükleer enerjiye karşı savaşimda gerçek başarı, nükleer enerji yerine geçecek yeni bir uygarlik kurma konusunda kararlılığımızla ve çabalamızla elde edilecektir.

NOTLAR:
1) Bu ve benzeri birçok calışmanın sonuçlar, bir uygarlık sorunu olarak ANADOLU GÜNEŞ UYGARLIĞI kitabının konusu olarak değerlendirilmiş ve 2001 yılı başlarında yayınlanmıştır. İmaj Yayınevi, Ankara
2) Bu çalışmada, dört öğretim uyesi, dört araştırma görevlisi ve elli öğrenci görev almıştır. Bu çalışmaya katılan öğretim üyeleri: Doç.Dr. Çetin Göksu (koordinatör), Prof.Dr. Gönül Tankut, Doç Dr. Çağatay Keskinok, Doç.Dr. Adnan Barlas.
3) Bu çalışma; 1997-98 öğretim yılında gerçekleşmiştir.






















ENERJİ SEKTÖRÜNDEKİ KARAR VERİCİLERLE İLİŞKİ VE ETKİLEŞİMLER...

Dr. Tanay Sıdkı Uyar-Marmara Üniversitesi
Enerjinin etkin kullanımı, doğal çevrede enerji üretimi (güneş, rüzgar, jeotermal, biyokütle ve atıklardan enerji üretimi) ve enerji sektöründe karar vermede doğru bilgilerin sistemli değerlendirilmesi konularında çalışan bir öğretim üyesi olarak mesleğim gereği edindiğim bilgileri yıllardır, yurttaşlar ve ilgili kamu ve özel sektör kuruluşlarıyla, paylaşmaktayım.
Bazı yazılı ve görsel basın kuruluşlarının talepleri doğrultusunda yazı yazma ve tartışmalara katılmayı sürdürüyorum. Bu arada gene gelen talepler doğrultusunda meslek örgütleri, gönüllü çevre kuruluşları ve üniversitelerin çağrılısı olarak çeşitli kentlerde konferanslar vermekteyim.
1998 yılında Doğu Akdeniz Çevrecileri bana başvurarak bir “Temiz ve Yenilenebilir Enerji Kaynakları Raporu” hazırlayacaklarını ve bu çalışmalarına “Teknik Danışman ve Teknik Düzeltmen” olarak katkıda bulunup bulunamayacağımı sordular. Ben de katkıda bulunabileceğimi söyledim. Dr. Umur Gürsoy ’un hoş üslubuyla kaleme aldığı ve benim sunuşunu yaptığım “DİKENSİZ GÜL temiz enerji” kitabı Heinrich Böll Vakfının katkısıyla yayınlandı.
Bu kitap; Doğu Akdeniz Çevrecilerinin karar vericilerle doğru ve taze bilgi arasında köprü kurma işlevini kısmen yerine getirmesine neden oldu. Bu kitabı ilgili tüm basın mensuplarına, tüm milletvekillerine ve TBMM’de temsilcisi bulunmayan partilerin yöneticilerine ulaştırdık. Milletvekillerinin bazıları ek bilgi istediler. Kendilerine bu ek bilgileri sağladık. Böylece işini iyi yapmak isteyen kişi ve kuruluşların yararlanabileceği bir birikim ve başvuru kitabı erişilebilir kılınmıştı.
Bu arada Avrupa Rüzgar Enerjisi Birliği, Enerji ve Gelişme Forumu ve Uluslararası Greenpeace (Yeşil Barış kuruluşunun da katkılarıyla), 2020 yılında dünya elektriğinin % 10’unun rüzgar gücüyle sağlanmasının mümkün olduğunu ve bu gerçekleştiğinde sağlanacak istihdam ve diğer yararları ortaya koyan bir rapor hazırladı. Greenpeace, bu raporun tanıtılması için Türkiye dahil bazı ülkelerde enerji sektöründeki karar vericilerle görüşmeler yapılmasını kararlaştırmış. Bu İngilizce raporun karar vericiler ve onların kadrolarına tanıtılması sırasında değerlendirilmek üzere bu konunun Türkiye’deki ilgili uzmanı olarak benden bir Türkçe rapor yazmam talep edildi.
“Türkiye Enerji Sektöründe Karar Verme ve Rüzgar Enerjisinin Entegrasyonu” isimli raporumu hazırlayarak yurttaşların ve karar vericilerin bilgisine sundum. Avrupa Rüzgar Enerjisi Birliği Başkan Yardımcısının da katıldığı Ankara ve İstanbul’da Greenpeace Akdeniz Ofisi tarafından düzenlenen toplantılarda raporlarımızı sunup gelen soruları cevaplandırdık.
DSP İstanbul Milletvekili Zafer Güler’in aldığı randevu sayesinde Başbakan Bülent Ecevit ve Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Cumhur Ersümer’e raporlarımızı sunmak ve görüşlerimizi açıklamak fırsatı bulduk. Başbakan Bülent Ecevit tarafından davet edildiğim ve nükleer enerji gündemi ile Başbakanlık’ ta Aralık 1999’da düzenlenen enerji zirvesinde toplantıya katılan Bakanlar Kurulu Üyeleri ve Kamu Kuruluşları yetkililerine enerji sektöründe uzun vadeli etkileri olabilecek bir kararı almadan önce o güne kadar kendilerine ulaşmadığını tahmin ettiğim doğru ve taze bilgileri sundum. Ayrıca ülkemizin ulusal çıkarları doğrultusunda stratejik uzun vadeli planlama yapılmasının neden önemli olduğunu ve bu yapılmadığı taktirde ülkemizin karar verme sisteminin dışarıdan gelen telkinlere açık olacağını belirttim. Dışarıdan gelen telkinlerin de doğal olarak telkini yapan kuruluş veya ülkelerin çıkarlarını temsil edeceğini dile getirdim. Önerim ise bir kamu kuruluşuna (örneğin; TÜBİTAK) bir görev verilerek stratejik uzun vadeli planlama çalışmasının başlatılmasıydı. Aralık 1999’ da kendisinin Başkanlığında gerçekleşen Yüksek Bilim Kurulu toplantısından sonra Başbakan Yardımcısı Devlet Bahçeli tarafından Türkiye’nin ulusal stratejik uzun vadeli enerji planlamasının yapılmasının kararlaştırıldığı açıklandı.
Beklentimiz açıklanan ulusal stratejik uzun vadeli enerji planlaması kararının bir an önce başlatılması ve böylesi bir planlama gerçekleştirilmeden enerji sektöründe uzun vadeli kararların alınmamasıdır. Eski Kocaeli Valisi Kemal Nehrozoğlu’nun katkıları ve Dışişleri Bakanlığı’nın onayıyla Kocaeli Üniversitesi adına ülkemi temsil ettiğim OECD (Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı)-IEA (Uluslararası Enerji Ajansı) ETSAP (Enerji Teknoloji Sistemleri Analiz Programı) kapsamında diğer OECD ülkelerinden enerji uzmanları ile birlikte enerji sektörü için karar destek modelleri geliştirmekteyiz. Bu uluslararası çalışma kapsamındaki tüm bilgi birikimini ve deneyimi bizden talep edildiği taktirde kullanıma sunmaya hazırız.
ETSAP’da geliştirdiğimiz modellerin halen ülkemizde kullanılan karar destek modelleri ile arasındaki temel farklardan birincisi enerji-ekonomi-çevre entegre modelleri olmaları; diğeri ise planlama dönemini planlama döneminde kullanıma girecek yeni ve temiz enerji teknolojilerini aday görerek planlamalarıdır.
Başbakan Bülent Ecevit’e sunduğum raporda Türkiye’de 2005 yılına kadar rüzgar gücünden yararlanılarak 5000 MW kapasiteli rüzgar güç santralı kurulabileceğini öngörmüştüm. Bu öngörü DPT 8. Beş Yıllık Kalkınma Planı Elektrik Enerjisi Özel İhtisas Komisyonu “Yeni ve Yenilenebilir Kaynaklardan Elektrik Enerjisi Üretimi Alt Grubu” tarafından değerlendirilerek onaylanmıştır. Bu Alt Grubun çalışmalarına çeşitli Üniversitelerden öğretim üyeleri, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığına bağlı kuruluşlardan ilgili uzmanlar ve sanayi kuruluşları ile yatırımcı kuruluşların yetkilileri katılmıştır.
Yapılması gereken Alt Grup raporunda da belirtildiği gibi konuyla ilgili tüm tarafların katıldığı Çalışma Grubu toplantılarının periyodik olarak düzenlenmesi ve yenilenebilir enerji kaynaklarından ülkemizde olabildiğince fazla elektrik üretilebilmesine öncelik verilmesi, teşvik edilmesi ve bunun için gerekli eğitim ve araştırma çalışmalarıyla birlikte altyapının kamu eliyle hazırlanmasıdır.


































“YEDİ HARİÇ” (*)

Prof. Dr. Gediz Akdeniz-İstanbul Üniversitesi
Nisan1999 UNESCO “Bilimsel Bilginin ve Teknolojinin Etiği Komisyonu” toplantısına katılacağım. Komisyon ilk kez toplanacak Londra’da güneşli ve güzel bir hafta sonu geçirdikten sonra Oslo’ya uçuyorum. Oslo’da yarın (28.. UNESCO şemsiyesi altında olmasına, sürdürülebilir bir girişim olmasına karşın Komisyonun kurulmasından ve toplanmasından mutluyum. Bu olayı bir başlangıcın ilk belirtisi olarak görüyorum. Komisyonun toplanmasını küreselleşen bilimsel bilginin ve onun getirdiği teknolojinin iktidarlar tarafından bir güç olarak kullanılmasının sorgulanmasını isteyenlerin bir başarısı olarak düşünüyorum.
Gezegenimizi hegemonyaları altına almak isteyenlerin bilgiyi küreselleşen sistemi ele geçirmek için kullanmak istediklerini biliyoruz. Komisyon çalışmaları en azından bu tehlikeyi daha geniş platformlara duyuracak. Bilgiyi ve teknolojiyi arkalarına alarak Gezegenimizin ortak miraslarını yağmalamak isteyenlerin küresel programlarına çomaklar sokulmaya başladı. Kendi saltanatları ve dokunulmazlıkları için bilimsel bilginin hegemonyacıların elinde güç olarak kullanılmasına ses çıkarmayan, ilerleme paradigmalarına sırtını dayamış zengin ülkelerin bilimistlerinin ve onların fakir ülkelerdeki kopyalarının ipleri pazara çıkıyor. Rahatları kaçıyor. Bilim adına bilimin bu durumunu sorgulamak isteyenlere saldıran bilimperestler daha da huzursuz olacaklar. Fakir ülkelerdeki, bunların çömezleri ve parasız askerleri, bilim hokkabazlarının ve cambazlarının işleri bozulacak.
Oslo’da güzel ve aydınlık bir bahar sabahı. “Şehir Oteli” nden çıkıyorum. Tramvay yolunu takip ediyorum. Beş dakika sonra Oslo İstasyon Meydanı’na bakan büyük bir otelde, onun düzenli ve temiz bir salonundayım. Norveç Kralı komisyon toplantısını onurlandırıyor. Kral sivil giyimli. Kral için her kes ayağa kalkıyor. Kral yaşlanmış ve şişmanlamış. Yanında kısa boylu, sakallı Norveç Eğitim Bakanı Jon Liletum ve solundan bayağı uzun boylu ve alımlı Norveç insan hakları bakanı Bayan Hilde Frafford yürüyor.
UNESCO “Bilimsel Bilginin ve Teknolojinin Etiği Komisyonu” Başkanı Bayan Vigdis Finnbogadottir (İzlanda eski Devlet Başkanı) toplantıyı açıyor. Ön sıralarda komisyon üyeleri dizilmişler; aralarında ünlü bilim adamları ve önemli kişiler var: Sir Michael Atiyah; Einstein ve Russel tarafından başlatılan Pugwash konferanslarının yeni başkanı, Felsefeci Bayan Agnes Heller; Amerika’ya kaçmış bir Macar Yahudi’si, Exodus hareketinde yer almış. Hüsnü Mubarek’in eşi Suzana Mubarek. Arka sıralarda UNESCO üyesi ülkelerin temsilcileri oturuyor. Biz gözlemci olarak Komisyon toplantısına davet edilmiş olan bilim adamları daha arka sıralardayız.
Gözlerim güzel Komisyon Başkanı Finnbogadottir’e takılmış! Kısa kesilmiş sarı saçları var. Bakımlı bir cildi var. Kulaklarım ise kürsüdeki konuşmacıda. Kürsüdeki konuşmacı suyun, enerjinin ve uzayın paylaşılmasından bahsediyor. Bilgi çağında bilginin paylaşılması söylerken, konuşmacının “Bayron ‘bilgi güçtür’ demiştir” sözleri birden kulaklarımda yankılanıyor. Gözlerim sarışın Başkandan kopuyor. Geçmişe doğru gidiyorum.
Kadirga’da Cinci Meydanındayım. Cinci Meydanı gene bir panayır yeri gibi. Tozlar içinde renk renk çadırlar. Atlar, atlı arabalar. Küçükler, büyükler. Gedikpaşa’dan inmiş Ermeniler, Langa’dan kopup gelmiş Rumlar. Arnavutlar, Acemler. Ve biz Kadirga’lı Türkler. Belki de bir bayram günü Cinci de; Cambazhane kurulmuş. Cambazhanenin “İbiş”i ipte. Bir çadırda balık kuyruklu deniz kızı Despina. Despina’nın yüzünü görebilmek için solmuş tenis topunu kırmızı hedefe vurmak lazım. Her atış bilmem kaç para. Top hedefe vurunca perde düşüyor güzel Despina gözüküyor. Başarılı vuruşu yapana gülümsüyor. Kuyruğunu oynatıyor. Diğer bir çadırda yılan başlı kız. Kız yok ortada. Ama bir boğa yılanı var. Yiyeceği beyaz tavşanlar da yanında. Sihirbaz Mandreke gösterisine başlamış. İskambil kağıtları elinde. Kağıtlar gittikçe ufalıyor. Ama sayılar aynı kalıyor. Dönen atlı karıncalar, sallanan kayık salıncaklar. Sigaralara halka atışları. Halka gelincik paketini içine alırsa, kırmızı uçlu gelincik sigarası senin. Renkli renkli, irili ufaklı çarkı felekler. Tır tır seslerle dönüyorlar. Renkli sayılar üzerinde duran paralar ve sayılar üzerinde dolaşan toplar.
Biz, çocuklar ve bir adam. Adamın kirli beyaz kartonunun etrafında oturuyoruz. Adamın gözleri kan çanağı içinde, sakalları uzamış. Elinde iki zar ve bir fincan var. Kartonun sağ yanına sayılar yazılmış yukarıdan aşağı: 2, 4, 6, 8, ve 10; sol yanında ise 3, 5, 9, 11 ve 12 sayıları yazılmış alt alta. Kartonun tepesinde büyükçe 7 rakamı var. Altında bir yazı: “YEDİ HARİÇ”. Biz kısa pantolonlular sarı yirmi beş kuruşları kartonun sağ veya sol yanına koyuyoruz. Adam içinde iki zar olan fincanı içimizden birine veriyor.”Salla salla iyi salla” diye bağırıyor. Fincanın içindeki zarlar sallanıyor. Zarlar kartonun üstünde yuvarlanıyor. Sağ yandaki bir sayı gelirse sağ yana paralarını koyanlar kazanıyor. Sol yandaki bir sayı gelirse sol yana paralarını koyanlar kazanıyor. 7 gelirse, adam kükrüyor, ağzından tükürükler saçılıyor; “Yedi Hariç”. Kartondaki tüm paraları kirli elleri ile topluyor. Sonra öğreniyorum. İki zarda 7 sayısının gelme olasılığının en büyük olduğunu öğreniyorum. Her atış yeni bir koşul ve her atışta 7 en büyük sayı diğerlerinden. YEDİ ONİKİDEN büyük zarlarda.
Sonra bir “nükleer fizik mühendisi profesörünün” yazısı geçiyor gözlerimden. Profesör Bodrum’dan, tatil köyündeki beyaz badanalı evinden yazmış bu yazıyı. Hem de kısa şortu ile balkonda oturuyormuş. Bodrum’un temiz havasını ciğerlerine çekerken, Akdeniz’in koyu mavi sularına bakarken yazıyormuş bu yazıyı.
Profesör yazısına hangi okullarda okuduğunu anlatmakla başlıyor. Bayağı iyi eğitim görmüş. “Demokrat, ilerici ve aydın” olduğunu da saklamıyor. Akkuyu’da kurulması planlanan nükleer santrali protesto etmek için bisikletlerine binmiş gençler için yazıyormuş; onlar için ne kadar çok üzüldüğünü anlatmak istiyormuş! bu yazısınla. Türkiye’nin dört bir yanından Silifke yollarına düşmüş bu gençleri çok da seviyormuş! Hele uzun saçlarına, küpelerine bayılıyormuş ama; onu çok rahatsız ediyorlarmış. İki üç akşam gözlerine uyku girmemiş bu bisikletli gençler yüzünden. O kadar kilometrelik, yüzlerce kilometrelik yolda pedal çevirmek ne demek! “Ya gençlerin başlarına bir şey gelirse yollarda” diye çok korkmuş. Onlara abilik yapmak için yazıyormuş; “Sizlerin bisikletle Türkiye yollarında ölme olasılığı bir nükleer santral kazasında ölme olasılığından daha fazladır. Biliyor musunuz?” diye onları uyarmak için yazıyormuş Bodrum’dan.
Olasılık hesabı bilmeyen gözleri kanlanmış bir kumarbaz olasılıktan habersiz küçük çocukları kazıklıyor Kadirga’nın Cinci meydanında. Kenar mahalle çocuklarının ellerinden bayram harçlıklarını alıyor. Alırken “Yedi hariç” diye bağırıyor. Kendinden geçiyor. Bu paralarla akşam birkaç Güzel Marmara şarabı daha atacak.
Yeşil çimler içinde sarmaşıklı binaları olan bir üniversitede olasılık eğitimi almış, sonra da olasılıkperest olmuş bir profesör ise uykularını kaçıran uzun saçlı, küpeli bisikletli gençleri uyarıyor! Olasılık hesabını da kendine göre yapıyor. Mutlak ve göreli olasılık hesabını birbirine karıştırıyor. Akkuyu’da kurulacak nükleer santrale karşı pedal sallayan bisikletli gençlerin kendi olasılık hesabına inanmalarını istiyor. Kendisi gibi olasılıkperest olmalarını istiyor. Gençlerin temiz bir gezegende özgürce yaşama ve kardeşçe paylaşma özlemlerini kalplerinden söküp atmalarını istiyor, ütopyalarını yıkmalarını istiyor. Gençlerin temiz gezegen, güzel insanlık, özgürce yaşama ve kardeşçe paylaşma için istediği değişimi engellemek istiyor. “Bunların olasılık hesabında yeri yok” diyor Bodrum’da tatil köyündeki evinin balkonunda huzuru kaçmış yazan bu olasılıkperest profesör.
“Bilgi güçtür” hala kulaklarımda çınlıyor. Gözlerim tekrar sarışın Başkana takılıyor. “Bilimsel Bilginin ve Teknolojinin Etiği Komisyonu” Başkanı daha da gençleşmiş.

(*) Git Dergisi, Ağustos 1999

















AKKUYU’YA;
ALTERNATİF SEYAHATLAR…

DONKİŞOT’UN 170 KİLOMETRELİK
“ANARYA” ÖYKÜSÜ...

Özgür Gürbüz-Don Kişot Platformu
Bundan yaklaşık beş yıl önce dünyayı tersinden görmemi sağlayan yürüyüşe nokta koyalı birkaç ay olmuş, ileriki günlerde daha fazla ne yapabilirim diye düşünüyordum. Şimdi ise aklımda Şivezar Teyze’nin TRT Çukurova radyosundaki sabah programında, adeta haykıra haykıra söylediği “muzaffer ol evladım” sözlerinden başka hiçbir şey yok. Ah keşke Şivezar Teyze’yi bulabilsem ve ona muzaffer olduğumuzu söyleyebilsem. Radyo’dan beni karpuz yemeye çağıran Kargıpınarı Muhtarı’nın tezgahına bir daha yolum düşse de, bu sefer sadece havadan sudan ve zaferden konuşsak. Kurduğum Don Kişot Platformu’nun kuruluşunda da söylediğim gibi bir kişinin dünyayı değiştirebileceğine olan inancım hiç eksilmedi. Ama zaferi, o zafer için uğraşanlarla kutlama gibisi de yok. Şeytan diyor ki, bir başka 170 kilometreyi de sırf eski dostları görmek için yürü...
Siz de tahmin edersiniz ki, Mersin’den Akkuyu’daki hayali nükleer santralin kapısına kadar yaptığım 170 kilometrelik geri geri yürüyüşün öyküsü Mersin’den biraz daha öncelere uzanıyor. Çernobil kazasının üstünden 9 yıl geçmişti ve İstanbul’da çarpıcı bir eylem peşindeydik. Açıkçası o güne kadar neredeyse denemediğimiz yol kalmamıştı. Deniz, bisikletine atlamış Akkuyu’ya varmış, Yeşil Gazete’den Halil, ben ve diğer dostlar günlerimizi nükleer santral istemediğini söyleyen 170 bin imzaya bir başka bin tane daha eklemek için kar kış demeden sokaklarda geçirmiştik. Nükleer karşıtı paneller, basın açıklamaları ve daha neler neler.
Bütün bunları düşünürken, bir tek amuda kalkmadığımız kaldı gibilerinden espriler yapıldı ve aklıma geri geri yürüme fikri geldi. Hemen bu fikri uygulamaya koymaya karar verdik. Deniz Güman, ben ve yürüyüş sırasında bize katılan 10 kadar arkadaş, elbiselerimizi de ters giyerek İstiklal Caddesi’ni bir ucundan bir ucuna geri geri yürüdük. Polis, medya ve insanlar ne olduğunu anlamamıştı. Sloganımız da herşeyi açıklıyordu; onlar ilericiyse biz gericiyiz, onlar ileri gidiyorsa bizler geri gidiyoruz”. Bu arada “onlar” diyerek işaret ettiklerimiz, “nükleer santraller halkın kültür seviyesini yükseltir” diyen Prof. Dr. Nejat Aybers, “radyasyonun azı yararlıdır” diyen Turgut Özal ve sayıları hiç de az olmayan sözde bilim insanı ve politikacılardı. O gün yaptığımız yürüyüş benim için sadece bir başlangıç olmuştu. İlk önce İstanbul’dan Akkuyu’ya geri geri gitmek istemiş sonra da binbir türlü neden yüzünden bunu 170 km. ile sınırlamak zorunda kalmıştım. Aynı zamanda yalnız da kaldım. Bazıları bu yürüyüşü benim ünlü olmak için yaptığım düşüncesine kapıldı, bazıları da benim siyasi görüşlerimi beğenmedi ve ben Sanço Panço’suz Don Kişot’luğa başladım. Leman ve Yön FM en zor anlarda ortaya çıktılar. Ayrıca Leman çizerleri daha sonra birkaç temel ihtiyaç, cep harçlığı ve propoganda malzemesine dönüşecek olan rozetlerin üzerindeki karikatürleriyle destek oldular. Sırt çantasını ÇEKÜL’deki dostum Fügen’den ödünç aldım. Yine bazı çevreci ve yeşil dostların yardımıyla yol boyunca kullandığım tek spor ayakkabıya kavuştum. Tek başıma sokaklarda rozet satmaya bir yandan da basınla olan ilişkileri düzenlemeye çalışıyordum ki, tüm bunlar için sadece 1 ay gibi bir sürem vardı. Haliyle 15 Temmuz 1995 yılında Mersin’e vardığımda 1 metre bile geri geri yürümemiş, yanıma aldığım bisiklet aynasını da nereye monte edeceğime karar verememiştim. Geri kalan üç günü, benim gibi bir Don Kişot olan Remziye Abla’nın evinde geçirdim, daha doğrusu uyku zamanlarını. Çünkü tüm gün Mersin’deki basın ve yayın kuruluşlarını dolaşmakla geçiyordu. İşin ilginç yanı daha önce ne Mersin’i ne de Akkuyu’yu görmüştüm. Yürüyeceğim yolu, ne tarafa gideceğimi, hatta yerleşim yerleri arasındaki mesafeleri bile bilmiyordum. Tek bildiğim Mersin’den Büyükeceli’ye doğru uzun ince bir yolun elimdeki harita üzerinde durduğuydu.
Mersin’deki günlerimi de antremansız fakat radyo ve televizyonlardaki ardı arkası kesilmeyen konuşmalarla geçirdim. İstanbul’daki basın toplantısı buradaki herkesi haberdar etmişti. Bu eylemi yapmaktaki en büyük amacıma kısmen ulaşmıştım bile. Akkuyu’nun, orada yaşayanlar tarafından kurtarılacağını, büyük şehirlerde oturan çevreci, yeşil, anarşist ve diğerlerinin ancak yöre halkına destek verebileceğini düşünüyordum. Bu yüzden de Mersinlilerin durgunluğu beni mutlu etmiyordu. Oraya gidip, insanlarla konuşulması gerektiğine inanıyordum. Nükleer santrallere karşı imza toplarken, bir çay ve simitle geçirdiğimiz günlerde hasta olma pahasına yaptığımız konuşmalar gazetelerde çıkan iki sütunluk haberlerden çok daha fazla işe yarıyordu. Bu yüzden de o bölgede yaşayan herkesle yüz yüze konuşmaya hazırdım. Bunun yolu arabayla veya koşarak yapılan bir eylemden geçmiyordu. Ya da sadece yürümek yetmiyordu; durmak, anlatmak ve yöre insanını biraraya getirmek gerekiyordu. Geri geri yürümek ise iletişim kurma da karşıma çıkabilecek her türlü problemi çözmeye birebirdi. Kimi “kim bu gerizekalı” diye, kimi de “ne olduğunu anlamak üzere” bana bir soru soracak ve ben de anlatmaya başlayacağım diye düşünüyordum. Nitekim öyle de oldu...
Mersin’den 18 Temmuz sabahının erken saatlerinde yola çıktım. Günün erken saatlerinde hakimiyeti eline alan güneşe rağmen kentin henüz uykuda olduğu anlaşılıyordu. Geri geri atılan ilk adımlar, gazeteciler ve beni destekleyen dostlar kentin çıkışına kadar bana eşlik ettiler. BSP’den Savaş ise bana ilk gün boyunca eşlik etti. İlk çayımı, soğuk suyumu yine o gün içtim. Her gün 10 kilometrelik bir yürüyüşle 17 gün sonra Akuyu’ya varma hesapları yapan bendeniz, ilk günü 17 kilometrelik bir rekorla kapattı. Bu rekorun ödülünü de ilk geceyi geçirdiğim pansiyondaki terasa ve beni bekleyen yemeğe ulaşmamı sağlayacak merdivenleri, emeklemek zorunda kalarak aldım. Vücudumda ağrısız oynatabileceğim hiçbir eklemim yoktu. Yatağa yattım ve sabah ilk işim yaklaşık bir kilometrelik bir düz yürüyüş antremanı oldu. O an bir daha düz yürüyemiceğime inanmıştım. Bundan sonraki yolculuğum, gündüzleri gördüğüm her kahve, lokanta ve belediyelerde insanlarla ve yetkililerle konuşarak, geceleri de adeta küçük birer şehir olan tatil sitelerinde “mini konferans”lar vererek geçti. Arabasıyla duranlar da cabası. Kimi nükleerci profesör çıktı, kimi hatıra fotoğrafı çektirdi, kimi Akkuyu’daki geleneksel şenliğe gelme sözü verdi kimileri de evinde yaptırdığı tatlıdan, bağındaki üzümden yedirdi. Büyükler sırtımı sıvazladı, küçükler bana kendileri kadar şirin hediyeler verdiler. Konuşmak üzere durduğum bir kahvede bana yörenin dilini öğrettiler. Geri geri değil “anarya gidileceğini” orada öğrendim. Bir inşaat işçisinin Sivas’ta üniversitede okuyan oğlunun çektiği sıkıntıları da, kentteki çok bilmişlerde olmayan yaşama sevincini de o 170 km.’nin içinde gördüm. Köylünün derdinin tek nükleer olmadığını, bir sürü farklı siyasal akımdan gelen insanların, amaçlar doğru olunca pekala yanyana gelebileceğini yine oralarda öğrendim. Akdeniz’in asfalt eriten sıcağıyla, Taşucu’nun Deli Ömer’iyle orada tanıştım. Suyum bittiğinde suyun, ekmeğim azaldığında ekmeğin değerini anladım. Belki de ben onlara bir anlattım onlar bana bin öğretti. Zaten amaç da fikir alışverişi değil miydi?
İçtiğim çayın ve ayranın haddi hesabı yoktu. Kumkuyu civarında 1 km.’ye üç mısır düştüğünü hatırlarım. Bütün yolculuk boyunca konukseverlik ağır bastı ve ben binbir pazarlık ve rozet karşıtı aldığım çadırım ve matımı ancak şenlik alanında kullanabildim. Bu, hesapta olmayan olumlu bir gelişmeydi. Hesapta olmayan olumsuz bir gelişme ise, Silifke’ye gün bitmeden varma ısrarlarına hayır diyememem yüzünden, sağ ayağım da meydana geldi. İlk 100 kilometre sonunda, sağ ayak bileğimdeki ağrı beni “düz” bile yürüyemez hale getirdi. Üç kocaman gün Slifke’de kalıp beni izleyen sevgili yetkililerle kovalamaca oynamak zorunda kaldım. Hatta başıma bir şey gelir diye olan biteni yazdığım ve İstanbul’daki posta kutuma gönderdiğim mektup bile sakatlanmış olacak ki, Silifke’den İstanbul’a tam 6 ay sonra ve hayli yıpranmış olarak geldi. İşin trajik tarafı, Silifke’deki doktor eğer birkaç kilometre daha fazla yürüseydim bir daha bir kilometreyi bile zor yürüyeceğimi söylemişti. Gidecek en zorlu 70 kilometre beni bekliyordu. Aynı anda gelen iki arabanın geçmesi için kayalara yapışmamı gerektiren bu dağ yolunu sağlam ayakla bile geri geri yürümek kolay değildi. Beklenen üç gün sonunda bir karar vermek zorundaydım ve ağrılar hiç dinmemişti. İlk günlerde yaptığım fazla kilometreler bana üç gün kazandırmıştı ama daha fazla duraklama şenliğe yetişmemi engelleyeceğinden, bir elimde soğutucu sprey, diğer elimde terimi sildiğim havlum yola devam ettim. Nedenini hiç düşünmedim ama Taşucu’na vardığım da, belki de beni karşılayan o coşkulu kalabalık yüzünden, tüm ağrılar uçup gitmişti.
Yolun bundan sonraki bölümünün bir bölümünü Taşucu’nu merkez alarak tamamladım. Gündüzleri yürüyebildiğim kadar yürüyor, geceleri de ilk bulduğum minübüsle Taşucu’na geri dönüyor ve ertesi sabahta bir şekilde kaldığım yere varıyor, yola devam ediyordum. Boğsak’ı ve ardındaki tepeleri aştığımda ise bu işin artık böyle gitmeyeceği belli olmaya başlamıştı. Geri geri yürüyebileceğim mesafeler arasında ne bir yerleşim yeri ne de çadırımı kurabileceğim boş bir alan vardı. Dağların yamaçlarını yalıyıp giden yolda yürümek için bile yer yoktu. Tam bu sırada imdadıma babam yetişti ve kalan birkaç gün boyunca arabasıyla beni kamp yerine taşıdı. Aslında bu bahaneyle bana en büyük desteği veren aileme, gecikmiş bir teşekkürü etsem hiç fena olmayacak. Onlar, benim bu çılgın fikrime başından beri destek veren az sayıdaki dostların başında geliyorlardı.
Bu aşamadan sonra artık iyice rahatlamış, sırtımdaki çantanın da hafiflemesiyle kimi zaman saatte 6 km.’ye varan bir hıza ulaşmıştım. Tek düşüncem yol boyunca yaptığım konuşmaların işe yarayıp yaramadığı, astığım afişlerin ve verilen sözlerin şenlik günü Akkuyu’da olup olamayacağıydı. Neyse ki Anadolu insanına olan güvenim sarsılmadı. Akkuyu en kalabalık ve canlı eylemini yaşadı. Hatta bunun Türkiye’deki en hareketli yeşil şenliklerden biri olduğunu söyleyenler de oldu. Sinop’tan, İstanbul’dan, Mersin’den herkes oradaydı. Oraya gelemeyenlerin en büyük sorunu araç bulamamak olmuştu. Öncelikle alanda hararetli konuşmalar yapıldı. Ve ben alana geldiğimde yaşamımın en önemli adımlarını geri geri atmış olduğumu anladım. Yaptığım konuşma, 170 km. öncesine oranla çok farklıydı. Bana göre ben de oralı biri gibi konuşmuş; oralı olmuştum. Bölgedeki köyleri, nerede ne yetiştiğini, domatesin kaç para ettiğini biliyordum. Nerede azgın çoban köpekleriyle karşılaşacağınızı, nerede soğuk su bulacağınızı öğrenmiştim. Konuşmamda da hala inandığım basit ilkelerden bahsettim. Merkezden yerelleşmeye geçen bir süreçte, Ankara’daki bilmem ne sıfatlı insanların düşünceleri, yöre halkının düşünceleri yanında beş para etmezdi. Herkes yaşadağı yerdeki kararları almakta serbest olmalıydı. Bugün, Bergama’da olsun, Fırtınalar Vadisi’nde olsun hep aynı açmazla karşı karşıyayız. Merkezi yönetimler, yerel halkı hiçe sayarak kararlar alıyor, yerel halkı kararları doğrultusunda ikna edemeyince de küplere biniyor, askerini polisini kendi halkının üstüne gönderiyordu. İşin işine uluslararası firmalar ve bireysel çıkarlar da girince uygulanan baskı unsurları daha bir boyutlu ve şiddet dolu oluyordu. Bu yüzden Akkuyu ve Bergama’da meydana gelen direniş öyküleri çok önemli. Dünya Kalkınma Bankası’nın raporuna göre Türkiyeli kadınlarda okuyamayan-yazamayan sayısı %20’lere, erkeklerde ise %10’lara geliyor. Bu gibi toplumlarda destanların önemi çok büyük. Tıpkı halk türkülerinin kulaktan kulağa yayılıp yöreye ülkeye mal olması gibi, Bergama ve Akkuyu’daki “yeşil” destanlar da yurda, belki de dünyaya örnek olacaklar.
Şu ana kadar süregelen yaşamımda yapmış olduğum en anlamlı hareket olarak nitelediğim bu 170 km.’lik geri geri ya da anarya yürüyüşün öyküsü, Şivezar Teyze’nin umudunu boşa çıkarmayarak, muzaffer olunarak noktalandı. Ne sıcaktan ne de ayağımdaki ağrıdan eser kaldı. Bir tek yüreğimde bir acı var o da daha çoğunu yürüyemedim diye.
“Gel Ali gel” demiştik. “Ayşe sen de gel” diye eklemiştik. Onları köylerinin dibinde yapılmak istenilen santrale, bu kirli oyuna karşı uyarmış, santral alanının kapısına yığılmış köylülerle “santrali yık” kararını almıştık. Sloganlarımız “Ali, Ayşe aferin size” çığlıklarıyla kutlamaya dönüşmüştü. O yılki şenlik Silfke’nin yoğurdu türküsüyle sürerken, beş yıl sonra yine merkezde birilerinin, yöre halkını, Don Kişotları küçümseyen birilerinin ağzı, sütten değil yoğurttan fena halde yandı. Ama bu son değil. Bir dahaki sefere, başka bir yerde yine yoğurdun kaymağını yemek için aynı iştahsızlıkla ortaya çıkanlar olacak. Onların da yenilgiyle tanışmaları uzak değil. Tek çare yürümek! İster geri geri ister ileriye doğru yürüyün, ama yürüyün; durmayın. Durmak bize hiçbir şey kazandırmaz. Don Kişotlar geri geri bile yürüse, bu yaşam düşmanları hep bizim arkamızda kalacak.
Yürüyüşüm boyunca benden dostluğunu ve yardımlarını esirgemeyen, adlarını sıralamanın imkansız olduğu onlarca Don Kişot’a teşekkürlerimi bir borç bilirim.












ANTİ-NÜKLEER BİSİKLET TURU...

Serhat Özbay
Her şeyden önce 1995’ten başlayıp bugüne kadar gelen altı yıllık bir süreci şöyle bir kıyısından özetlemeye kalktığınızda nedendir bilmem kendinizi birden yaşlanmış hissetmeye başlıyorsunuz (yaşayan bilir, bu hiç hoş bir duygu değildir). Galiba tüm bu yıllar boyunca hep önümüze bakmaktan geriye dönüp “ne oluyoruz, nedir bu koşturmaca” diye sormamışız ve bunu yıllar sonra bir kerede yapmaya kalkınca tüm yaşananlar olanca ağırlığıyla üzerine çöküveriyor insanın. Hangisinden başlasanız bir diğerine haksızlık gibi geliyor ama en doğrusu benim için başlangıç noktası olan 1995 Anti-Nükleer Bisiklet Turu olacak galiba...Bu tura çıkışın tüm hikayesi benim için özetiyle aynıdır. 1995’in bir bahar günü kampüste Devrim bana; “Nükleer santrali protesto etmek için bisiklet turu yapmayı düşünüyoruz gelir misin?” dedi. Ben de; “gelirim tabi” dedim ve üç ay sonra çıktık. Tabi o üç ay tur için gerekli maddi imkanların sağlanması için döne döne sponsor ararken ve rozet satarken mi daha çok yorulduk yoksa 1000 km lik tur sırasında mı? O hala aramızda bir tartışma konusudur.
İnsanın ömründen ömür çalan böbrek ağrısı sorular vardır. Mesela bir şeyler yaratma dürtüsünün doruğunda olduğunuz yaşlarda tiyatro için konservatuvar sınavına girersiniz karşınızda dağları aşmış bir jüri, siz korkudan titreyerek, ezberlediğiniz Shakespeare ya da Beckett repliğini içinizden tekrarlarken soruverir; “NEDEN TİYATRO???”. Saçmalamanız kaçınılmazdır. Tüm hayatınız gözlerinizin önünden geçerken çevredeki başka bir müzik okulunda ve benzeri başka mekanlarda değişik tipte dağları aşmış ve oralara gelmiş jüriler aynı ömre eziyet soruyu sormaktadır “NEDEN MÜZİK, NEDEN O, NEDEN BU ?”. Benzer bir “yaptığın işin içini doldurma kaygısı” bizim kendi aramızda da yaşandı. “NEDEN BİSİKLET?”. Öyle ya 1000 km. pedal basacağız çok akıllıca görünmüyor, insanlar soracak bir şey demek lazım. Turun başında tüm dünya bisikletçileri arasında yaygın olan bir söylemi kendimize slogan olarak seçip benimsedik: “BİSİKLET ÖZGÜRLÜKTÜR”. İyi kalite, 4 tekerleği olan araçlarla bile yolculuk yapmanın çok zor olduğu Türkiye’ye has yol koşullarında bu slogan kendini ancak 500 km kadar koruyabildi ve “ASLINDA ARKASINDA ESKORTU OLAN BİR BİSİKLET DAHA ÇOK ÖZGÜRLÜKTÜR” e dönüştü. Turun sonunda ise “YANILMIŞIZ, ARABA ÖZGÜRLÜKTÜR” nihai şeklini aldı.
Şaka bir yana 10 saat boyunca 100 km pedal basılan bir günün ertesinde sabah 6 da kalkıp başka bir 100 km yi, üstelik hiç uykunuzu alamamışken karşınızda bulduğunuzda nükleerin kötü bir şey olduğu ama bu kadar da kötü olamayacağı düşüncesi istem dışı olarak canlanıyor beyninizde. Bunun 14-15 gün tekrarlanması sonucunda da, tur bittikten sonra bir daha bisiklet görmek istemediğinizi hatta bir daha uzun süre birbirinizi de görmek istemediğinizi grup üyeleri olarak günde beş kere birbirinize deklere ediyorsunuz. Aslında neden bisiklet sorusuyla ilgili olarak Karadeniz Turunun sonrasında Ağaçkakan’a sıcağı sıcağına yazdığım şu satırları olduğu gibi aktarmak en doğrusu olacak sanırım:“Bisiklet zor iştir. Her turun sonunda her şeye lanet edip bu seferkinin son olduğunu ve bir daha tövbe bisiklet görmek istemediğinizi söyleyecek kadar zordur. Ama bir hafta sonra bir dahaki tur için sabırsızlanmaya, bisikleti her gün temizleyip sanki yarın tura başlıyormuşcasına hazırlayacak kadar da insanın içine işler. Bisiklet ölçek büyütür, ayrıntı kaçırmazsınız. Arabayla 100 km hızla geçtiğiniz ve saniyenin bilmem kaçta biri gibi bir süreyle görebildiğiniz her detayı sindirirsiniz. O yol sürdüğünce bir yaşamın da sürdüğünü, asfaltın aslında o kadar da cansız olmadığını anlarsınız. Bunun yanında yokuşların gerektiğinde nasıl bir cehenneme dönüşebildiğini de bisiklet size çok iyi anlatır. Öte yandan birileri bir yere yapmaması gereken bir şey yapıyorsa oranın insanına ulaşmanın en iyi yolu da bisiklettir. Yol boyunca dağdaki çobanından köy kahvesinde oturanına benzinlikte çalışanından size ayran ikram edenine kadar yüzlerce insanla birebir konuşma imkanı bulursunuz.”
Evet başta içini doldurmakta zorlandığımız “neden” sorusu zaman içerisinde daha doğrusu tur süresince kendi cevabını kendi verdi: “İNSANLARA BİREBİR ULAŞMAK”. 14 gün süren yaklaşık 1000 km lik İzmir-Akkuyu yolculuğunda gerek yol boyunca gerek konaklama yerlerinde yüzlerce insana derdimizi anlatmaya çalıştık. Bu konuda fazla zorluk çektiğimizi söyleyemem çünkü Türkiye’nin küçük şirin beldelerinin köy kahvelerine taytlı, uzun saçlı, kafasında tuhaf bantlar olan kan ter içinde 4 adam girdiğinde o kahvenin sakinleri önce camdan dışarı bakarlar “acaba UFO yu nereye parkettiler” diye. Sizin dünyalı olduğunuz anlaşıldığında da sohbet kendiliğinden başlamış olur. Aslında onların gözünde belki de ilk defa duydukları nükleer santral vb şeyler şehirde yaşayan okumuş yazmış insanların sorunudur asıl sorun hazır Ankara’dan gelmiş birilerini yakalamışken oraya sorunlarını duyurabilmektir. Yine Ağaçkakan’daki aynı yazıdan bir alıntı: “…bizim önümüze koyduğumuz hedef geçtiğimiz her yerde kamuoyu oluşturmak ve küçük çaplı bir örgütleme çalışması yapmaktı. Tabi olaylar her zaman bizim düşündüğümüz gibi gelişmedi. Her nefesinde attığı her adımda yeni bir dert sahibi olan yurdumuz insanları konuşma isteğiyle, yakınma dürtüsüyle öylesine donanmış ki; Biz mi onları örgütledik onlar mı bizi pek anlayamadık. Biz santral dedik onlar tütün dedi, biz fırtına dedik onlar para dedi, onlar hep kahretti biz hep dinledik. Birbirimizi hep haklı bularak ayrıldık mola yerlerinden.”
Akkuyu’ya ulaştığımızda gece yarısıydı nasıl ve nerede uyuduğumu hatırlamıyorum ama Hayat Motel’in önündeki sahilde uyandım ve uyanır uyanmaz da 5 gün sonraki şenlik hazırlıkları başladı. O günden bugüne 5 yıl geçti ve şöyle bir geriye dönüp baktığımda her yıl bir öncekine göre nasıl yol katedildiğini başta eylemlere dışarıdan bakan köylülerin olayı sonunda nasıl sahiplendiğini görüyorum. Bunun altında sayısız insanın özverisi olduğunu biliyorum. Sanırım bizi sayıca en az olduğumuz zamanlarda bile dinamik tutan şey bu davanın bizzat kendisinin haklı varoluş gerekçesiydi. Bizim Anti-Nükleer Bisiklet Grubu (*) -1999’da Tekerlekizi Bisiklet Grubu oldu- olarak bu çorbada ne kadar tuzumuz oldu bilmiyorum ama Akkuyu’daki mücadele ve onun kazanımları tıpkı Bergama gibi Türkiye’de özellikle bu dönemde üzerinde önemle durulması gereken bir süreçtir. Tüm bisiklet turlarında yaptığımız onlarca basın toplantısında bağıra bağıra bunun bir çevreci eylem olmadığını bizim de asla çevreci gençler olmadığımızı yaşam hakkımızı savunduğumuzu anlatmamıza rağmen ertesi gün özellikle büyük yazılı basında “ÇEVRECİ GENÇLERDEN ÇEVRE EYLEMİ” gibi akla zarar başlıklar atılması da bundandır.
Sorunlar tüm heybetiyle karşımızda durmakla birlikte Akkuyu’da kazanılan mücadele hem enerjimizi tazelemek hem de herkese her canı isteyenin canının istediğini yapamayacağını göstermek açısından çok önemlidir. Akkuyu’yu hep çok sevdim. O’na çok emek verdiğim için değil sadece, bana hayatımın en güzel dostluklarını verdiği ve benim diğer yarımı bana buldurduğu için de..

(*)Anti-Nükleer Bisiklet Grubu: Serhat Özbay, Devrim Melekoğlu, Mete Sancaktaroğlu, Hüseyin Yılmaz, Vedat Gün’den oluşmaktadır.



















ŞİLE, SİNOP, SİLİFKE, İZMİR, İSTANBUL YÜRÜYÜŞÜ...
AĞUSTOS-KASIM 1994.. 4000 KM.

Timur Danış
Bugün 15 Temmuz 1994 Cuma, Saat şimdi 00. 45 Uzayıp giden, inen, çıkan yollar, kumsallar, ormanlar, sahile vuran dalgalar, kahvehaneler, benzinciler, yağmur, güneş, rüzgar belki de kar, meyva ağaçları, böğürtlen, karpuz, muz, portakal, şeftali, üzüm, kavun, beyaz peynir, zeytin, salatalık, domates, pilav, tas kebabı, kuş başılı pide, kasaba pastahanelerinde kuru pasta, kek, soğuk kola, serin su, yeni tanıdıklar, dostlardan gelen haberler, gelen dostlar.. şimdi beni bekliyorlar.
1994 Ağustosu bir sabah Kuledibi'ndeki evimden çantamı sırtlayıp çıkacağım. Karaköy'deki kahvaltıcıda, karışık peynirli ve bal kaymak şokellalı sandviçlerimi yiyip Beşiktaş, Üsküdar ve Şile'den yürümeye başlayacağım; Ağva, Kefken, Karasu, Akçokoca, Alaplı, Ereğli, Zonguldak, Çatalağzı, Bartın, Amasra, Kurucaşile, Cide, İnebolu, Abana, Çatalzeytin, Türkeli, Ayancık, Sinop, Boyabat, Kargı, Osmancık, Laçin, Çorum, Yozgat, Hacıbektaş, Avanos, Ürgüp, Nevşehir, Derinkuyu, Niğde, Ulukışla, Pozantı, Tarsus, İçel, Silifke, Taşucu, Ovacık, Büyükeceli, Anamur, Alanya, Antalya, Kemer, Fenike, Kaş, Kalkan, Eşen, Fethiye, Muğla, Yatağan, Milas, Didim, Söke, Kuşadası, Selçuk, İzmir, Menemen, Foça, Aliağa, Çandarlı, Dikili, Bergama, Ayvalık, Gömeç, Ören, Burhaniye, Edremit, Havran, Balıkesir, Susurluk, Karacabey, Bursa, Gemlik, Yalova'ya kadar 4000 kilometre yürüyeceğim. 20 Kasım 1994'de Yalova'dan deniz otobüsüne binip Kabataş'a geçeceğim. 20 Kasım Barbara'nın doğum günü. Barbara doğum gününe tüm dostlarını bekliyor. Ben de davetliyim.
4000 kilometre yol yürümemin birinci sebebi, Arif Künar'ın Datça'daki Ütopyalar Toplantısı'nda; "Türkiye'de nükleer santral yapıyorlar" demesidir. Bu kadar yolu yürüyüşümün ikinci sebebi ise, Nasuh Mahruki, bir sezonda tırmanacağı üç tane 7000'in üstündeki yüksekliğe çıkmaya gitmeden önceki günlerde, "4000 kilometreyi yürü, belki bir daha böyle bir fırsat bulamayabilirsin" demişti. Arif Künar, nükleer santrallere karşıdır, Nasuh Mahruki, hep benim yürümemi ister. Bunlar nükleer santralin yapılmasını engeller mi? Belki de engeller. Ama daha önemlisi benim, bu ülkede yaşayanların nükleer santral istemediklerini duymaya ihtiyacım var. Bunun için sırt çantama taktığım, üstünde "Nükleer Santrale Hayır" yazan bayrağımla köy, kasaba ve şehirleri dört ay süre ile yürüyüp, bu ülkenin nükleer santral istemediğini duyacağım.
Temmuz ayının yedisinden beri nükleer santrale karşı çıkmak için yürüyeceğimi söylemeye başladım. Yedisinde Barbara Avusturya'dan gelmişti, önce ona söyledim. Sonra Mantar Osman ile Çevre Gazetesi'nden Ümit'e anlattım. Çevre Gazetesi ile birlikte Ortaköy'de bir stant açtık. Ağaçların arasına gerdiğimiz çamaşır ipine Kargaları, Tosbağaları ve üstünde "Nükleer Santral İstemiyorum" yazan Karga bayrağını astık. Liman Yapım'ın yaptığı rozetleri tezgaha dizdik. Çevre Gazetesi'nden arkadaşlar de Barış rozetleri sattı. Gelip geçenler kampanyamıza destek verdi. Pastoral Dergisi'nden Ümit bisikleti ile geldi, sohbet ettik. Ümit, ben Abana'ya ulaşınca gelecek ve iki gün birlikte yürüyeceğiz. İstanbul Yeşiller Derneği yürüyüşüme destek oldu. Zaten sabahleyin gidip bu yazıyı onların makinesi ile yeniden yazacağım.
Anti- nükleer yürüyüşü çeşitli şekillerde duyuracağız; Karga bu yürüyüş için özel bir biçim aldı. Karga onbeş günde bir yürüyüşten haberler veren bir bülten kılığına giriyor. Bülten de nükleer konularda haberler, yazılar ve çizimler de yayınlanacak. Çevre Gazetesi'nin her sayısında kampanya ile ilgili sayfalar yapacak. Karga tüm nükleer sevmezlere açık.
Anti-nükleer yürüyüş kampanyasına aşağıdaki şekillerde yardımcı olabilirsiniz:
1. Yukarıda yazdığım yerlerde, kampanyayı destekleyecek tanıdıklarınıza, derneklere, kuruluşlara, beni tanıtıp onların adres ve telefonlarını bana bildirebilirsiniz.
2. Çevrenizde Karga satabilirsiniz.
3. Antinükleer rozetleri satabilirsiniz.
4. Pazar günleri Ortaköy'de kurulan stantı ziyaret edip bana mesaj gönderebilirsiniz. İkinci Karga'da, Çevre Gazetesi'nin üçüncü sayısında, her hangi bir gazetede, radyoda, yol üstünde bir yerde buluşmak dileği ile..



“NÜKLEERSİZ BİR DÜNYA İÇİN AVRUPA UZUN YÜRÜYÜŞÜ”NE GİDİYORUZ. (*)

Timur Danış
Sevgili Savaş, sevgili ütopyacılar, sevgili dünya dostları, sevgili ekolojistler, anti-endüstriyalistler, anarşistler, yeşiller, anti-militaristler ve sayın sosyalistler, çevreciler, feministler.
Size Karaköy'den yazıyorum. Şu anda tuvaletteyim, Ağaçkakan dizimin üstünde duruyor. Yazı yazabileyim diye Ağaçkakan'ın üstüne bir mukavva koydum. Barbara ile birlikte “Nükleersiz Bir Dünya İçin Avrupa Uzun Yürüyüşü”ne gidiyoruz.
1994 Aralığı'ndan beri yürüyüşe katılmak için çalıştık durduk. Yeşil yürüyüşler düzenledik, Lemancıların çizdiği, Liman Yapımevi çalışanlarının çoğalttığı rozetleri sattık. Ankara'da Aslı, Yunus, Ertuğrul, İzmir'de Savaş, Adana'da Hilmi, Marmaris'de Çevre Koruma Derneği, Didim'de Nilgün, Özcan, İstanbul'da, Ümit, Ender, Kafinet, Liman, Yeşil Bisiklet, Emet, Şebnem, Özgür ve gene Ankara'dan Arif çok büyük yardım ettiler. Bu arada İstanbul'da Elif ile İstiklal Caddesi'nin girişinde açtığımız standlarda harika anlar yaşadık. Sonuçta yürüyüşe katılabilmek için gereken parayı bulduk. Üstelik de harika bir mülkümüz de oldu. Şimdi artık 330 mark değerinde bir çadırımız ve içinde 400 mark değerinde iki uyku tulumumuz var. Yere serdiğimiz matları da unutmamalı. Bütün bunları Pazar yürüyüşleri ve rozet satışlarından gelen paralarla yaptık. Lafı biraz uzatıyorum çünkü Yalçın Pekşen'in kulakları çınlasın istiyorum.
Bu arada bir yığın aksilik, bir yığın ev hali, bir koca yığın yorgunluk. Ne yazık ki bütün bunlar Kasım’dan beri yapılan birçok yeşil toplantıyı izlememi engelledi. Akdeniz'deki çevreci toparlanma, Dünya Dostları'nın yeni çalışma şekli ve Greenpeace ile ilgili söylemek istediklerimi toparlayıp yazamadım. Sanıyorum beş ay boyunca yürüyüp yazacaklarım, söyleyemediklerimin, yazamadıklarımın yerine geçer. Sizlere Viyana-Çernobil, Moskova yollarından, Ağaçkakan, SOS Akdeniz, Dünya Dostları, Cumhuriyet Gazetesi ve İstanbul Anti-Nükleer Platform aracılığı ile sesleneceğim. Siz de bana İzmir'den SOS Akdeniz, İstanbul'dan Yeşil Oda aracılığı ile ulaşabilirsiniz. Gurbet ellerde yürürken sizlerin seslerinizi duymak bize güç verecek. 17 Mayıs günü sabahtan akşama kadar Fotoğrafevi'nde dostlarımız ile vedalaşıyoruz. Herkesi bekliyoruz.
Ütopyalar Toplantısının üçüncüsünde, gelecek yıl gene Datça'da buluşmak dileği ile.

(*) Ağaçkakan Dergisi, Sayı: 14














KİRLETEN ENERJİYE BİSİKLETLE 3266 KM’LİK KARŞI ÇIKIŞ... (*)

Deniz Güman
Her şeyden önce şunu ifade etmek isterim ki, ben doğayı seviyorum. İnsan merkezli düşüncenin ve insanın doğayı yok ederek yaşamını sürdürmesinin mümkün olmadığının bilincindeyim. Fakat ne yazık ki ülkemizde izlenen enerji politikası doğayı ve insan sağlığını dikkate almamaktadır. Termik santrallerin saçtığı zehir, yok ettiği dünya, bu zehir sonucu erken ölen insanlar, sakat doğumlar ve yaşadığımız doğanın karardığı bir gelecek.
Bir yandan referandumlarla, kamuoyu baskılarıyla nükleer santrallerden kurtulmaya çalışan bir dünya. Bir yandan da o dünyada işsiz kalan nükleer lobilerin bizlere kakalamaya çalıştığı pislikler. Kirleten enerjiye karşı çıkmayalı ve anti-nükleer harekete gireli iki sene oldu. Yayınları tarafsız olarak takip etmeye çalıştım.
Nükleercilerle, anti-nükleercilerle konuştum. Sonunda anladım ki nükleer gücü savunmak cinayettir. Nükleer lobicilerin tek derdi para. Ya para kazanacaklar ya da para kazanacaklar. Bu diyardan para kazanmadan gütmek istemiyorlar. Oysa biz anti-nükleercilerin, sağlıklı ve güvenli bir çevrede yaşamaktan başka bir isteğimiz yok.
İşte bütün bunlar çerçevesinde doğayı ve insan sağlığını hiçe sayacak bir biçimde yok eden enerji üretimini protesto etmek ve kamuoyunun dikkatini çekmek için 8 Eylül 1994 sabahı Yalova’dan bisikletimle 4000 Km. olarak planladığım yolculuğuma başladım. Yolculuğum sırasında geçtiğim yerlerde, köylerde dinlendiğim zamanlarda yöre insanlarına amaçlarımdan ve ülkemiz üzerine oynanan oyunlardan bahsettim. Sürürsünü otlatan çobana, ekinini biçen çiftçiye, köy kahvelerinde çayını yudumlayan dedelere nükleere karşı çıkışımı anlattım. Mersin, Adana, İzmir, Antalya, Ankara’da düzenlenen basın toplantılarının yanısıra, radyo konuşmaları, özel söyleşiler yaptım. Özellikle yerel basın ve halk çok ilgilendi. Radyoların nükleere karşı çıkışın sesi olduğunu bir kez daha anladım. Ege ve Akdeniz’deki insanlar ne termik ne de nükleer istiyor. Ege ve Akdeniz’de durum böyleyken, İç Anadolu’da durum farklı. İç Anadolu’da birçok insan nükleeri duymamış bile. Çernobil deyince hatırlıyorlar. Çöplüğümü patlatan, nükleer kazaların sonuçlarını saklayan bir anlayışın nükleer santral kurma istemi beni daha da hırslandırdı. Fakat maddi bir takım engeller yüzünden rotamı kısaltmak zorunda kaldım. Yalova, Bursa, Balıkesir, Bergama, Foça, İzmir, Kuşadası, Akköy, Milas, Bodrum, Ören, Gökova, Köyceğiz, Fethiye, Korkuteli, Antalya, Manavgat, Alanya, Anamur, Akkuyu, Silifke, Mersin, Tarsus, Adana, Pozantı, Ulukışla, Aksaray, Şereflikoçhisar, Ankara, Kızılcahamam, Gerede, Düzce, Bolu, Akyazı, Kaynarca, Ağva, Şile, İstanbul güzergahında 3266 Km. pedal bastım. Yolculuğumun başlangıcında 4000 Km. olarak planladığım ancak mali zorluklar yüzünden yapamadığım Ankara’dan Sinop-İstanbul rotasını sonraki gelişmeler doğrusunda düşünüyorum. Sadece Türkiye’de değil, Dünyada da nükleer santrallere karşıyım. Nükleer santrallere karşı çıkmak sadece pisliğe karşı çıkmak değil, üretim-tüketim mekanizmasının getirdiği yıkanmış beyinlere de karşı çıkmaktır.
Benim için de en iyi olan; “nükleer” olmayan nükleer santraldir.

(*) Çevre Gazetesi, Aralık 1994, Sayı:4








PLATFORMLAR, DERNEKLER, KİŞİLER VE EYLEMLER…


GREENPEACE’İN AKKUYU KAMPANYASINDAN...
(Eylül 1992 – Temmuz 2000)

Melda Keskin-Greenpeace Akdeniz Ofisi
Türkiye’de 35 yıldır ne pahasına olursa olsun nükleer santrallar kurmak için her olanağını seferber etmiş olan tüm hükümetler; Süleyman Demirel; aralarında Recai Kutan, Veysel Atasoy, Ersin Faralyalı, Ziya Aktaş, Cumhur Ersümer gibi Enerji Bakanları ve Enis Öksüz gibi bir Ulaştırma Bakanı’nın da bulunduğu Bakanlar; Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) ve TEK-TEAŞ bürokratları; yıllarca nükleer enerji propagandası yapmakla kalmayıp temiz alternatiflerle ilgili bir “dezenformasyon” kampanyası da yürüten Ahmed Yüksel Özemre, Ahmet Bayülken, Osman Kemal Kadiroğlu, Şarman Gencay, Vural Altun, (Akkuyu İhalesi’nin bir kez daha iptal edildiğini görmeden ölen) Nejat Aybers gibi profesörler; son ihaleye giren üç çokuluslu konsorsiyum ([AECL, Gama, Güriş, Bayındır], [Siemens, Framatome, STFA, Garanti-Koza ve TEMA’nın ikinci başkanı Nihat Gökyiğit’in şirketi Tekfen], [Westinghouse, Mitsubishi, ENKA, MNG]); bu dev şirketlerle olan ilişkileri ve enerji ihalelerindeki çıkarları doğrultusunda tarafsız habercilik ilkelerini ayaklar altına alarak halkın bilgilenme hakkını çiğneyen “bir kısım” medya; 1998 seçimlerinde halkın cezalandırdığı eski nükleer karşıtı - yeni nükleerci eski Büyükeceli Belediye Başkanı Kemal Güdül... yıllarca bu hiç de hafife alınamayacak “nükleerci cephe” (ve “karanlıkta mı kalalım, dünyada bir sürü nükleer santral var, boşuna uğraşıyorsunuz, nasıl olsa yapacaklar, asla engelleyemezsiniz” gibi sözleriyle bilerek ya da bilmeyerek onlara destek verenler) karşısında, durmadan, dinlenmeden, bıkmadan, usanmadan, özveriyle, en önemlisi de her zaman barışçıl ve düzeyli bir mücadele veren nükleer karşıtlarına, Akkuyu Nükleer Santral İhalesi’nin iptal edilerek TEAŞ’ın yatırım planlarından çıkartılması kutlu olsun!
Türkiye Elektrik Kurumu tarafından 1993 yılında Ankara’da düzenlenen Uluslararası Nükleer Teknoloji Kurultayı sonunda standlar toparlanırken, Kanada’lı nükleer şirket AECL’nin Türk ortaklarından ve Türkiye’nin en büyük inşaat şirketlerinden biri olan Gama temsilcisi bana; “Biz anlaşmayı çoktan imzaladık, siz nükleer enerji planlarına karşı boşuna uğraşıyorsunuz” diyordu...
EYLEMLER; EYLEMLER...
1992 Eylül - Türkiye’ye gelen ilk Greenpeace gemisi MV Sirius, İzmir Limanı’na nükleer karşıtı bir afiş ile girdi. Nükleer Karşıtı Platform’un 170 bin imza toplanmasıyla sonuçlanan kampanyasına destek verildi.
1993 Ekim - Ankara’daki Nükleer Teknoloji Kurultayı’nda Nükleer Enerji ve Çevre başlıklı panele katıldıktan ve “Türkiye’de etkin olan yerli ve yabancı nükleer lobinin tüm bileşenleriyle” ilk kez karşılaştıktan sonra, Greenpeace gönüllüleri Rainbow Warrior adlı gemiden Akkuyu’ya şişme botlarla bir “çıkartma” yaparak, santral sahasına Türkiye’nin yenilenebilir enerji potansiyelini simgeleyen bir rüzgar türbini yerleştirdi.
1994 Kasım - 35 Greenpeace ve Nükleer Karşıtı Platform eylemcisi, Ankara’daki TEK binası girişini kapatarak nükleer ölümü simgeleyen bir gösteri yaptı.
1995 Nisan - Malta’da Greenpeace Akdeniz Ofisi’nin açıldığı yıl, Çernobil Felaketi’nin iki tanığı olan biyolog Natalya Prebrajenska ve mühendis Vladimir Usatenko ile İstanbul’da ve Sinop’ta iki toplantı gerçekleştirildi. Ağustos – Çin’in nükleer bomba denemelerini inatla sürdürmesi Greenpeace ve NKP-İstanbul tarafından İstanbul’daki Çin Başkonsolosluğu önündeki eylemle protesto edildi.
1996 Mart - Çernobil Kazası’nın 10. Yılında, Greenpeace’in 13 Avrupa ülkesinde ve Amerika kıtasında da düzenlediği “Tanıklıklar Turu”nda, Ukraynalı üç konukla Ankara, Alanya, Silifke ve Mersin’de bir dizi toplantı yapıldı. Nisan - 26 Nisan günü, “Çernobil’in Türkiye Üzerindeki Etkileri” adlı rapor yayınlanarak, kazadan sonra yetkililerin halka nasıl yalan söylediği ve radyasyonla kirlenmiş çay ve fındıklar konusunda özellikle üniversitelere nasıl bir sansür mekanizması uyguladıkları kendi belgeleriyle ortaya kondu.
1997 Mayıs – Greenpeace ve Nükleer Karşıtı Platform üyeleri; Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) ile Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) ve TEAŞ’ın “geniş çaplı bir eğitimin ilk basamağı” olarak Ankara, Mersin ve İstanbul’da düzenlediği “Nükleer Enerji Konusunda Halkı Aydınlatma Seminerleri”ne katıldı. Halkın katılımının zaten gerçekleşmediği bu toplantılarda yapılan inanılmaz propagandaya nükleer karşıtlarının soru ve yorumlarıyla karşılık verildi. Haziran - Greenpeace Akdeniz Ofisi’nin Türkiye’de ilk kez bir iletişim ofisinin açıldığı yıl, Enerji Bakanlığı önünde yapılan eylemde, nükleer ihaleye teklif veren tüm ülkelerin dillerinde “Kirli Nükleer Teklifler Giremez” yazılı afişler açıldı ve o gün Enerji Bakanı olan Cumhur Ersümer’e iletilmek üzere “Türkiye Enerji Yol Ayrımında” adlı Greenpeace raporu açıklandı. Ağustos – Greenpeace Akdeniz’in 3000 kilometrelik Güneş Turu, Doğu Akdeniz Çevre Platformu (DAÇE) üyesi olan çevre derneklerinin evsahipliğinde düzenlendi. İçinde enerji konulu bir fotoğraf sergisi, video, buzdolabı, vb. elektrikli aletler; üzerinde ise bunları çalıştıran güneş panelleri ve küçük bir rüzgar türbini bulunan küçük bir kamyonla Osmaniye’den başlayarak İstanbul’a kadar 15 yerleşim ziyaret edildi. İki hafta boyunca kamyondaki sergiyi ve video gösterimini izleyen binlerce insanla birebir görüşme olanağı yaratılarak, onların alternatif enerji talepleri basın aracılığıyla Ankara’ya iletildi. Ekim – Konsorsiyumların, Uluslararası Akkuyu Nükleer Santral İhalesi’ne tekliflerini verdiği 15 Ekim günü, Greenpeace bir kez daha TEK binası önündeydi ve ihaleye Azrail’i ile tanıklık ediyordu.
1998 Şubat – Uluslararası Greenpeace’in Başkanı Thilo Bode’nin Türkiye’yi ziyareti sırasında Enerji Bakanı Cumhur Ersümer ile bir görüşme yapıldı. Doğa ile uyumlu enerji üretimi konusunda belge ve raporların Ersümer’e verildiği bu toplantıda, kendisine Türkiye’nin enerji verimliliği ve rüzgar enerjisi alanındaki resmi hedeflerin ne olduğu sorulduğunda verdiği iki kısa yanıt şöyleydi: “Enerji verimliliği enerji sektörü özelleştirilince olacak” ve “Ben rüzgar enerjisini çok seviyorum”! Mart - Greenpeace Akdeniz – Türkiye Ofisi, GP nükleer kampanya sorumluları Karen Richardson (İngiltere), Ben Pearson (Avustralya), Michael Kühn (Almanya) ve Kanada’daki Nükleer Bilinç Projesi’nden Dave Martin ile Türkiye’ye davet etti. İstanbul’daki basın toplantısının ardından Akkuyu halkı ile buluşarak, bir dia gösterisi eşliğinde dünyanın çeşitli ülkelerinde nükleer endüstrinin durumunu gözden geçirildi. Kanada’lı AECL, Alman Siemens, Amerikalı Westinghouse gibi şirketlerin gelişmiş ülkelerden, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere tehlikeli teknoloji transferlerine dikkat çeken Greenpeace heyeti, Büyükeceli’de yapılan basın açıklamasında, nükleer santrala karşı çıkan yöre halkı ile sonuna kadar dayanışma içinde olduğununu yineledi. Mayıs – Daha önce Endonezya için benzer bir çalışma hazırlamış olan Prof. John Taylor (Avustralya Ulusal Üniversitesi), Akkuyu’da olabilecek bir nükleer kazada Türkiye, Kıbrıs, Ortadoğu, kuzey Afrika ve Özbekistan, Kazakistan gibi ülkelerin nasıl etkileneceğini gösteren bir bilgisayar modelleme çalışmasını Greenpeace için hazırladı. Temmuz - Adana depreminin ardından, Greenpeace ve Dokuz Eylül Üniversitesi Deniz Bilimleri Enstitüsü Deniz Jeofiziği Birimi Başkanı Prof. Dr. Atilla Uluğ İTÜ’de yapılan bir basın toplantısında, TEAŞ'ın iddialarının aksine, Ecemiş fayının Akkuyu santral sahasından yalnızca 20-25 km. mesafede denize uzandığı ve aktif olduğu uyarısını bir kez daha yaptı. Nükleer karşıtları tarafından 1991 yılından beri defalarca gündene getirilen bu uyarı, 1999 başında Greenpeace’in İTÜ’de düzenlediği bir başka basın toplantısında, Kanadalı şirket AECL'nin elindeki TEAŞ belgelerini inceleyen Kanadalı uzmanların görüşlerinin Türkiye'de kamuoyuna aktarılması ile bir kez daha yinelendi. Yine bu ay, nükleer santral ihalesinde yarışan NPI (Siemens +Framatome) konsorsiyumunun basın toplantısı, “Nükleer Satıcılar Dışarı” ve “Nükleer Lobi Akkuyu’dan Defol” yazılı afişlerle yapılan eylemle ve NKP-İstanbul üyelerinin basın açıklamasıyla protesto edildi. Sadece ekonomi muhabirlerinin davet edilmiş olduğu ve girişinde havyarlı sandviçlerin ikram edildiği bu toplantı, nükleer lobi için tam bir halkla ilişkiler felaketi oldu. Toplantı sırasında nükleer karşıtları ve Prof. İlhan Talınlı’nın (İTÜ) radyoaktif atıklara ilişkin sorularına verilen, “Nükleer atıkları Toroslar’ın altına gömersiniz” ve “Türkiye’nin parlak zekalı insanları 20 yıl içinde radyoaktif atıkların çözümünü bulacaktır” gibi yanıtlar ve eylem haberi basinda geniş yer aldı. Ağustos - Enerji Bakanlığı önünde yapılan ikinci bir eylemde, Bakan Ersümer’in ağzından hayali bir açıklama yapılarak, “Türkiye'de yıkıcı etkileri olacak nükleer programdan vaz geçildiği” ve güneş kaynaklı enerjilere (güneş, rüzgar, biyokütle, su, vb.) ve enerji verimliliğine yatırım yapılacağı duyuruldu. Bakanlık binasının tepesine “Cumhur Ersümer: ‘Atoma Hayır!’” yazılı 50 metrekarelik bir afiş asıldı. Ekim – Güneş elektriği panelleriyle donatılmış GPAlmanya'ya ait bir kamyonla gerçekleştirilen 2500 kilometrelik Temiz Enerji Turu’nda İstanbul, İzmir, Ankara, Silifke, Akkuyu ve Mersin ziyaret edildi. İki hafta süren bu ikinci turda da binlerce kişi ile Türkiye’nin enerji durumu ve seçenekleri tartışıldı; fosil yakıtlar ve nükleer enerjiye dayalı politikaların dünyada yarattığı yıkım belgelendi; “Önce Güneş, Rüzgar, Su...” adlı çocuk kitabı ve çeşitli raporlarla enerji verimliliği ve yenilenebilir enerji kaynakları tanıtıldı.
1999 Temmuz - Greenpeace Akdeniz 11 Temmuz günü Akkuyu’da yerel yönetimlerle birlikte resmi olmayan bir halkoylaması gerçekleştirdi. İki hafta kadar köyün gençleri ile birlikte Greenpeace ve ÇETKO gönüllüleri, Büyükeceli’de her evin kapısını çalarak nükleer enerji konusundan ve halk oylamasından söz ederek el ilanları dağıttı; Ege Üniversitesi’nden Doç. Dr. Ahmet Altındişli ile ‘Ekolojik Tarım’, Kocaeli Üniversitesi’nden Doç. Dr. Tanay Sıdkı Uyar ile Enerji Planlaması – ‘Alternatif Enerjiler’ konulu seminerler düzenlenmesinin ardından Büyükeceli ve Yeşilovacık Belediye Başkanları’nın da katıldığı halkoylamasında “Yöre halkı olarak Akkuyu’da Atom Santralı ve Radyoaktif Atık Deposu Kurulmasına İzin Veriyor musunuz?” sorusuna yanıt, %84 oranında HAYIR! oldu. (A2) Bu sonuç, Greenpeace’in nükleer enerji elkitabı ile birlikte TBMM’deki 550 milletvekiline iletildi. Kitapçığa ve halkoylaması sonuçlarını içeren basın açıklamamıza yanıt veren tek milletvekili Zafer Güler (DSP İstanbul) oldu. Bunu izleyen aylarda nükleer enerji ve alternatifler konusunda bilgi/belge paylaşımında bulunduğumuz Sn. Güler, daha sonra Greenpeace’in Başbakan Bülent Ecevit ile Kasım ve Aralık aylarında yaptığı öngörüşme ve toplantının gerçekleşmesini sağlamıştır). Eylül – Münih kentindeki merkez binası önünde yapılan eylemde, Siemens’in deprem riskine rağmen hala Türkiye’ye nükleer reaktör satma ısrarı protesto edildi. Ekim – 19 Ekim sabahı Boğaz Köprüsü’nün Avrupa ayağının tepesine tırmanan Hollanda, Almanya, Danimarka ve Türkiye’den 7 Greenpeace gönüllüsü üzerinde bir girilmez işareti ve radyasyon uyarısı bulunan “Cumhur Ersümer: Stop Akkuyu!” yazılı 600 metrekarelik bir afiş astılar. Basın açıklamasında yer alan “Sn. Ersümer, 34 yıldır gerçekleştirilememiş bir yatırımın, yatırım olmaktan çıktığını itiraf etmek zorundadır!” sözlerine ve bu eyleme, Enerji Bakanı Ersümer’in yanıtı şöyleydi: “Değil köprünün üstüne, gökyüzüne bile yazsalar nükleer santraldan vazgeçmem. Beni bu projenin bu aşamasında Allah’tan başka kimse durduramaz!” Aralık – Ankara’da önce bazı enerji bürokratları ile yapılan rüzgar enerjisi konulu toplantının ardından Başbakan Bülent Ecevit ile planlanan görüşme geldi. Türkiye’nin büyük rüzgar enerjisi potansiyelini açıklayan bir çalışma sunan Doç. Dr. Tanay Sıdkı Uyar, dünya elektriğinin %10’unun 2020 yılına kadar rüzgar enerjisiyle nasıl karşılanabileceğini ortaya koyan raporu ve dünyada rüzgar enerjisinin gelişimini özetleyen Avrupa Rüzgar Enerjisi Birliği 2. başkanı Soren Krohn ve Uluslararası Greenpeace Enerji Çözümleri Birimi başkanı Karl Mallon’un da içinde bulunduğu Greenpeace heyetinin, Başbakan Ecevit’in isteği üzerine bir saat sonrası için alınan bir randevu ile Enerji Bakanı Cumhur Ersümer’i ziyareti, bu sürecin en ilginç aşamasıydı! Ertesi gün İstanbul Teknik Üniversitesi’nde düzenlenen bir basın toplantısı ile gelişmeler kamuoyuna duyuruldu. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun denetim sorumluluğunu ihmali sonucunda yüzlerce kişinin radyasyona maruz kaldığı İkitelli kazasının yıldönümünde, NKP üyeleri ve mağdurlardan İlyas Ilgaz’ın da katılımıyla TAEK’in yeni binasında yapılan Greenpeace eyleminde, nükleer tehlikeye bir kez daha dikkat çekildi.
2000 Nisan – Greenpeace’in İTÜ’de düzenlediği basın toplantısında, Doç. Dr. Hasan Çetin’in (Çukurova Üniversitesi) Ecemis Fayı’nın aktif olduğunu ve son 35 bin yılda en az 3 kez hareket ettiğini en yeni bilimsel yöntemlerle kanıtlayan araştırması yayınlandı. TAEK ve TEAŞ’ın Ecemiş Fayı’nın aktif olmadığı ve Akkuyu’nun nükleer santral yapımına uygun olduğu iddiaları kesinlikle çürütülmüş oldu. Toplantıdaki yoğun medya ilgisine karşın gazete ve televizyonların pek az yer verdiği bu önemli açıklama, bir gün sonra Greenpeace’in Sultanahmet Meydanı’ndaki eyleminde gökyüzüne yükselen sıcak hava balonu ile kamuoyuna ulaşmıştı! Temmuz – 25 Temmuz’daki Bakanlar Kurulu toplantısının ardından, Başbakan Ecevit Akkuyu İhalesi’nin iptal edildiğini açıkladı! Ülke genelinde çeşitli kuruluşları, yerel gruplar ve köylülerle birlikte sürdürülen yoğun bir kampanyanın ardından Greenpeace, enerji verimliliği ve alternatif enerjilerin önünü açan bu kararı memnuniyetle karşıladı.




ROMAN GİBİ..

Oktay Demirkan-Doğu Akdeniz Çevre Dernekleri Ortak Sekreteri
Doğu Akdeniz Çevrecileri olarak yörede yapılan tüm etkinliklerde yer aldık. Toplantıların, şenliklerin, mitinglerin, yürüyüşlerin programlanması, duyurulması ve gerçekleştirilmesine az veya çok katkıda bulunduk. Bunlarla da yetinmeyerek nükleer karşıtı savaşımın daha geniş bir çevreye yayılması için yerel ve bölgesel boyutta başka etkinlikler de düzenledik. Ben bu savaşımın Doğu Akdeniz Çevrecileri (DAÇE) cephesinden bazı etkinlikleri aktarmaya çalışacağım.
İLK PANEL...
16 Aralık 1990 pazar günü Silifke'de Silifke Belediyesi ve Yeşiller Partisi (YP) tarafından birlikte düzenlenmiş olan “Nükleer Enerji ve Sonrası” isimli panel benim için, Doğu Akdeniz Çevrecileri için ve DAÇE'nin nükleer karşıtı savaşımda yer almasında bir başlangıç oldu. YP İzmir İl temsilcisi Nuran Güner Tabak'ın yönettiği panelde SHP İçel İl Başkanı Ali Erdinç, İskenderun Çevre Koruma Derneği Başkanı Cemil Altay, Nükleer Savaşa Karşı Hekimler Derneği (NÜSED) temsilcisi Dr. Salim Canoğulları, YP Genel Başkan Yardımcısı Aydın Ayas, Silifke Belediyesi'nden Çevre Mühendisi Nuray Kurnaz, Kum Mahallesi Çevre Koruma Derneği Başkanı Abdullah Uzun konuşmacı olarak yer aldılar. Silifke Belediye Başkanı Feyyaz Bilgen'in açış konuşmasıyla başlayan panelde, bir süre önce “Yeşili seven ormana gitsin!” diyen Enerji Bakanı Fahrettin Kurt sert bir şekilde eleştirildi ve nükleer karşıtı tepkiler dile getirildi. Nuran Güner Tabak'ın; “Ahu Tuğba'nın puanlı çoraplarını yayınlayan Basın'ın çevrecilerin de sesini duyurmalarını istiyoruz.” diye konuşması gazetecilerin tepkisine neden oldu. Panel sonrası Silifke caddelerinde “Nükleer Santrale Hayır Yürüyüşü” gerçekleştirildi.
YEŞİLLER...
Nükleer karşıtı bu etkinlikten YP Adana temsilcisi Kadir Altay aracılığı ile haberim olmuştu. İskenderun Çevre Koruma Derneği Yönetim Kurulu olarak kalabalık bir grupla katılmıştık. Konaklama Taşucu Lades Otelde yapılıyordu. Ben cumartesi günü diğer arkadaşlarımdan daha erken saatte gitmiştim. Amacım YP üyeleriyle tanışmak sohbet etmekti. Ancak buna olanak bulamadım. Çünkü kendimi YP'nin bir örgüt toplantısının içinde buldum. Gündemde partinin Genel Başkan sorunu vardı. Kimileri Genel Başkan Prof. Dr. Celal Ertuğ'u yeterince etkili bulmuyor, daha dinamik bir genel başkana gereksinim olduğunu savunuyorlardı. Üzerinde görüş birliği olan bir isim de bulunamıyordu. Bu toplantıdan hatırladığım bazı isimler şunlardı: Aydın Ayas, Şerafettin Arman, Füsun Altay, Bilge Contepe, İsmail Ateş, Ali Yedigöz, Ahmet Filmer, Cengiz Kökçü, Şükran Yurdagül, Filiz Akyol... Akşam yemekten sonra Aydın Ayas ile bir köşeye çekilerek nükleer karşıtı savaşımın geleceğini konuştuk. Ayas; “Biz geldik, buraları hareketlendirdik, gidiyoruz. Ama bu savaşımın sürmesi gerek. Bizler her zaman gelemeyiz, buralardan birilerinin olayı sahiplanmesi ve savaşımı sürdürmesi gerekiyor..” dedi. Gerçekten de ve yanlış anımsamıyorsam o günden sonra Aydın Ayas'ı hiç görmedim. Ama Aydın Ayas haklıydı...Bir şeyler yapılmalıydı... Bu “bir şeyler” daha sonra: DAÇE olacaktı.
DAÇE
Çevre derneklerinin bölgesel ölçekte çalışmalar yapmak için bir araya gelmesi gerektiği düşüncesi giderek benimsendi ve bu amaçla 9 Şubat 1991 günü Adana'da Kadir Altay'ın bürosunda bir araya gelindi. Bu toplantıya Antakya, İskenderun, Payas Çevre Koruma Dernekleri, Adana Çevre ve Tüketici Koruma Derneği (ÇETKO), NÜSHED Adana temsilcisi, S.O.S. Akdeniz Gurubu Adana ve Tarsus temsilcileri katılmışlardı. (YP üyeleri bazı etkinliklerde kendilerini S.O.S. Akdeniz Gurubu temsilcileri olarak tanıtıyorlardı.) 9 Mart 1991 günü İskenderun'da İçel Çevre Gönüllüleri Derneği'nin katılımıyla ikinci, daha sonra da 6 Nisan 1991 günü Yumurtalık'ta üçüncü toplantı gerçekleştirildi. Toplantının Yumurtalık'ta yapılmasının nedeni gündemde Yumurtalık Termik Santrali'nin olması idi. Bu oluşum sonradan daha da gelişerek, DAÇE adını alacak ve çevre savaşımına katılacaktı. Öncelikli olarak Yumurtalık Termik Santrali'ne karşı yoğun bir savaşım gerçekleştiren DAÇE, hükümetin bu santralın yapımından vazgeçmesi üzerine çalışmalarını nükleer karşıtı savaşıma yoğunlaştıracaktı...
İKİNCİ NÜKLEER KARŞITI SİLİFKE YÜRÜYÜŞÜ
Doğu Akdeniz Çevrecileri bir araya gelişlerinin 2. yıldönümünü kutlamak üzere Kızkalesi Klikya Otel'de toplanmışlardı. Gündemsiz olarak düzenlenen toplantıya yörede henüz o gün kuruluşunu tamamlayan Silifke Kültürel Ve Doğal Yaşamı Koruma Derneği (KÜDYAK)'nin üyelerinin de katılmasıyla olağanüstü gündem oluştu. Akkuyu Nükleer Santralı ile ilgili nelerin yapılması gerektiğinin tartışıldığı toplantıda mart ayı sonunda Silifke'de bir panel ve yürüyüş düzenlenmesi kararlaştırıldı. Bayram tatiline programlanan etkinlik daha sonra yapılan çağrı üzerine başka bölgelerden de katılımla 26 ve 27 Mart 1993 günleri gerçekleştirildi. CHP İçel Milletvekili İstemihan Talay, Silifke Belediye Başkanı Feyyaz Bilgen ve Taşucu Belediye Başkanı Emin Güleç'in de katıldığı yürüyüşte güvenlik önlemlerini bir önceki yürüyüşe kıyasla artırıldığı, yürüyüş güzergahı olarak ilçenin daha sakin cadde ve sokaklarının belirlendiği gözlenmişti. Bu, hükümetin yapılan etkinliklerden artık rahatsız olmaya başladığının bir işareti sayılabilirdi. Yürüyüşte taşınan pankartlardan aklımda kalan bir kaçı şöyleydi: “İstemiyom Buba”, “Akkuyu Nükleer Santralına Hayır!”, “Çocuklar Sakat Doğmasın”, “Ne Termik. Ne Nükleer Bu Güneş Bize Yeter”, “Akkuyu Karakuyu Olmasın!”, “Antidemokratik Nükleer Dayatmacılığa Son”, “Yeni Çernobillere Hayır”. Yürüyüş sonrası gerçekleştirilen Panel'in konuşmacıları: Prof.Dr.Leziz Onaran, Prof.Dr.Tolga Yarman, Ünal Erdoğan ve Savaş Emek'ti. Neler konuşulduğunu bu süreci yaşayanlar kolayca tahmin edebilirler...
NÜKLEER KARŞITI AKKUYU ÇIKARTMASI ve SONRASI
27 Mart 1993 günü gerçekleştirilen yürüyüş ve panelden önceki gün yoğun yaşanan günlerden biriydi. Taşucu'ndan teknelerle hareket edilerek Akkuyu'da nükleer santralın yapılacağı bölgeye denizden bir çıkartma gerçekleştirildi. Altyapı için hazırlanmış beton blokların üzerine boyalarla yüzlerce kez “Nükleer Santrallere Hayır!” yazılarak geri dönüldü. Bundan sonrasını Ağaçkakan'ın 8. sayısında yayınlanan "Eylemin Gücü" isimli yazıdan birlikte okuyalım; “Taşucu'na geri dönülürken teknelerden birinin (yaklaşık 2 metrekarelik) mutfağında eyleme katılan gurup ve derneklerin temsilcileri bir toplantı düzenlediler. Hepsinin yüreğinde Akkuyu eyleminin heyecanı vardı ve ilk sözleri 'Bu iş burada kalmasın' oldu. 27 Mart cumartesi günü yürüyüş ve panelden daha önce, daha geniş ve etkin bir organizasyon için toplantı kararı alındı. Silifke Belediyesi Kültür Merkezi'nde yapılan bu toplantıya Doğu Akdeniz Çevrecileri Ortak Sekreteryası ile S.O.S. Akdeniz Gurupları, Nükleer Karşıtı Platformun İstanbul temsilcileri, Arkadaş Dergisi, Ağaçkakan Dergisi ve Yeşil Gazete katıldı.”
ALTERNATİF ENERJİ RAPORU
8 Mayıs 1994 pazar günü Dörtyol'un Payas beldesinde gerçekleştirilen DAÇE toplantısında alınan bir kararın nükleer karşıtı savaşımda önemli bir yeri olduğunu düşünüyorum. O toplantıda alınan önemli kararlardan biri DAÇE tarafından bir “Alternatif Enerji Raporu” hazırlanması kararıydı. Alternatif enerji türleri dernekler arasında paylaşıldı, her dernek kendi konusunda raporlar hazırladı, zaman zaman olumsuzluklar, umutsuzluklar yaşandı...Sonra bir gün Umur Gürsoy arkadaşımız derleme görevini üstlendi, raporları güncelleştirdi, eksiklerini tamamladı ve kitabı yeniden yazdı. Sonuçta yıllar sonra 1999 yılında ortaya “Dikensiz Gül-Temiz Enerji” isimli kitabımız çıktı.
TEMİZ ENERJİ SEMPOZYUMU
Nükleer santralleri istemiyorduk, termik santrallere de karşıydık. Peki enerji gereksinimi nasıl sağlanacaktı. Sıklıkla karşılaştığımız bu soruya bilimsel bir yanıt oluşturmak amacı ile 15 ve 16 Kasım 1997 günleri Heinrich Böll Vakfı Türkiye temsilcisi Fügen Uğur arkadaşımızın desteği ve ÇETKO başkanı Doç Dr. Figen Doran arkadaşımızın çabaları ile Adana'da bir “Temiz Enerji Sempozyumu” düzenledik.
NÜKLEER SANTRAL İDARE MAHKEMESİ’NDE
İzmir Çevre Hareketi Avukatları'nın Türkiye'deki çevre savaşımına önemli katkıları olmuştur. Pek çok konuda herkese hukuk danışmanlığı yapan gurup Akkuyu ile ilgili hukuk savaşımında da önemli roller oynadı. DAÇE'den Antakya, İskenderun ve Tarsus Dernekleri ile İzmir Çevre Hareketi Avukatları'nın ortak çabaları sonucu 26 Ocak 1995 tarihinde Adana İdare Mahkemesi'nde yürütmenin durdurulması istemi ile dava açıldı. Mahkeme Nisan 1996 tarihinde nükleer santral kurma kararının 5 Yıllık Kalkınma Planlarına dayalı olarak alındığı gerekçesi ile davayı reddetti. Mayıs 1996 da yine yürütmenin durdurulması istemiyle Temyiz başvurumuz olduysa da bu başvuru da Mayıs 1997 de reddedildi. Bu sürecin 19 Mart 1966 günü Adana İdare Mahkemesi'nde olan duruşmalı oturumu anımsanmaya değer. Noyan Özkan'ın zamanlı uyarısıyla duruşmanın tarihini ve katılımın önemli olduğunu geniş bir çevreye duyurduk. Hafta içi bir gün olmasına karşın arkadaşlar beklenenden de kalabalık olarak katıldılar. Oldukça küçük olan duruşma salonu, koridorlar, merdivenler hep nükleer karşıtları ile doluydu. Duruşma hakimi beklemediği bu kalabalık karşısında sakin olmaya, disiplini sağlamaya çalışıyordu. Mahkeme salonunda gözyaşlarını tutamayanlar, söylemek istediklerini unutanlar falan oldu. Başbakanlık adına duruşmaya katılan Adana Vali Yardımcısı; “Aslında nükleer santrale ben de karşıyım.” diye söze başlayınca duruşma hakimi tarafından uyarıldı!.
ADANA
Adanalılar 4 şubat 1995 cumartesi günü öğleyin Büyükşehir Belediyesi önünde garip giysili insanlar gördüler. Naim Ertürk palyaço, Umur Gürsoy hortlak, Şemsettin Eser ve ben üzerinde "Nükleer Santrale Hayır" yazan giysilerimizle yaklaşık 2 saat süre ile bildiri dağıtmış ve insanları saat 16.00 da Belediye Konferans Salonu'nda yapılacak olan “Nükleer Enerji ve Sorunları” konulu panel davet etmiştik. Amacımız nükleer santral konusunda Adana'da yeterince etkinlik yapılmadığı düşüncesinden hareketle Adanalıları bilgilendirmekti. Hilmi Çamurdan arkadaşımız paneli günlerce öncesinden afişlerle duyurmuş, kentin bir kaç ana caddesine bez pankart bile asılmıştı. Yürüyerek bildiri dağıtma izni verilmeyince de kentin en işlek caddelerinden olan belediyenin önünde yürüyerek değil ama gezinerek (!) birkaç bin bildiri dağıtmıştık. Bütün çabalarımıza karşın koca salona 100 kadar izleyici toplayabilmiştik. Katılımın azlığına ramazan oluşu, aynı saatte başka etkinliklerin, başka toplantıların olduğu gibi gerekçeler bulabildiysek de halkımızın bu tür toplantılara pek de ilgi duymadığı acı bir gerçekti. Panelin konuşmacıları Ünal Erdoğan, Arif Künar ve Umur Gürsoy'du. İçerik olarak güzel ve doyurucu bir panel oldu. Ünal Erdoğan'ın bir türlü bitmeyen konuşması izleyicileri değil ama Umur Gürsoy'u uyuttu. Umur Gürsoy oruç olduğu için uyuklamış olabileceğini söylediyse de, bu tatlı bir anı olarak belleklerimizde kaldı.
GÜLNAR
Akkuyu Nükleer Santrali, Büyükeceli Beldesi yakınında yapılıyor. Büyükeceli Beldesi ise İçel'in Gülnar ilçesine bağlı. Ne var ki nükleer savaşım sürecinde Akkuyu'nun adı hep Silifke ile beraber anılıyordu. Eylemler hep Silifke'de gerçekleştiriliyordu. Bunun sonucu olarak da Gülnar halkı nükleer savaşımda bir türlü yer almıyordu. Bu yanlış algılamayı ortadan kaldırmak, hem de Gülnarlıları nükleer santral konusunda bilgilendirmek amacı ile Gülnar'da bir panel düzenledik. Panelin soru yanıt bölümünde izleyicilerden bir yaşlı amca nükleer santrali gül'e benzeterek; “Bu gülün dikeni bize batacak kokusunu başkaları koklayacaksa ben bu gülü istemiyorum!” dedi. Alkışlarla benimsenen bu sözlerden esinlenerek daha sonra basılan temiz enerji kitabımıza: “Dikensiz Gül - Temiz Enerji” adını verdik.
ANAMUR
Nükleer savaşımın Akkuyu'nun batısına taşınması DAÇE'nin hep gündeminde olmuştur. Hatay ve Antalya'nın Akkuyu'ya eşit uzaklıkta olmasına, yapılması halinde turizm potansiyeli nedeni ile daha çok zarar görecek olmasına karşın batıda beklenen duyarlık bir türlü sağlanamıyordu. Greenpeace'in, Doğu ve Batı Akdeniz Çevrecilerinin gerçekleştirdiği çok sayıda etkinliğe karşın Antalya ve Alanya'dan istenen düzeyde ses getirilemiyordu. Gazipaşa Antalya'nın en doğusundaki, Anamur ise İçel'in en batıdaki ilçeleriydi. İşte bu potansiyelin etkisi ile Anamur'da bir Nükleer Karşıtı Platform oluşmuştu. Platformda sol siyasi partiler, bazı dernek ve sendikalar vardı. Platformla ilişki kurularak Anamur'da bir DAÇE toplantısı düzenlemeye karar verdik.
GAZİPAŞA
AKÇEP Alanya Çevre Gönüllülerinden Ayşe Selimoğlu arkadaşımız DAÇE'nin batıdaki temsilcisi gibidir. Uzakta olmasına karşın DAÇE'nin her toplantısına katılır ve çalışır. Ayşe Selimoğlu'nun katkıları ile 22-23 Mayıs 1999 günleri Gazipaşa'da bir DAÇE toplantısı ve panel organize ettik. Bir panelin konusu: “Çarpık Kentleşme ve Nükleer Santrallerin Çevreye Etkileri” olarak sonradan değiştirildi ve Gazipaşa'nıın sorunlarıyla nükleer santralın turizm ve tarım üzerine olan olumsuz etkilerinin tartışıldığı bir panel gerçekleştirildi. Bürokratların, siyasilerin, öğrencilerin, STK temsilcilerinin de izlediği panelde salonda 400’ün üstünde izleyici vardı. Sanıyorum Gazipaşa'da nükleer santral ilk defa konuşuluyordu!.








BİZ GİDERİZ MERSİN’E, ONLAR GİDER TERSİNE...

Remziye Eryılmaz
90’lı yılların başlarında İçel Çevre Gönüllüleri Derneği’nin üyesi iken; orada da birçok komiteler doğrultusunda yoğun çalışmalar içinde idim. Kulüp salonunda N.K. karşıtı sergi açtık. Bu konuda panel, yürüyüş, oturma eylemi, Bertan Tuncer’in sergisi, filmler gibi etkinlikler programlandı. Ancak bir gün; İçel Sanat Kulübü Başkanı; “Remziye Hanım N.S.’ler ülke için gerekli imiş, Çevre Gön. Der. Başkanı’nız öyle dedi” demez mi? Tüm çalışmalar öylece kalakaldı.
1994 yılı, “Çadırını sazını alda gel” eylemine, Mersin Tabipler Odası Başkanı Enver Şahin ve Dr. Halis Bey’le gittik. Akkuyu’da kimseyi bulamadık, kızgın geri dönüldü. İkinci gün, İÇGD Başkanı’ndan adresi alıp, yalnız gittim. Belediyeye uğradım. Orada sevgili Aynur Tuncer’le karşılaştım. N.K. Gurubun, Hayat Motel’de olduklarını söyledi. Aynur, Bertan Tuncer’in N.S. ucubelerini gösteren meşhur sergisini, Taşucu’nda açmıştı. Onu gezdim. Yürüyüş sabahı yöre Belediye Başkanları ve köylülerden bir grup motele geldi. Konuşmalar, açıklamalar yapıldı, slaytlar çekildi, yürüyüş başladı. Ama, ne yürüyüştü ?.. O ne coşku, ne umuttu öyle!.. Böylesine heyecan, böylesine bütünleşme! Yasak bölge aşıldı. Denize son olmayan yüzüşe doğru ilerlendi. Yolun ortasındayken tepede Arif Künar’ın geri dönüş uyarısına, birtakım mırıltılarla uyuldu (çünkü öyle karar alınmıştı). Ancak köylü, arkadaşların bir kısmı kızgın; “Neden hedef nokta olan denize kadar gidilmedi?” diye sorgulamalar...Yakınmalar... Dönüşte köy kahvesinde sohbet edildi, geçmişte konu ile ilgili yanıltmalar heyecanla anlatıldı. Üzgündüm.. Mersin’den bir tek ben vardım. Diğer illerden ise, kalabalık gelen arkadaşlar.
Yürüyüşümüzün ikinci günü değerlendirme toplantısı yaptık. Denize kadar gitmeyişimize tepki koyanlar köylünün dışında, arkadaşlarımızın arasında da oldu. Fahrinüsa; “Sizin ki sadece mastürbasyon, ben bir daha aranıza katılmayacağım” dedi. Onu bir daha hiçbir etkinlikte görmedim. Saygı ile andığım Ayşe Bike toplantıları genellikle dışardan izlerdi. Kızdığı konularda meşhur sövmeleri ile tavrını koyardı. ’’Bisikletli Yaşam’’ projesi konusunda da; “sana Marmaris’te bile haksızlık yapılıyor, senin hakkını arayacağım’’ demişti. O da Saynur’la birlikte, Gökova Termik Santrali konusunda, canını ortaya koyanlardan biriydi.
1995’in Haziran ayında, İstanbul N.K.P. un toplantısında Özgür Gürbüz’le tanıştım. N.K.na gerici söylemine karşı, harika bir eylem programlamış. Anamur tarafından geri geri yürüyüp Akkuyu’ya gelmeyi planlamış, bu konuda destek arıyordu. Böylesi düşünceye destek verilmez mi? O tarafın yollarının virajlı oluşu; trafiğin azlığı; yerleşim alanlarının seyrek oluşu; nedenleri ile bu tasarıma uygun olmadığını; bu iş için Mersin’den başlamasının çok çarpıcı olacağını; istediği zaman evimde kalabileceğini; güzergah belediyelerinden kendisine destek alabileceğimi; basın ve TV’lerde program ayarlayabileceğimi bildirdim. Gerçekten de etkinlikten birkaç gün önce eve geldi. Sözümü aynen yerine getirdim. Nesrin’le Fatoş’da geldiler. Yerel TV’lerden; Mersin Sun TV konuyu üstlendi. Gelip evde çekim yaptı. Yürüyüşü takibe aldı. Konuyu haberleri ile gündemde tuttu. Ayrıca Kanal 33 ve 2000 de konuyla ilgilendiler. Özgür her konakladığı yerden telefon açıyor. Her akşam ben de onun yanına gidiyor; gerekli ihtiyaçlarını götürüyor; kendisine destek veriyordum.
Dünya Dostları D. 95 Akkuyu etkinliği için, Mersin’de girişimde bulundu. Aynı yıl yaz başında, Nesrin’le Fatoş faks çekerek, Mersin’e geldiler. 95 Akkuyu etkinliği programlanmaya çalışıldı. Ancak bu girişimden beklenen sonuç alınamadı. İlgili çalışmalarda yapılması gereken her türlü destek için, Mersin temsilciliği ve sorumluluğunda olması gereken, doğal görevimi üstlendim. Broşürler, ilgili yazılar, hormonlu bebeler kitabını dağıtmaya koyuldum. Satış işlerini beceremediğim için, DAÇE’den on adet kitap almıştım. Satamazsam ben de kalacaktı. Onları satmak için girişimde bulundum. Karşılaştığım durum oldukça şaşırtıcı idi. Gezdiğim yerlerden 250 sipariş oluşmasın mı? İnanılacak gibi değildi. Sevinçten Oktay Bey’e, Silifke’den, Yaşar’a, Naim’e, telefon açtım. Kimsede yok. Savaş’ta da kalmamış. Ancak bulabildiğim 60 kitabı satmakla sınırlı kaldım.
95’de Erdemli’den başlayan yöre belediyeler birliğinin davaya sahip çıkması da son derece önemli bir gelişme idi. Yöre Belediyeler B. Çevrecilerle eşgüdüm toplantılarında, programlar oluşturdular. Bu etkinliğin diğer önemli bir yanı da bazı Mersin Milletvekilleri’nin etkinliğe katılıp, yanımızda olacaklarına dair millet vekili sözü vermeleri...Bu konuda verilen sözleri sorgulamak için, söz verenler teker teker arandı. Aydın Güven Gürkan’a N.K. dosya vermek için Nesrin’e birkaç kez telefon açtım. Ancak işi olduğundan gelemedi, T.B.M.M.ye yalnız gittim. Ayrıca, R.KazımYücelen’de seçimden önce M. Sun TV’de N.Karşıtı olarak tavır sergileyeceğine dair partisi adına söz vermişti.
95 yılı Akkuyu Şenliği değerlendirme toplantısında Arif; “N.K.Sürekli Eylem Komitesi” oluşturulmasını önerdi. Önerinin adı da güzeldi, anlamı da... Ancak, çok istememe karşın, bu oluşum bir türlü yürürlüğe konulamadı. Gene bu toplantıda; İzmir Çevre Hareketi Avukatlarından Noyan Özkan; “Akkuyu bölgesi doğal yapısı nedeniyle korumaya alınırsa; o bölgeyi kurtarmak için hukuksal bir dayanağımız olur” demişti. Öneri ilgimi çekti. Orada kendimi bu konuya da programladım. Diğer çalışmalarla, yoğunluk içinde olduğum bir gerçekti. Ancak, biraz daha özveri bu işe de yeterdi. İstenince neler olmuyordu? 15 Ekim 1995’de Noyan’a konu ile ilgili bir mektup yazdım. Ondan sımsıcacık bir yanıt aldım. Yaklaşımı çok beğenmiş, önerilerini sıralamıştı. Bilge’nin “Kelebek Vadisi” örneği ışığım, Noyan’da kılavuzum oldu. Düşüncemi ilgili tüm arkadaşlarla görüştüm. Özellikle Bilge yardımcı olacağına söz vermişti. “Araştırması benden, uygulaması birlikte...’’ düşüncesi ile işe koyuldum. Araştırma sırasında; mektup, telefon bağlantıları çok işe yaramadı. İlgili yerlere bizzat giderek, bire bir görüşüldü. Bu şekilde daha iyi sonuç alındı. Olaya Çevre ve Kültür Bakanlıkların da son derece sıcak bakan hatta sevinen insanlar oldu. Konu ile ilgili belgeler iki buçuk yılda tamamlandı. Bu önemli dosyaya tüm çevre kuruluşlarının sahip çıkacağını sanıyordum. Sanırım düşüncelerimi tam açıklayamadım. Daha sonra “Arkadaş Grubu”nun birlikte çalışalım önerisini kabul ettim. Yaşar’a üç projeyi de faksladım. Ancak o da öyle yoğundu ki, dosyayı birlikte oluşturacak zamanı bir türlü yakalayamadık... Projelerle ilgili yarışmalara da katılacağını söylemişti. Dosyanın bir örneği tüm verileri; Ekin’de kıyıdan fotoğraflar, konu ila ilgili basında çıkan yazılar, tüm kıyının 1/25’lik haritası ile birlikte Kültür Bakanlığı’nda yokoldu.. Diğer bir örneği bende kaderine yanıyor. Adana Bölge Koruma Kurulu’na sadece dilekçe ile başvuruldu.
Her şeye karşın, Mersin’de N.K.P. kurulması çok önemli bir aşamaydı. Ancak N.K. sekreteryasının sendikal kuruluşların eline geçmesi de, konu ile ilgili taban hareketini yavaşlatmakta rol oynadı. İlk başlarda seçilenler, atananlar ve halk bu işe çok sıcak bakmadı. Bu kuruluşlar çevrecilere çok daha sıcak bakıyor, çevreciliği daha çok önemsiyorlardı. Bu yaklaşım bir çok davranışlarla belirlendi. Tüm gelişmeler içinde 96 ve 97 Akkuyu etkinliklerinde, Mersin’de büyük bir gerileme görüldü. Her iki yılda da Mersin’den tek bir otobüs çıkarılamadı. Büyükeceli gibi iki buçuk saatlik bir yola herkes kendi olanakları ile gitmeye çalıştı. Oysa ki! 94-95 yılları arasında çok önemli bir fark atlaması olmuştu. Bir kişiden üç otobüse! Neyse ki, bir şekilde Hilmi Çamurdan devreye sokulmuştu. O, benim 95’de kendi evimde, kendi olanaklarımla yaptığımı 96’da Petrol- İş’te devam ettirdi. Ayrıca N.K. miting, konu ile ilgili film günleri, Yenişehir Parkında çadır eylemi, 96’nın en çarpıcı yanıydı.
DAÇE Sekreteryası Mart 1996’da Adana’da açılan N.S. konulu davaya çok katılımlı destek çağrısında bulundu. Konu Mersin’de insanlara duyuruldu. Gitmek isteyenler istasyonda buluştuk. Davayı dinlemeye trenle gittik. Sun TV istasyonda konu hakkında röportaj yaptı. Kanal 2000 temsilcisi, mahkemeye kadar bizimle geldi. Av. Noyan Özkan’ın her iki savunmasında da içimdeki çocuk dürtülendi. Onun tepkileri gözyaşı olup haykırışa dönüştü. Mahkeme çıkışı tüm kameralar, basın ilgiyle bana doğru yürüdü.
98 Akkuyu etkinliğinde; Petrol-iş’in organizesi ile hazırlanan kuru kafa ve atom amblemli giysiler, oldukça ilgi çekici oldu. Kuruluşların, odaların temsilcileri örnek giysileriyle iki, ayrıca halkın oluşturduğu üç, yani Mersin’den beş otobüsle Büyükeceli’ye gidildi. Halkın bulunduğu otobüslerin sorumluluğunu ben üstlendim. Bu etkinlikte Bergama’dan Dünya Gençliği Kampı’na katılan gençler de etkinliğe hareket getirdi.
Melda’nın ve diğer arkadaşların her etkinlikte, misafirleri ile birlikte bizde konuk olması; içimden gelen sıcaklığa yanıt vermeleri; beni son derece memnun ediyordu. Özellikle Bilge’nin son gelişinde zamanımız çoktu. Doya doya sohbet ettik. Bir günü tamamen kendimize ayırdık. Birbirimizi çok daha iyi tanıdık. Keşke onunla, diğer dinozorlarla daha uzun kalsak, daha uzun sohbet etsek... N.Karşı Türkiye’de ve Avusturya’dan Çernobil’e kadar yürüyen, Büyükeceli de halkın bütünleşmesi için çaba harcayan Timur, eşi Barbara, sürpriz konuk; bisikletle dünya turuna çıkan Hülya Koç, köpekleri eşim ve ben...2000’li yılları hep birlikte bizim evde yakaladık. 1999 Akkuyu etkinliğinden önce, Timur’un köyde kaldığı açıkça belli idi. Herkesin görebileceği dağa “Tahkime Hayır” yazılmış. Tahkim konusu; Ankara’da bile çoğu kişilerce bilinmezken, Büyükeceli halkına kavratılmıştı. Timur köy halkıyla bütünleşmek için (heykel sempozyumunda Deniz’in saçlarını kestiği gibi), meşhur sakalını bile kestirmişti. Bir etkinlikte Mürüvvet özellikle uzun kollu giysi aramıştı.
İNKP (İçel Nükleer Karşıtı Platform) NASIL VE NEDEN OLUŞTU? (*)

Hilmi Çamurdan
Nükleer santral yirmi yılı aşkın bir süredir Türkiye'nin gündeminde. Santralin kurulacağı ilin (Mersin) dışında neredeyse tüm iller buna karşı tavır alıp mücadele ettiler ve etmeye devam ediyorlar. Nükleer santralin Mersin'de kurulmasına karşı tüm Türkiye ve nükleer karşıtı dünya kuruluşları hareket içerisindeyken Mersin suskundu. Birçok İçel’li ilinde nükleer santral kurulacağını bile bilmiyordu. (İçel; il sınırı, Mersin; merkez) Bunun en büyük nedenlerinden birisi DAÇE (Doğu Akdeniz Çevrecileri Ortak Sekretaryası) üyesi İçel Çevre Gönüllüleri Derneği'nin nükleer canavara karşı net bir tavır almaması idi. Kurulduğu 1991 yılından bu yana uyum içerisinde çalışan ve örgütlü mücadelesi ile Türkiye'de bir çok oluşuma örnek olan DAÇE, İçel Çevre Derneği’ni atlamamak için Mersin'de ikinci bir örgütlenmeye gitmedi. Ama 1995 yılında Mersin Üniversitesi'nin dokuz atanmış kişiye karşı, üç seçilmiş kişiyle yaptığı ve oldu bittiye getirdiği panel, artık Mersin'de ciddi bir örgütlenme gereğini doğurdu. (Adı geçen panelin açılış konuşmasını rektör Prof. Dr. Vural Ülkü şu sözlerle yaptı: “Radyasyonun zararı bir sigara içimi kadardır.”)
1996 yılı başında AKSEK (Akkuyu Sürekli Eylem Kurulu) kurulsa da sadece kurulmakla kaldı, hiçbir iş yapmadı/yapamadı. Mayıs sonunda santralin ihale edileceği haberi acil ve kalıcı bir oluşum gereğini hazırladı. Bu oluşum hem kalıcı hem de kitlesel olmalıydı. Sonra yıllardır işçinin sorunu ile işçi, çevrecinin sorunu ile çevreci, memurun sorunu ile memur, öğrencinin sorunu ile öğrenci uğraşsın diye insanlar bölünmüşlerdi. İşin aslı ise öyle değildi. Sorun hepimizin sorunu idi. Türkiye'de haklarımızı, insanca ve doğaya barışık yaşamı elde etmek için hep birlikte ve örgütlü savaşmalıydık. Başka seçeneğimiz yoktu. İşte bu nedenle İNKP oluştur. (DİSK, TÜRK İŞ, KESK, Tabip Odası, Öğretim Elemanları Sendikası, Yenice Çevre Koruma Derneği, 68'liler Birliği Vakfı ve Çevre Platformu) Mersin'de ciddi olarak ortaya çıkan nükleer karşıtı oluşuma İçel Çevre Gönüllüleri Derneği de kayıtsız kalamadı ve platforma girdi. Platformun ilk oluşum toplantısına otuza yakın kuruluş katıldı ve dokuz kişilik yukarıda adı yazılı olan kuruluş temsilcilerini yürütme kurulu olarak belirledi. Hep aklıma, 1993 yılında Türkiye çapında oluşturduğumuz Nükleer Karşıtı Plaformun sekretaryalığını yapan Dev- Maden Sen geldi. O günlerde uzun saçlı, küpelilerle elleri nasırlı işçiler birarada farklı bir beraberlik oluşturmuştuk. 42 yaşın deneyimi ve baştan kavga etmenin sonradan dostluk getireceği pratiği ile, önce kavgamızı yaptık, sonra özellikle Oktay’ın (DAÇE sekreteri Oktay Demirkan) uyarısı ile kendimi geri plana itip, olaya Mersinliler'in sahip çıkmasını sağlamaya çalıştım, ödün vermeden, onların alabileceği oranda bizleri ifade etmeye çalıştım.
ORTAM...
Yirmi gün gibi kısa bir zaman dilimi içerisinde çalışmalara başladık. Sendikaların isteği üzerine Mersin- Erdemli insan zinciri oluşturma önerim, mitinge dönüştü. Dönüştü ama sendikalar 1 Mayıs olaylarının tedirginliğini üzerlerinden atamamışlardı. Bu tedirginlik içerisinde katılımcı kuruluşların açacağı pankartın, bezin; rengi, ölçüleri, komiteye bildirim zorunluluğu, ne yazılacağı, sırası, yerinden tutun da platformda görevli olanların gravat yanlış okumadınız gravat takmasına kadar (kısa pantalon üstüne gravat ne güzel gider) gibi, bir dizi, bize aykırı gelen uygulama önerilerine karşı, onların kırmadan, karşı çıkmanın dayanılmaz hafifliğini yaşadım. Tüm Türkiye'ye duyuruları yaparken platformun sekretaryalığını yapan Petrol İş Sendikası Başkanı dışındaki bazı yöneticilerin tel/faks görüşmelerimin fazlalığından dolayı eleştirel bakışlarımı iliklerimde hissettim. Sendika başkanı Enver arkadaşın bu yüzden çektiği sıkıntıları gördüm. Olmayan işimi bırakıp bir aylığına Mersin'e taşındım.
1996 “MERSİN NÜKLEER KARŞITI HAFTA”YA GENEL BİR BAKIŞ..
Hafta başlamadan beş gün önce sabah yerel radyo akşam TV olmak üzere hergün bir arkadaşımız canlı yayına çıktı. 24 Mayıs 1996 Cuma günü çadır kampı güzel başladı. Özellikle İçel Çevre Gönüllüleri Derneği üyesi Perihan arkadaşımızın aracılığı ile katkıda bulunan izcilerin çadırlarını kurup konuk çadırlarının da kurulmasına yardımcı olmaları ve kendi çadırlarını kurup konuk çadırları konuklara açmaları çok güzeldi. Sazını, gitarını alıp gelen gençlerin dinletileri kokuşmuş düzenin, yozlaşan düzenin sevgiyi, dayanışmayı öldüremediğinin, yozlaştıramadığının en güzül bir ifadesi oldu. Kadehten kadehe değil, elden ele dolaşan şarap, polis mi hırsız mı ne olduğu belli olmayan kuruyemişçiyi bile etkilemiş adam kafayı bulmuştu. Onu bir izci çadırına yatırdıktan sonra güzellik sabaha kadar devam etti. Bir yandan giderlerimizi karşılamak için yaptırdığımız şapka, önlük, çıkartma, vb., malzemeleri genç Ulaş ve Değer ile satmaya çalışırken aynı zamanda çadır güvenliğini sağlamaya çalışıyorduk.
Ertesi gün konukların alınışı, yerleştirilmesi, panel salonunun süslenmesi, konuşmacıların karşılanması, çadır kampının birisine teslimi, vb., koşuşturmalar içinde tepegöz almayı unutmamın yanısıra konuşmacıların isimlerini karta yazmayı da unuttum. En büyük unutkanlık ise öğleden sonra yapılacak DAÇE Bölge Toplantısının yapılacağı toplantı salonunun kapısının kilitli olması idi. Daha sonra bir arkadaş Eğitim Sen lokalinin toplantı salonunun bize açılmasını sağladı. Toplantıda duruma göre gerekirse altı kişiye kadar mitinge konuşmacı verilmesi kararlaştırıldı. İnisiyatifin Mersinlilere ve sendikacılara verilmesi kararı değişmedi. Akşam (25 Mart Cumartesi) başka bir toplulukta nükleer karşıtı çalışma yapıp çadırlara döndüğümde , platformun acil ve mini bir toplantı yaparak bizden bir kişi konuşmacı kararı ve kesinlikle bizlerin de bez açma yasağı içerisine alındığımızı öğrendim. Gece yapılan geniş toplantıda Petrol-iş başkanı Enver Cuydur ve Genel-İş temsilcisi Cezmi Dokuzoğlu'nun yapıcı konuşmaları ortamı yumuşattı. Onlar sorumluydular ve alınlarının akıyla işin içinden çıkmak, 1 Mayıs'ın izini silmek istiyorlardı. Sabah ikiyüzü aşkın kişiyle birerli elele tutuşarak başlayan yürüyüş mitingin yapılacağı Cumhuriyet alanına kadar beşyüzü buldu. Yaklaşık ikibin kişi ile yapılan miting saat 13.30 da bitirildi.
YORUM...
Mersin Nükleer Karşıtı Hafta, Türkiye'de ilk defa kitleselliği kalıcı olarak yakalama, Mersin Üniversitesi’nin nükleer yanlısı çalışmalarını önleme ve Mersin'de kalıcı bir oluşum yaratma bakımından önemli idi. Mitingde beklenen kalabalık oluşmasada, kitlesellik yakalandı. Kalıcı bir platform oluştu. Yerel basında yapılan çalışmalar, düzenlenen panel ve sinema günleri Mersin'de nükleer yanlısı lobiyi büyük ölçüde tıkadı. Zamanın ve kadronun yetersiz oluşu Mersin-Akkuyu trafiğinin aynı günlerde Silifke Festivalinin olması nedeniyle aksamasına neden oldu. Ulusal basının Akdenizdeki merkezi durumundaki Adana ise her zamanki gibi sesini Toroslardan öteye duyuramadı. Çadır kampının özellikle Mersin içinde kurulmasının nedeni; sıradan insanlara sıradan dışı bir üç gün yaşatıp, sevgiyi, dayanışmayı, yeşilleri, çevrecileri, savaş karşıtlarını, çeşitli grup ve tipler ile tanışmalarını sağlamak, sohbet etmek ve eylenmelerini sağlamaktı. 25 Mayıs Cumartesi Mersin gündemi çok yoğundu. Öğleden sonra Zülfü Livaneli, Ercan Karakaş ve Doğan Taşdelen gibi popüler isimlerin katılacağı panel, Silifke festivalinin en yoğun günü ve geniş katılımlı Kanlıdivane konseri nedeni ile panel sabah saatinde yapıldı.

(*) Ağaçkakan Dergisi, Sayı: 16‘dan kısaltılmıştır.

















MERSİN EYLEMLERİ VE ÇİLELERİ...

Kamer Gülbeyaz
Nükleer yanlıları santralın kurulacağı bölgede yoğun toplantılar ve seminerler yapmaya büyük özen gösteriyorlardı. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ve bağlı kuruluşlar tarafından organize edildiği anlaşılan, bir rastlantı sonucu elime geçen resmi bir yazıda; Nükleer Mühendisler Derneği’nin de başını çeken Prof. Dr. Osman Kemal Kadiroğlu ve ekibinin Mersin Ticaret ve Sanayi Odası Konferans Salonu’nda nükleer santrallerin gerekliliği konusunda bir seminer vereceği bildiriliyordu. Yazı, Mersin İl Valisi tarafından bütün devlet dairelerine gönderilmiş, müdür ve amir durumundaki tüm personelin ve konuya ilgi duyan diğer kamu personelinin bu seminere katılımlarının sağlanmasını zorunlu kılıyordu. ”Konuşmacıların konuşması bittikten sonra sorusu olan varsa yanıtlayalım” denildi. Benden başka elini kaldıran olmadı. Prof. Dr. Kadiroğlu ilk etapta nasıl olsa her şeyden habersiz ve duyarsız durumdaki resmi dairelerden birinin klasik memuru veya müdürüdür diye düşünen bir yüz ifadesi ile gülümseyip ”Buyurun” diyerek işaret etti. ''Salon çok büyük. Sesimi mikrofonsuz olarak arkadan duyuramayabilirim. İzin verirseniz sizler konuşurken tuttuğum bazı notlarla ilgili olarak orada, kürsüde, mikrofonla sorular sormak ve bazı açıklamalar yapmak istiyorum” dedim. Prof. Dr. Kadiroğlu beni iyice süzdükten sonra bu sefer tedirgin bir şekilde ''hayır'' dedi.
Nükleer santralın yapılacağını kesin ve ciddi şekilde dile getiren yetkililerin bu tavırları karşısında, İçel Bölgesinde yaşayan insanlar tedirgin, ne yapmaları gerektiği konusunda bilinçsiz ve örgütsüzdüler. Ancak bütün bu olumsuz gelişmelere karşın, işin ciddiyetini kavrayan Mersin'deki işçi sendikaları ve bazı demokratik kitle örgütleri, nükleer santrallere karşı güç birliği platformunu oluşturarak yine de ilk hareketi başlatacaklardı. Böylesi bir ortamda, özellikle de işçi sendikalarından Petrol-İş Mersin Şube Başkanı Enver Caydur'un öncülüğünde ortaya çıkıp “Mersin Nükleer Karşıtı Platformu” kurmaları önemlidir. Ancak 1998 yılından itibaren Mersin Nükleer Karşıtı Platformu’nda bir gevşeme söz konusu oldu. İşçi sendikalarının yıllarca süren yoğun iş sözleşmeleri nedeniyle platform edilgen duruma düşmüştü. Oysa, nükleer santrallere karşı en etkili ve kalıcı eylemlerin Mersin bölgesinden gelmesi gerekiyordu. Hedefe, öncelikle toplumun bu konuda bilgilendirilmesi ve özellikle Akkuyu köylüsünün fiilen eylemin içine sokulmasıyla ulaşılabilirdi.
Mersin gerek işçi ve memur sendikaları açısından ve gerekse meslek odaları, demokratik ve sivil toplum örgütleri açısından önemli bir potansiyele sahiptir. Bu potansiyelin etkin bir duruma getirilmesi halinde, bölgemizde yaşamın her alanına ilişkin sorunların çözümünde önemli aşamalar katedilebileceği gerçeğinden hareketle, Elektrik Mühendisleri Odası İçel Şubesi olarak, duruma el koyma gibi bir sorumluluğu yüklendik. İlk etapta kamuoyunu nükleer santraller konusunda bilgilendirmek üzere konusunda uzman kişiler getirilerek seminerler, konferanslar düzenlendi. Akkuyu'ya uzmanlar götürülerek, köylüler nükleer santrallerin riskleri konusunda eğitilmeye çalışıldı. Ancak bu çalışmalardan rahatsız olan nükleer yanlıları, Mersin ve çevresini adeta ablukaya aldılar. Nükleer lobiler ve nükleer yanlısı şirketlerce propagandaya ayrılan milyarlarca lirayla bölgemizde adeta fink atıyorlardı. Bu nükleer yanlısı lobiler hızlarını alamayıp, bölgemizde toplum üzerinde etkili olabilecek Belediye, TEDAŞ, Kaymakamlık gibi kurumların idarecilerine ve müdürlerine başvurarak, “Sizleri Avrupa'ya tatile gönderelim, dönüşünüzde bulunduğunuz yerdeki halka bizim lehimize nükleer yanlısı propaganda yapınız'” diyebileceklerdi.
Artık açılmak gerekiyordu. Dört duvar arasına kıstırılmış, bastırılmış söylemlerin eyleme dönüşmesi gerekiyordu. Tribünlerden sahaya inme zamanı gelmişti. Bu nedenle oluşturulan ve hazır halde bekleyen dinamik güçleri eyleme geçirmek gerekiyordu. Kamuoyunu oluşturacak ve ses getirecek bir miting ilk etapta gücümüzü de kanıtlayacaktı. Nükleer santrallere karşı mücadele eden bütün kurum ve kuruluşların başkanlarını toplantıya çağırdım. Düşüncelerimi aktardım; “Arkadaşlar bütün demokratik ve sivil toplum örgütlerine özellikle de siyasi partilerimize büyük bir iş düşüyor. Biliyorum siyasi partilerimiz pek alışkın değiller. Ama her zaman olduğu gibi bu sefer de Mersin'de yine bir ilki başarmak istiyoruz. Yapacağımız mitingde hiçbir siyasi parti veya örgütün bayrağı, flaması ve pankartı taşınmayacaktır. Sadece yurttaş kimliğimizle bu mitingi yapalım ve kamuoyunun katılımını sağlayalım. Çünkü kamuoyunda genelde şöyle yanlış bir kanı var; nükleer santrallere sadece sol görüşlü örgütler karşı gelmektedir. Bu önyargıyı yok etmenin ve doğru olmadığını kanıtlamanın tek yolu herkesin bu mitinge yurttaş kimliği ile katılması ile mümkündür.” Bütün örgüt başkanları bu fikrime katıldı. Ortak slogan ve afişlerin hazırlanması ile hemen miting için harekete geçildi. Bu miting çok kişinin katılabileceği ve nükleer santrallere karşı verilen mücadelenin en kalabalık mitingi olarak düşünülüyordu. Fakat mitingin yapılacağı 25 Aralık 1999 sabahı erken saatler de başlayan ve aralıksız süren şiddetli yağmur bizi tedirgin etti. Herkesin belirtilen saatte toplanacağını söylediğimiz istasyon meydanına şiddetli yağan yağmura rağmen gittiğimde şaşkına döndüm. Çünkü benden başka hiç kimse yoktu. Üstelik cep telefonundan beni arayıp yağmurdan dolayı miting iptal mi edildi diye sormaları sıkıntımı daha da arttırdı. Biraz sonra Bilge Contepe' nin geldiğini gördüm. Tedirgin ve sıkıntılı halimi görünce; “merak etme biraz sonra gelirler” dedi. Gerçekten de biraz sonra, yağmura rağmen her taraftan akın akın insanların geldiğini gördüm. Hava muhalefetine rağmen uzun bir yürüyüş sonunda toplanan yaklaşık 3000 kişilik bir kalabalıkla miting alanına doğru sloganlar atılarak gidildi. Ulusal TV lerin bir kısmının canlı olarak verdiği miting, o güne dek nükleer santrallere karşı verilen en coşkulu ve en etkili eylemlerden biri olmuştu.
Mersin'de de oluşturulan Nükleer Karşıtı Platform gibi, ülkemizin muhtelif bölgelerinde de oluşturulan nükleer karşıtı platformların kendi bölgelerinde etkin bir şekilde mücadele ettikleri bir gerçekti. Ancak bütün dinamik güçlerin hedefi ilk etapta Akkuyu olmalıydı. Akkuyu'da bir nükleer santralın inşa edilmesi demek ülkemizin diğer bölgelerinde de toplam olarak 10 adet nükleer santralın yapılması demekti. Bu nedenle Mersin önemliydi. Akkuyu çok önemliydi. Akkuyu'da bir nükleer santralın yapılmasına izin vermemek, ülkemizin hiçbir yerine nükleer santralın yapılmaması demekti. Öyleyse Mersin dışında bu alanda etkin bir biçimde mücadele eden bütün dinamik güçlerin odak noktası; Akkuyu olmalıydı. Birlikte hareket edilerek daha büyük etkinlikler yapılmalıydı. Mersin Nükleer Karşıtı Platformun sözcüsü olarak, etkin mücadele içerisinde olan ülkemizdeki tüm örgüt temsilcilerini Mersin'e davet ettim. Yıllardır birbirlerinden ayrı olarak aynı amaç uğruna mücadele eden Adana, Ankara, Antalya, Hatay, İstanbul, İzmir, Sinop Nükleer Karşıtı Platformların temsilcileri ile Bergama ve Akkuyu köylülerinin de içinde bulunduğu toplantıya yerel basın da kadar ilgi göstermişti. Hemen hemen her bölgeden gelen temsilcilerin söz alıp düşüncelerini açıklamalarından sonra ortak bir karar neticesinde merkezi Mersin olmak üzere, diğer bütün dinamik güçlerin de desteklemesi doğrultusunda Mersin Anti-Nükleer Halk Meclisi kuruldu. Mersin Anti-Nükleer Halk Meclisi’ni oluşturan örgütler arasından bir yürütme kurulu seçildi. Yürütme kurulunun oluşumundan iki gün sonra bu yeni yapılanma; ilk eylemini 6 otobüs dolusu insanla Silifke'ye çıkartma yapmakla başladı. Amaç; nükleer santrallere karşı duyarsız kalan bu şirin ilçede yaşayanların dikkatini çekmek ve onları da anti-nükleer mücadelenin içine sokmaktı. Akkuyu'ya yakın olan Silifke İlçesi’ne vardığımızda, İlçenin girişinde otobüslerden inip elele ilçe merkezine doğru yürümeyi planlamıştık. Ancak emniyet görevlileri izin vermeyince oturma eylemi yaptık. Uzun tartışmalar ve inatlaşmalar sonunda Emniyet Müdürü ile bir anlaşma yapıldı. Gideceğimiz yolun yarısını otobüslerle yarısını da yürüyerek geçecektik. Ve öyle oldu. Toplandığımız Eğitim-Sen'de gelişimizin amacına yönelik konuşmalar yapıldıktan sonra dağıldık.
EMO Genel Merkezi’nin Ankara'da TEAŞ Genel Müdürlüğü’nün önünde yapacağı basın açıklaması nedeniyle, Akkuyu'dan en az 20 köylünün de bu basın açıklamasına katılımlarının sağlanması haberi üzerine, köyle irtibat sağlandı, Ankara için gidiş-dönüş biletleri alındı. Ankara'ya gece 24:00 'de kalkacak olan otobüs için köylülerin Akkuyu'dan Mersin'e gelmeleri sorun oldu. Büyükeceli ile Mersin arasında her gün yolcu taşıyan Büyükeceli Belediyesi’ne ait bir araçla Akkuyu’luları gece Mersin'de karşıladığımızda aracın şoförü; ”Belediye Başkanımızın emri ile 75 milyon TL ücret istiyoruz” dedi. Şoför diretince Belediye Başkanı ile telefon görüşmesi yaptık; “Sayın Başkan, bu konuda herkesten çok sizin duyarlı olmanız gerekiyor. Bizler sizler için büyük bir uğraş içerisinde iken, üstelik köylülerin Ankara'ya gidiş-geliş biletlerini bile alırken, sizin Mersin'e gönderdiğiniz köylülerden ücret talep etmeniz hoş bir davranış değildir”. Belediye Başkanı Himmet Büyük diretince; “Normal ücretten versek bile kişi başına 2 milyondan 36 milyon yapıyor. Niye 75 milyonda diretiyorsunuz?” dedik. Bu cevabımıza Başkanın alaylı yanıtı şöyle oldu; ”Gece olduğu için zamlı fiyat uyguladık”. Ve 75 milyonu şoföre vererek aracı Büyükeceli'ye gönderdik.
Mersin Anti-Nükleer Halk Meclisi tarafından 7 Nisan 2000 tarihinde Mersin -Atatürk Caddesi'nde “Türkiye Nükleer Çöplük Değildir” bildirisi dağıtılması kararını uygulamak üzere gerekli izinler alındı. Bildiri dışında sanki başka bir etkinlik yapılacağı izlenimine kapılan emniyet güçleri zaten günlerdir ablukaya aldığı EMO İçel Şubesi’ni ve Yürütme Kurulu’nu daha da sıkı takibe almaya başladılar. Bu rahatsızlığı gidermek ve karşılaşılabilecek olumsuzlukları önlemek amacıyla, Oktay Konyar ile birlikte Emniyet Müdürü'nü makamında ziyaret ettik. Ancak, Emniyet Müdürü ile yapılan görüşme kısır bir tartışmaya dönüşünce, kararlı bir biçimde yasal iznini almış olduğumuz bildirileri dağıtmaktan vazgeçmeyeceğimizi söyleyerek oradan ayrıldık. 7 Nisan sabahı Azrail’i andıran tırpanlı resimleri yüzlerce karanfilin üzerine yapıştırarak, bildiri ile birlikte halka dağıtmayı uygun gördük. Ancak durumu yanlış algılayan bir polis; karanfilin sapına yapıştırılan Azrail’i andıran ve nükleeri bir Azrail imiş gibi gösteren resimdeki tırpanı orak-çekiç sanarak emniyete götürmüş. Bizler EMO Mersin Şubesi binasından çıkıp bildiri dağıtacağımız caddeye doğru yol alırken, ara sokakta Emniyet Müdür Yardımcısı ekibiyle önümüzü kesip, elinde bulunan karanfilli resmi göstererek; "Bu resimde orak-çekiç var. Komünizm propagandası yapıyorsunuz " gibi bir imada bulundu. “Müdür Bey orak-çekiçle ilgisi yok ; bu resim bir Azraili ve dolayısı ile nükleerin bir Azrail ile eşdeğer olduğunu gösteriyor. Kaldı ki sizin söylediğiniz gibi orak- çekiç bile olsa , yine de üzerindeki Azrail resmi ile olumsuz ve istenmeyen bir tavrı sergilemiyor mu?” diyerek, Müdür Yardımcısını ikna ettik. Bildiriyi dağıtacağımız caddeye doğru yürümeye başladık. Bildirileri dağıtmaya başladık. Ancak polisler tarafından müdahale edildi. Toplu olarak bildiri dağıtamayacağımızı söylediler.
Dağıtacağız/dağıtmayacaksınız tartışması zaten kalabalık olan caddede, kalabalığın bizim etrafımızda toplanmasına neden oldu. Kalabalığın artması polisleri tedirgin ederken, bizler de amacımıza ulaşma açısından son tangoları oynamaya çalışıyorduk. Emniyetin Güvenlik Şube Müdürü’nün yerine bilinçli olarak, katı haliyle bilinen Terörle Mücadele Şube Müdürü gönderilmişti. Kısacası meşru müdafaa hakkımız için suç işlemeden, şiddet içermeden, izinli bir bildiriyi dağıtmak için direnen bizlere anarşist muamelesi yapıldı. Tartışmaların sonunda soyunma eylemi ve ardından yaka-paça arabalara doldurularak emniyete götürüldük. Mersin Çağdaş Hukukçular Derneği’nin avukatlarının da araya girmesi ile emniyet-başsavcılık arasında yapılan anlaşmaya göre, sadece ifadelerimiz alınıp serbest bırakılacaktık. Çünkü çoğumuz devlet memuru idik. Ancak Mersin Emniyet Müdürlüğü sözünde durmamıştı. Bir ay sonra hakkımızda soruşturma açılmıştı ve kimi arkadaşlarımızın da işyerlerine, emniyetçe yazılar yazılmış ve ayrıca idarece de soruşturmalar başlatılmıştı. Mahkemeye çıkarılırken mübaşirin koridorda avazı çıktığı kadar; “Sanık Kamer Gülbeyaz ve 25 arkadaşı duruşmanız başlıyor” diye bağırırken, böylesi bir durumla ilk kez karşılaşıyor olmam dolayısıyla saçlarım diken diken olmuştu. Mahkeme günü hakimin karşısına çıktığımızda toplu bildiri dağıtmak ve trafiğin akışını engellemekle suçlanıyorduk. Tutuklanan 25 arkadaşımla birlikte beraat ettik, idari soruşturmalardan da özlük hakları açısından da herhangi bir olumsuz sonuç çıkmadı.



















“SÖZ UÇAR, YAZI KALIR”

Yunus Arıkan
O dönemde, 1990 –1992 yılları arasında ODTÜ Çevre Topluluğu sırasında Ankara Çevre Otoyolu, Barış Haftası gibi çok uzun soluklu olmasına rağmen çok çabuk olmasını hedeflediğimiz ama çoğunlukla elde edemediğimiz başarıların yılgınlığıyla “çevre” mücadelesine küsmüşken, Ağaçkakan denilen o garip, şirin ve az da olsa kafamda “Acaba başka türlüsü mümkün mü?” sorusunu ısrarla yaşatan insanlarla tanışma dürtüsü içimi kemiriyordu. Ve en sonunda bu kıpırtıya daha fazla dayanamayıp bu grubun belki de ne ateşli elemanlarından Nesrin Timur’la sinemada tanıştıktan sonra bir anda bu cansiperane, samimi, inatçı, çoğu zaman sıkıntılı ve stresli ama bir o kadar da öğretici ve eğlendirici koşunun içinde kendimi buluverdim.
Doğrudan katıldığım ilk etkinliklerden birisi, 1993 yılında tüm Türkiye’de geliştirilmeye çalışılan nükleer karşıtı imza kampanyası olmuştu. Her hafta sonu Kuğulu Park’ta, Seğmenler Parkı’nda ve Yüksel Caddesi’nde sürdürülen bu kampanya, organize edilen yere ve gruplara göre farklı sonuçlara ulaşıyordu. Bir grup nereden bulunduğu belli olmayan ancak büyük bir ihtimalle radyasyon sızıntılarına karşı kullanılan bir tulum ve gaz maskesine rehberlik eden İlker’in trompeti eşliğinde Kuğulu Park’ta bir “öcü” gibi dolaşarak polislerden bile imza alırken, diğer bir grubun standı diğer polisler tarafından yaka paça Yüksel Caddesi’nden uzaklaştırılıyordu. Açıkçası özellikle bu tulum konusunda ne kadar büyük bir cahillik ettiğimizi, bu etkinlikten yaklaşık bir yıl sonra İstanbul’daki bir fuarda TAEK Standında yapılan radyasyon muayenesinde vücudumda laborantları bile şaşırtan oranda radyoaktivite tespit edildiğinde anlamıştım. Biz her ne kadar “Yarın radyoaktif olmamak için bugün aktif ol!” sloganını sık sık tekrarlasak da, sırf aktif olduğumuzu için radyoaktif olmak acı, onurlu ama ironik bir durum ortaya çıkarmıştı. İmza kampanyası çerçevesinde ODTÜ’de gerçekleştirilen konser ise uzun yıllar uykuda olan Çevre Topluluğu’nun o yılki ilk ve tek etkinliğini oluşturduğu için bizim açımızdan yararlıydı
1993 EKİM: 1. NÜKLEER KARŞITI KONGRE
Yaz rehavetinden sonra, tahmin ettiğimden çok daha büyük öneme sahip olan Anti-Nükleer Hafta’nın organizasyonu önümüzdeki en büyük hedefti. Çok da sağlıklı işlemeyen bir organizasyonda ilk işim; Timur Danış’la beraber Bisikletçileri Kazan’da karşılayarak onlara Yüksel Caddesi’ne kadar eskortluk yapmaktı. Daha sonra ağırlıklı olarak İstanbul’dan gelen müzik gruplarının ve Altınpark’taki koordinasyonla uğraşırken, bu kadar geniş çaplı bir işte yaşanabilecek tüm aksaklıklara tanık olmanın stresini yaşadım. Ankara’nın en muhafazakar semtlerinden birisi olan Cebeci’de onlarca uzun saçlı siyah kıyafetliyi “hasarsız ve firesiz” barındırmak, hiçbir kapısı olmayan Altınpark Konser Salonu için bilet “satmak”, söz verilip de getirilmeyen öğle yemeğini atlatabilmek için köşedeki bakkaldan 50 kişilik helva-ekmek hazırlamak, minimum gelir-maksimum gider çelişkisini bozabilmek için son çare olarak Taner Öngür’ün kendi insiyatifi ile çağırdığı Moğollar’ın konserini dinlemek yerine tek tek dinleyicilerden para toplamak için debelenmek o dönemden aklımda kalan ilginç tecrübelerdi. Bu arada İzmir Caddesi’nde İbrahim’lerin yaptığı afişleme sırasında Refahlılarla çıkan kavgalar, o sırada TEK’te yürütülen resmi kongrede Arif Künar’ın bir gerilip bir neşelenmesine yol açan gelişmeler, Yüksel Caddesi’ndeki standlarda o dönemde yurdum gündemine Jüpiter kadar uzak olan “Nükleer silah, radyasyon, atıklar v.s.” konularla ilgili Nesrin Timur’un, Timur Danış’ın yoldan geçenlerle yaptığı tartışmalar, her akşam Tayfun Görgün’le sendikada yapılan değerlendirme toplantıları olayın diğer boyutlarıydı..
1994: GREENPEACE/TEK EYLEMİ
1994 yılının ilk yarısı benim önceliğimde, anti-nükleer çalışmalardan çok, bir şekilde mezun olmayı becerebilmek, ama daha da önemlisi o sıralarda kafayı çok fena taktığımız ODTÜ Ormanı’ndan geçecek yol projesi yer almaktaydı. Kongre çalışmaları sırasında tanıştığımız Mehmet ve mücadelemize her zaman gönülden destek olan ancak bu şekildeki bir organizasyon(suzluk)la hiçbir şey beceremeyeceğimize inandığı için bize pratikte hiç katılmayan İlker sayesinde başlayan GSM-Gençlik Servisleri Merkezi’ndeki çalışma hayatım ise, benim için yeni bir sayfayı açmış, bizim mücadeleyi yurtdışında değişik gruplara da tanıtma fırsatı yaratmıştı. Bu senenin doruk noktasını ise 11 Kasım’da TEK önünde Greenpeace’in öncülüğünde organize edilen ve hemen hemen tanıdığım tüm anti-nükleercilerin katıldığı eylem oluşturdu. Bir gece önce Arif Künar’ın endişeli ama umut dolu konuşması ile alınan kararlar ertesi gün uygulanırken, yine üstüme düşen bir taşımacılık işi sonucunda park yeri bulamadığım için ben eyleme her zamanki gibi ufak bir gecikmeyle katılmak zorunda kalmıştım. İlk başta olayı “PKK baskını” diyerek haber alan Çevik Kuvvet’in şaşkınlığı, yerde yatan siyah iskeletlerden hangisinin insan hangisinin kukla olduğunun anlaşılması için yapılan maske kontrolü, gözaltındaki yabancıların arasında Serap’ın da Japon olduğunu sanan polisin okkalı küfrü, TEK önünde açılamayan ancak spor salonunda polislerin okumaya çalıştığı pankart için yapılan “Aç, Aç” tezahüratları gibi anekdotlar, Türkiye koşullarında bunun bir eylem ve gösteriden çok, küçük bir komedi olduğu izlenimi olduğunu verse de, güvenlik güçlerinin bu istisnai tutumu, ne yazık ki Boğaz Köprüsü eylemi dışında, diğer eylemler için pek de geçerli olmadı.
1995: TEK EYLEMİ DURUŞMASI-DÜNYA DOSTLARI
1995 yılı 16 Şubat’ta yapılan TEK Eylemi duruşması sebebiyle oldukça hızlı başlamıştı. Noyan Özkan’ın önderliğindeki İzmir Çevre Hareketi Avukatları’nın son derece iyi hazırlanan savunması ve gerek yurtdışından gerek yurtiçinden desteklerle mahkeme ikinci bir eylem yeri gibi olmuştu. Yabancı üyeleri duruşmaya gelmese de sanıkların arasında Greenpeace üyelerinin bulunmasının yanında, GSM aracılığıyla ulaşılan YEE, ASEED, Genç Akdenizli Ekolojistler İletişim Ağı ve 15 İtalyan parlamenterin yazılı destek mesajları duruşmanın uluslararası alanda önemini arttıran gelişmeler olmuştu. Duruşmada Bilge’nin şovu ve eylemden sonra askere giden Aykut’un savunması davanın medyatikliğini arttırmıştı.
Duruşmanın heyecanı ile toplanan Dünya Dostları Derneği’nin I. Olağan Genel Kurulu 1993 yılındaki 1. Nükleer Karşıtı Kongre’den sonra tüm anti-nükleercileri biraraya getirmiş olması açısından önemliydi. Türkiye’de derneklerin gerek yurtdışı ilişkiler kurması gerekse de konfederasyon oluşturması için bile Bakanlar Kurulu kararının gerektiği bir ortamda Dünya Dostları’nın sadece nükleer karşıtlığı değil demokratikleşme ve örgütlenme hakkını da gündeme getiren bir hedefle yola çıkması oldukça anlamlıydı. Bu sayede; Sinop’tan İskenderun’a pek çok dernek, sendika ve örgütün yanında Leziz Onaran gibi değerli biliminsanlarını, yılların eylemcisi Akın Atauz’un yanında politik mücadeleye gözünü anti-nükleer hareketle açan yeni yetmeleri de biraraya getiren çok geniş yelpazeli, renkli bir birliktelik ortaya çıkmıştı. Ancak kimi zaman bu yasal açmazların doğurduğu bürokratik zorluklar, kimi zaman bazı katılımcılardaki ikinci bir “Yeşiller Partisi doğuyor” fobisi, kimi zaman bazı katılımcıların Dünya Dostları’nı başka mücadeleler için bir zıplama tahtası olarak görmesi, ve en önemli sebeplerden birisi de Yeşiller içindeki kurulu bir yapının resmi işlemlerini yerine getirmekteki üşengeçlik ve umursamazlıklar sebebiyle Dünya Dostları bir anlamda “ölü doğan çocuk” konumuna gelmişti. Genel Kurul sırasında GSM’nin katkılarıyla Avrupa Turnesi’nin son durağı olarak Türkiye’ye gelen ASEED örgütü, bütün bu olumsuzluklara rağmen anti-nükleer mücadelenin uluslararası alana taşınması için önemli bir adımı oluşturmuştu. Bu ilişkilerin en somut sonuçlarından birisi de Fatma Özdemir’in’nın Berlin’de yapılan İklim Değişikliği Zirvesi’ne Dünya Dostları adına katılması olmuştu.
Belki de 24 Nisan’da verilen beraat kararından iki gün sonrasına denk gelmesi sebebiyle, 26 Nisan’da Çernobil’in yıldönümünün anılması amacıyla tüm Türkiye’de yapılan eylemler her zamankinden daha renkli görüntülere sahne oldu. Ankara’da Yüksel Caddesi’nde “Nükleer’e Hayır” yazısının oluşturmak için yan yana gelecek onüçüncü kişinin eylemden sadece 5 dakika önce bulunabilmiş olması ise açıkçası tam bir “Yeşiller klasiği”ydi.
Mayıs 1995 Dünya Dostları’nın kısa tarihçesinde çok önemli bir noktasını oluşturmuştu. Bu tarihte Akın Atauz’un büyük özveriyle ortaya çıkarttığı ortak yayın organı konumundaki “Karabatak” gazetesi, daha birinci sayısında ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranabilmiş ve yoğun eleştirilere hedef olmuştu. Gerek bu konu gerekse de 1 Eylül Barış Günü dolayısıyla yaşanan gerginlikler ve daha da önemlisi Genel Seçimlerde çeşitli grupların siyasi eğilimleri konusundaki zıtlıklar Dünya Dostları arasındaki tartışmaları alevlendirerek kopuşu hızlandırmıştı.
Bu sırada Ankara’da GSM’nin Avrupa Konseyi’nin desteği ile düzenlediği “Nükleer Enerji” başlıklı seminere 50’ye yakın yerli ve yabancı misafir katılmıştı. Ancak bu seminer sırasında Avrupa’lı bazı örgütlerin Türkiye’de yapılan bu semineri boykot kararı alması çok ilginç bir “NGO nedir” tartışması başlatmış, bir anlamda bir sene sonra İstanbul’da yapılacak HABİTAT sırasında yapılacak tartışmaların bir başlangıcını oluşturmuştu. Seminerin bir başka ilginç notu da, TEK adına Yeni ve Yenilenebilir Enerji Kaynakları Politikası’nı katılımcılara anlatan Gülnur Şenocak, sunuşundan 1 hafta sonra görevden alınmış ve ilgili dairesinin statüsü düşürülmesi ise devletin bu konudaki samimiyetsizliğinin göstergesi olmuştu.
22-26 Nisan 1996 tarihleri arasında Ankara’da Sakarya Caddesi’nde düzenlenen etkinlikler, nükleer enerji tartışmalarının Yüksel Caddesi gibi dar bir çizginin dışına taşırarak, Mamak ve Sakarya Caddesi gibi daha değişik halk kitlelerinin de gündemine taşıması açısından önemli bir yer tutmuştur.
1997 : AKKUYU’DA SONA DOĞRU
Nükleer Santral İhalesi’nde teklif verme süresinin sonlarına doğru Akkuyu ve Mersin/Silifke bölgesindeki mücadele de kızışmaya başlamıştı. Haziran ayında Mersin ve Büyükeceli’de arka arkaya yerli ve yabancı biliminsanlarının da katılımıyla gerçekleştirilen seminerlerde nükleer lobinin sözcüleri giderek hırçınlaşan bir tavır sergilemiştir. Özellikle Büyükeceli’de yapılan seminerde salonu dolduran halk anti-nükleer pankartlar açmış, Belediye Başkanı Kemal Güdül’ü, TAEK ve Enerji Bakanlığı yetkililerini yuhalamış, kendisine fırsat verilmeyen Prof. Hayrettin Kılıç ise resmi toplantıyı terk ederek yakındaki bir kahvede etrafına topladığı köylülere sunuşunu gerçekleştirmiştir. Resmi toplantı esnasında köylülerle Enerji Bakanlığı yetkilileri arasında ise tarihe geçecek bir diyalog yaşanmıştır. Köylülere “sizler çamaşır makinası, buzdolabı, araba istemiyor musunuz?” diye soran TEAŞ Nükleer Enerji Dairesi Başkanı tek yürek “Hayır!” cevabını alınca büyük bir şoka girmiş, “Siz o zaman nükleer santral de istemiyorsunuz” deyince bu sefer çok daha güçlü bir “Hayır!” cevabı alarak yerine oturmak zorunda kalmıştır. Toplantıya TAEK Çekmece Nükleer Araştırma Merkezi adına katılan Gül Göktepe ise ertesi gün gazetelere “Büyükeceli’de bana hakaret ettiler, saldırdılar!” şeklinde gerçek dışı beyanlar vermiştir.
Nükleer Santral İhalesi’nde teklif verme süresinin son günü olan 15 Ekim 1997’nin bir gün öncesinde Dünya Dostları Ankara Kızılay PTT’si önünde son bir uyarı yapmışlar ve bu karardan sorumlu olan Başbakan, Enerji Bakanı ve Çevre Bakanı’na kına göndererek gerekli şekilde kullanmalarını önermişlerdir.
1998: BERGAMA-AKKUYU YÜRÜYÜŞÜ
Geleneksel Akkuyu Şenlikleri’ne katılmak üzere Öncü Gençlik üyesi 150 kişilik bir grup yıllardır şarkılarda ve dillerde olan Bergama-Akkuyu yürüyüşünü gerçekleştirmiş, bu özlemini şarkılarına yansıtan, hapse girdiğinde anti-nükleer mücadeleye destek vermek için kestirdiği saçlarını Akkuyu köylülerine yollayan Haluk Levent ise, bir gün önce Taşucu Şenliği’ne katılmış olmasına rağmen ne yürüyüşe ne de şenliğe katılmıştır.
1992 yılında Türk Mühendis Mimar Odaları Birliği bünyesinde kurulan Çevre Mühendisleri Odası, ilk günden itibaren nükleer enerjiyi ekonomik, ekolojik, toplumsal, askeri ve politik açıdan Türkiye’nin ve dünyanın doğa ve insan kaynaklarına geri döndürülemez zararlar vereceğini savunarak karşı çıkmıştır. Göreceli olarak çok genç ve bu sebeple ekonomik ve politik açıdan yine göreceli olarak diğer odalarla karşılaştırıldığında daha mütevazi bir konumda bulunmasına rağmen ÇMO, görüşleri ve etkinlikleri ile anti-nükleer güçlerin TMMOB bünyesindeki en önemli itici güçlerinden birini oluşturmuştur. Özellikle 1990’lı yılların başına kadar Elektrik ve Makine Mühendisleri Odası gibi güçlü odaların kimi zaman sessiz-dolayısıyla nükleer enerjiyi onaylayan tavırları, kimi zaman da 1993 yılında Makine Mühendisleri Odası’nın yaptığı gibi açıkça nükleer enerjiyi savunan yaklaşımlarına karşı her zaman için mesleki ve bilimsel temeller çerçevesinde nükleer enerjinin zararlarını kararlılıkla açıklamıştır. Bu kapsamda ÇMO özellikle, etkin rol oynadığı TMMOB Birlik Haberleri’nde konunun sık sık gündeme getirilmesini sağlamış, gerek TMMOB gerekse ÇMO olarak katılım sağlanan ilgili resmi toplantılarda görüşlerini belirtmiş, Geleneksel Akkuyu Şenlikleri’nde TMMOB’un maddi ve manevi anlamında etkin ve aktif bir konumda katılmasını desteklemiş ve gerekli katkıları sağlamıştır.









SİZ HİÇ SİNOP’U GÖRDÜNÜZ MÜ?
(SİZ HİÇ NÜKLEER SANTRAL GÖRDÜNÜZ MÜ?)

Hale Özen-Sinop Çevre Dostları Derneği
Yunan Mitolojisine göre (efsaneye göre) tanrılar tanrısı Baştanrı Zeus, tanrıça Sinope’ye aşık olmuştu. Bakire kalmak isteyen Sinope’ye dokunmamış, onu getirip Sinop’a bırakmıştı. Hani haksız da sayılmazdı. Sinop bakir bir yerdi. Doğa çok cömert davranmıştı. Sona eren Buzul Çağı’nın sularını Karadeniz’e göndermiş karanın büyük bölümünü örtmüştü. Muhtemelen insan belleğinde günümüze ulaşan büyük su baskınını-Nuh Tufanı’nın burada yaşatmıştı. Sinop’ta biri kuzeye biri doğuya uzanan iki yarımada bırakmıştı. Kıyılarında önce sığ koylar oluşturmuş, kuvvetli rüzgarlar estirerek deniz içinde biriken kum banklarıyla koyların önünü örtmüştü.Böylece oluşan göllerde balıklar üretmiş, Karadeniz’e salmıştı. Yarımadaları ormanla kaplamış altına zengin bitki örtüsü koymuştu. Güneş bir yarımada üzerinde doğmuş diğerinde batmıştı.
Göl, çöl, deniz, orman ve ırmaklar; daha ne isteyecekti tanrıçalar. Tanrıçanın peşinden gelenler buraya bir şehir kurmuştu. Bir de kale ile çevirerek koruma altına almıştı. Her şey bol her şey güzeldi. Balık öyle boldu ki; faydasız işler yapana; “Sinop’a balık mı götürüyorsun” denmişti. Daha düne kadar; “Sinop’lu iki balık tutar, birini satar rakı alır, diğerini meze yapar.” derlerdi. Sinop’lu yaşamı sever, ama doğadan ihtiyacı kadarını alırdı.
Önce denizini kirletmeye başladılar, bütün Karadeniz kirleniyor kimse seyirci kalamaz dedi, 77 yıllık Cumhuriyet’ten yüksek sesle bir şey istemedi. Radyasyon bulutlarından söz edildi .Devlet yalan söyleyecek değil ya balığının üstüne çay içti. Birkaç yıla kalmadı yüzlerce sakat çocuk onlarca kanser. Kader miydi felaketler?. Bir de Nükleer santral. Ama bu kadarı da yeter. Amazon hikayeleri ile büyüdü bebekler.

VE DEDİ Kİ; “GÖLGE ETME BAŞKA İHSAN İSTEMEM”..

SİNOP MİTİNGİ

Sinop Çevre Dostları Derneği
İlk büyük eylemimiz en güzel şenliğimize dönüştü. Sinop’lu ilk defa sokağa dökülerek Çernobil'i unutmadığını, yaşamı ne kadar çok sevdiğini şarkılar söyleyerek haykırdı. Çünkü o nükleer enerjinin ne olduğunu çok iyi biliyordu. Çernobil'i bire bir yaşamıştı. Tarlalarda ekinlerin, bahçelerde meyvelerin, rahimlerde bebelerin nasıl vurgun yediğini unutmamıştı.
4 Mayıs 1996 günü tüm Sinop hep beraber gökkuşağının altından geçtik. Hiç hataya düşmeden yine yaşamı seçtik. Önce cılız ve kararsız olan destekler giderek güçlendi. Sonra bir nehir gibi İnceburun'dan Karadeniz'e aktı. Öyle bir tümce hatırlıyorum, bilmiyorum kimin, “bütün nehirler denize akmak ister” diye. O nehir hep Karadeniz'e akacak artık buna hiç kimse engel olamaz. Hem de dupduru, tertemiz bir nehir hiçbir kiri Karadeniz'e taşımayacak. Sinop'tan 36 tüzel kişiliğin destek verdiği “Nükleere Hayır Şenliği”ne; Samsun Doğayı Koruma Derneği, Doğal Hayatı Koruma Derneği, Samsun Elektrik Mühendisleri Odası, Dünya Dostları (Ankara), KTÜ Çevre Kolu, Karadenizli Çevreciler Derneği, Çorum'dan Doğa Dostu Karikatür Grubu, Karadeniz'in Özelliklerini Koruma Derneği, Ahmet Muhip Münire Dıranas Vakfı katıldılar, diğer dostlarımız da içten mesajlarıyla bizleri çok mutlu ettiler.
Önce Diyojen dirildi, geldi. Sinop “Uğur Mumcu” meydanını şöyle bir dolaştı. Bir elinde feneri, diğer elinde “Nükleer Gölge Değil, Yaşanır Bölge İstiyorum” pankartıyla. Sonra da Sinop’lu dirildi aynı meydanda. Sırasıyla çıkan her konuşmacı yüreğimizi ve kafamızı daha da aydınlattı. Şiir yazan ev kadınımız kendi dizeleriyle nükleere lanet okudu. Topladığı yüzlerce imzayı Çevre Dostları Derneği Başkanı’na verirken yazdığı kompozisyonu okuyan miniğimiz, yazısının sonunda nükleer santral istemediğini söyledi. “Anneciğim buna izin verme” diye bitirdi. Yanıtı tüm annelerden geldi. Sinop ve Ayancık Belediye Başkanları’nın coşkulu konuşmaları ve kararlılıkları tüm yürekleri daha da güçlendirdi. Yerel rock grubu Kuzey'in Müziği, Kardelen Grubu’nun mayası Sinop'tan alınmış şarkıları hepimizi yöresellikten başlayıp evrensel bir kardeşliğe ve kararlılığa götürdü. Sonra balıkçılar denize çelenk bıraktılar, “Atom Santralına Hayır” diye. Toparlandık İnceburun'a doğru yola çıktık. Müthiş bir kalabalıktı. İnceburun bile şaşırdı. Hiç ara vermeden dizilmiş o güzelim çamlar usulca aralandı, onlara zarar vermeden, okşayarak iğnelerini denize dek vardık.
Bir günü böylece noktaladık. Ama bugün bir noktayla bitmedi. Kocaman bir parantez haline geldi. Nükleer santral projesinden vazgeçildiği açıklandığında sevinçle kapatılacak bir parantez. Ertesi gün Karadenizli çevre örgütlerinin katılımıyla Karadeniz Çevre Platformu oluşturuldu. 4 Mayıs'ta Sinop'ta; “Nükleer Santral İstemiyoruz” diye haykırdık. Hep beraber yaşamı çok sevdiğimizi söyledik. Birbirimizin kararlılığından daha da güçlendik. Kentimizi, ülkemizi, ne kadar çok sevdiğimizi haykırdık. Tüm “karanlıkta kalacağız”cılara en güzel mesajımızı verdik.






































İZMİR NÜKLEER KARŞITI PLATFORM

Yrd. Doç. Dr. Metin Erten-9 Eylül Üniversitesi
Hemen hepimiz bazen tarihin içinde yer aldığımız duygusuna kapılırız. Öyle olaylar ve anlarda o ortamlarda bulunuruz ki, “bir gün birisi bunları yazacak, bir gün bir yerlerde bu günler konuşulacak ve ben de içinde olacağım” dersiniz. Ülkemizdeki nükleer karşıtı savaşımın içinde bulunanlar da böyle düşünmüşlerdir sanırım. Bu savaşımın bir yerlerinde olmanın verdiği haklı gururu yaşıyorlardır.
Bu uzun yıllar süren, eziyetli, özveri gerektiren, suçlanılan bir süreç oldu. Böyle olması doğaldı da. Bu boyuttaki bir işe girişip, mahalle güzelleştirme derneğindeki gibi sürmeyeceğini bilmek gerekiyordu elbette. Kimi zaman karşımızdakilerle mücadele ettik. Kimi zaman içimizdekilerle. Elbette içimizdekiler her zaman için “içimizde” idiler. Daha da öyleler. Ama kusursuz bir hareket olmuyor işte. Her uzun savaşımda olduğu gibi, bu kez de kimilerimiz erken yoruldu. Kimilerimiz gereken özveriyi gösteremedi, kimilerimizin derdi önde olmaktı, kendini satmak, önemli kişiler safına geçmek. Kimilerimiz de gerçekten amatör bir ruhla sürdürdü çalışmalarını. Verdi. Hep verdi. Hiçbir art niyeti olmadan verdi. O, hiç general ya da baş olmaya özenmedi. Kimimiz en ortasında bulunduk bu savaşımın. Kimimiz de ucunda, bir köşesinde. Ama bir biçimiyle hep varolduk. Yıllarca emek verenlerimiz bile son anlarda ortaya çıkıp olayı sahiplenenlere fazla da kızmadık, onların öne geçmelerine fazla da bozulmadık. Amatördük, çünkü; “Yeter ki sürsün idi bu savaşım, yeter ki daha fazla olalım” diye düşünmüştük.
Dedik ya iyisi, kötüsü, çoşkulusu, çıkarcısı, amatörü, general olma meraklısı, bireysel takılanı, hep özveri göstereni, evini, işini bırakıp ya da bıraktırılıp yollara düşenleri, hepimiz vardık bu savaşımın içinde. Kolumuz kırıldı, ama yenimiz hep içinde kaldı. Dedik ya hepimiz “içimizde” idik. Bu kitapta benim payıma İzmir’den bakışı anlatmak düştü. İzmir’i ve ülkeyi. İzmir, en başından sonuna dek hep lokomotif oldu çünkü. Bir de, tüm sürecin artısı ve eksilerini aktarmak.
Uzun yıllardır süren nükleer karşıtı savaşımın İzmir’de ne zaman başladığı sorusunun tam olarak yanıtı yok aslında. O, az çok hep vardı. Ama günün birinde “Nükleer Karşıtı Platform” olarak örgütlenmesi düşüncesi gelişti. Kuruldu, çalışmalara başladı, çalışmalarını daha da sürdürmekte. İzmir Nükleer Karşıtı Platform kimi zaman onlarca kişiyle toplandı. Kimi zaman (İzmir’deki yaz rehaveti nedeniyle) 3-5 kişiyle. Ama hep toplandı. Mutlaka toplandı. Yıllarca, aralıksız olarak her Cuma akşamı saat 19.00’da Konak Belediyesinin kültür merkezinde toplantılar sürdü. Birileri girdi, birileri çıktı. Dönem dönem farklı insanlar omuzladı savaşımı. Ama hep sürdü.
Bir dönem basın açıklamaları etkili oldu, o yapıldı. Etkisini yitirince gazeteciliğin o vazgeçilmez kuralı olan “insanın köpeği ısırması” yaratılmaya çalışıldı. Yapıldı. Bu da yetmedi bazen. İmza kampanyaları yapıldı. Binlerce imza gönderildi Ankara’lara. Bu yetmeyince, imzaların özel kesimlerden toplanmasına çalışıldı. Yalnızca üniversite hocalarından toplandı imzalar örneğin. Yalnızca yazarlardan toplanıldı bir başka seferinde. Yalnızca sanatçılar, yalnızca profesyonel futbolcular vs. vardı sırada ama onlara da (şimdilik) gerek kalmadı. Toplantılara katılımların azaldığı dönemlerde “insanlar buraya gelmiyorsa biz onlara gideriz” denildi. İlkokullardan başlayarak orta, lise, üniversitelere gidildi. Bir çok yeni soluk, yeni omuzdaş katıldı aramıza. Bildiri dağıtıldı, pankartlar açıldı, pankartlar asıldı, afişlemeler, mitinglerde konuşmalar yapıldı, broşür bastırıldı, dağıtıldı, yüründü, özel günler düzenlendi, standlar açıldı, imza kampanyaları düzenlendi.
Burada anlatılması sayfalarca sürecek bu etkinliklerden bir kaçını aktarmak istiyorum kısaca. İzmir’de gerek bizim düzenlediğimiz, gerekse TV ya da radyolarda, panellerde konuşmacı olarak katıldığımız hiçbir ortamda karşımızda nükleeri savunan birini bulamadık. Yani şöyle ağız tadıyla bir tartışma yaşayamadık desem yeridir. İnanın ki bunun için çok çaba harcadık. TÜYAP fuarlarından birindeki imza kampanyamızda binlerce insan nükleere karşı imza atarken, yalnızca 6 kişi imza vermeye karşı çıkmıştı. Yani nükleerden yanaydı. Sonraki yıl yine aynı ortamda bu kez rakam 3’e düşmüştü ve bunlardan biri de ne yazık ki Erdal İnönü idi.
Bir başka örnek daha. 2000 yılı Ocak ayından 2000 yılı Haziran sonuna kadar, yani 6 ayda toplam 32 etkinlik (panel, bildiri dağıtmak, pankart asmak, toplantı örgütlemek, basın açıklaması yapmak, gezi örgütlemek vs) yapmışız İzmir NKP olarak. Ayda 5 adet. Yani haftada 1’den fazla. Ve hepimizin de başka işleri, geçim kaygıları var bunları yaparken. Ve hepimiz de kimi zaman “hain”, kimi zaman “parayla satın alınan kişiler”, kimi zaman “geri zekalılar” olarak nitelendiriliyorken. Ve Allah’tan başka hiç kimsenin onları durduramayacağı söyleniyorken.

1 OCAK 2000– 30 TEMMUZ 2000 ARASI ETKİNLİKLERİMİZ
1. 01.1.2000 İmza kampanyası (İzmir’deki öğretim üyelerine dönük, KESK-ÖES, İZÜNİDER ve Türk Fizik Derneği İzmir Şubesi ile birlikte)
2. 12.1.2000 Basın açıklaması (imza kampanyası ile ilgili)
3. 19.1.2000 Panel (Düzenleyen: Evrensel Kültür Merkezi, NKP adına katılımcı Y. Doç. Dr. Metin ERTEN)
4. 02.2.2000 Kordon TV “Nükleer enerji” (canlı yayın) (NKP adına katılımcı Y. Doç. Dr. Metin ERTEN)
5. 03.2.2000 Basın açıklaması ve imzaların postalanması (İzmir Öğretim Elemanları Nükleer Karşıtı İmza Kampanyası” sonuçları)
6. 21.2.2000 Panel (Düzenleyen: Hümanist Düşünce Derneği, NKP adına katılımcı Y. Doç. Dr. Metin ERTEN)
7. 28.2.2000 Panel (Düzenleyen: ADD Bornova Şubesi, NKP adına katılımcı Y. Doç. Dr. Metin ERTEN)
8. 01.3.2000 Broşür dağıtımı (Bastırdığımız “Neden Nükleer Enerjiye Hayır” adlı broşürün ücret karşılığı dağıtılması)
9. 04.3.2000 Basın açıklaması
10. 10.3.2000 Basın toplantısı (Konuğumuz Prof. Dr. Atilla ULUĞ)
11. 01.4.2000 Radyasyonsuz kısır etkinliği (Şiirler, fotoğraf sergisi, video gösterisi, müzik dinletisi, söyleşiler)
12. 05.4.2000 Panel (Düzenleyen: Narlıdere Demokrasi Platformu, NKP adına katılımcı Y. Doç. Dr. Metin ERTEN)
13. 08.4.2000 Stand açılması (TÜYAP - İzmir)
14. 08.4.2000 İmza kampanyasının başlatılması (“Yazarlar da Nükleere Karşı Çıkıyor”)
15. 15.4.2000 Antalya Nükleer Karşıtı Mitinge katılım (NKP adına katılımcı İsmail DEVECİ)
16. 16.4.2000 Basın toplantısı, (TÜYAP boyunca sürdürdüğümüz “Yazarlar da Nükleere Karşı Çıkıyor” imza kampanyasının sonuçlarının açıklanması)
17. 19.4.2000 Söyleşi (Düzenleyen: Özgiller Dalan İlköğretim Okulu, NKP adına katılımcı Murat MUTAF)
18. 25.4.2000 Söyleşi (Düzenleyen: Karşıyaka Anadolu Lisesi, NKP adına katılımcı Y. Doç. Dr. Metin ERTEN)
19. 26.4.2000 Basın açıklaması ve imzaların postalanması (Çernobil’in yıldönümü)
20. 04.5.2000 Panel (Düzenleyen Karşıyaka Kent Meclisi, NKP adına katılımcı İsmail DEVECİ)
21. 14.5.2000 Panel (Düzenleyen ADD Kemalpaşa Şubesi, NKP adına katılımcı İsmail DEVECİ)
22. 18.5.2000 Panel (Düzenleyen 9 Eylül Üniversitesi öğrencileri, NKP adına katılımcı Y. Doç. Dr. Metin ERTEN)
23. 28.5.2000 NKP pikniği
24. 02.6.2000 Bildiri dağıtılması, pankart asılması (Haluk Levent konseri)
25. 09.6.2000 Stand açılması (Karşıyaka Kent Meclisi Sokak Şenliği)
26. 10.6.2000 Basın açıklaması
27. 10.6.2000 Türkiye NKP toplantısı organizasyonu
28. 15.6.2000 Basın açıklaması
29. 25.6.2000 Stand açılması (Karşıyaka Kent Meclisi Sokak Şenliği)
30. 11.7.2000 Bildiri dağıtılması (Karşıyaka Belediyesi “Cep telefonları ve radyasyon” paneli)
31. 26.7.2000 Stand açılması (Karşıyaka Kent Meclisi Sokak Şenliği)
32. 27.7.2000 Basın açıklaması (İhalenin iptal edilmesinin değerlendirilmesi ve halka “kutlama” şekeri dağıtılması)
Ayrıca
--Her Cuma düzenli NKP toplantısı
--Diğer nükleer karşıtlarının çalışmalarına, toplantılarına ve etkinliklerine katılım

Bizleri böylesine canlı kılan, inançlı kılan neydi ki? Tek sözcükle “Haklı olduğumuza inanmak”. Evet. Haklıydık. Bu ülkeyi, dünyayı, insanları seviyorduk. Geleceğe olan umudumuzu, iyi günlere olan inancımızı yitirmemiştik ve bunun için savaşmak gerektiğini biliyorduk. Daha güzel, daha temiz ve daha özgür bir dünyaya olan inancımızdı bizleri böylesine koşturan. Ben Çernobil sonrasında elinde radyasyon ölçme aletiyle Karadeniz’i bir gazeteci ile dolaşırken ve gündüz yaptığımız ölçümlerde her yerde radyasyon çıkmasına karşın, akşam TVde “sevgili” Bakanımız tarafından radyasyon olmadığı yalanlarını izlerken bu bilinci edinmiştim. Radyasyonlu çayların insanlarımıza nasıl içirildiğini bilerek, fındıkların nasıl yedirildiğini görerek savaşmak gerektiği inancını edinmiştim. Arkadaşımız İsmail Deveci aynı olaylarla Sinop’ta yaşayarak karşılaşmıştı. Arkadaşları içinde “sakat” doğumları gözlemlemişti. Kanserdeki artışı gözlemlemişti. Ve o da amatördü. Ama sonuçta İzmir halkına nükleerden vazgeçişin karşılığında, kutlama şekeri dağıtarak yıllarımızın emeğinin karşılığını almanın mutluluğunu yaşadık.
Baştan da dediğim gibi, İzmir’de ne zaman ne olduğuyla, kimin kime ne dediğiyle ilgilenmek istemiyorum. Ortada merkezi ve katı örgütlenmelerin olmadığı her ortamda olabilecek tartışmalar yaşandı. Küsenler, ayrılmak isteyenler, dahası “ayrı örgütler kuralım” diyenler, kuranlar, “bırakın hareket parçalansın” diyenler oldu. Kimseyi takmayanlar, bir görünüp 5 görünmeyenler oldu. Aylar, yıllarca ortada olmayıp son günlerde medya önünde kahramanlık yapmaya çalışanlar oldu. Ama, dediğim gibi işte, yüreğini ortaya koyanlar da oldu. Hiçbir çıkar gütmeksizin, önde olma sevdaları olmadan, bir şeyleri bir yerlere yamamaya kalkmadan, şucu, bucu, önü, arkası, bilmem nesi demeden, özetle amatörce savaşım verenler oldu. Nükleere karşı savaşımın içinde bulunduğu için işinden çıkarılanlar oldu. Ve bugünlere İzmir’de onların sayesinde gelindi.





















ANI-MEKTUP...
“İnan ki ağlamadım, hüzünlüyüm sadece.
Gözlerimdeki nemler çığ gibi yağar böyle her gece.
Güz gülleri gibiyim hiç bahar yaşamadım.
Ya sevmeyi bilmedim yıllarca ya sevince geç kaldım.
Şimdi delicesine sevmek istesem bile,
Sonbahar sisi çökmüş üstüme sevincim buruk yine” Selim Ertaş

Dr. Umur Gürsoy
Nükleer santral ihalesinin şimdilik kaydıyla iptal edilmesi bir bahar mı yoksa iklim değişikliği gibi sonu kış olan anormal bir ısınma mı acaba? Dilerim şarkıdaki gibi olmasın bu bizim gördüğümüz bir bahar olarak kalsın. Halk sağlığı uzmanı olduğum 1984 yılından sonra 1986’da evlenip Ankara’da çalışmaya başladığım sıralara ve ilk çocuğum Kerem’in doğumuna denk gelir benim bu işe bulaşmam. Terslik işte. Başkaları evlenince, çoluğa çocuğa karışınca bu işleri bırakır. Bende de tam tersi, çocuğumun (şimdi iki oldular) geleceğini korumak için çevre korumaya soyundum. İlk EYÇ (Ekolojist-Yeşil-Çevreci) etkilenişim Ankara’da Güven Park’ın ortasında toplanan Otopark mı Güven Park mı eylemi için attığım imzalarladır. 2,5 yıllık son Ankara yaşamımda yaptığım en iyi işlerden birisi de sonra adını Nükleer Tehlikeye Karşı Barış ve Çevre İçin Sağlıkçılar Derneği (NÜSED) olarak değiştirdiğimiz, Nükleer Savaşa Karşı Hekimler Derneği (NÜSHED)’in kurucusu olmak oldu. Sonra benim için gerçek bir çevre dergahı olan İskenderun Çevre Koruma Derneği ve bir yıllık İskenderun maceram gelir. Yıl 1988. Sevgili Cemil (Altay), Oktay (Demirkan) ve Şemsettin (Eser) ağabeyler, İskenderun’un, insanı destekleyen, pozitif enerji yükleyen demokrat çevresi ve çevre korumayla birlikte giden nükleer tehlikeye ve termik santrallere karşı verdiğimiz İskenderun Mücadelesi. Bir yıl sonra o zamanlar Türkiye’nin en büyük ikinci kırsal ilçesi, hanım köyü Osmaniye’ye savruluşum. Yıl 1989.
Türkiye’nin en fakir ilçelerinden birisi olan Osmaniye’de herkes geçim telaşıyla eylem ve protestodan korkuyordu. Memurların ve aydınların üzerinden geçen 12 Eylül silindiri etkilerini henüz sürdürüyordu. Bense hekimliğimden gelen iş güvencesinden olsa gerek hiç korkmadım. Hiç bir şey
yaptırmazlarsa halk pazarında, meyhanelerde tansiyon ölçer; yine geçinirim diye düşünmüşümdür hep. Bu nedenle hekim milletinin memleket sorunlarına ilgisinin azlığını ve tespih böceği gibi oluşlarını hep eleştirmiş ve yadırgamışımdır. Adım çevreci doktora orada çıktı. Tüm Türkiye sonradan
Osmaniye Valisi de olan kaymakamla sürtüşmelerimi gazetelerden böyle okudu; “Çevreci doktor sürüldü, çevreci doktor açığa alındı” diye. Yumurtalık Termik Santralına Hayır başlıklı imza kampanyasına çekimser kalan Osmaniye Çevre Koruma Derneği’nden ayrılıp yedi arkadaşımla Osmaniye Çevre Dostları Derneği (ÇEVDOST)’ni kurduk ve aşırı çevrecilik başladı. Osmaniye’nin hakim rüzgar yönü önüne Organize Sanayi Bölgesi kurulmasını sağlayan, Türkiye’nin 4. en büyük üretim kapasitesine sahip Osmaniye Orman fidanlığı arazisine göz koyup, yeşil alan yapan ve fidanlık arazisinden hükümet konağı için yer ayarlayan o valiye şimdi teşekkür etmeliyim. Çünkü on yıl süren Osmaniye maceramın tam onbir ayı süren, açığa alınmalardan ve sürgüne gitmemek için
aldığım raporlardan oluşan, yaşamımın en güzel, en uzun izinlerini, o, Osmaniye eski Kaymakamı ve eski (kara) ilbayı (vali), yeni merkez valisi eski Sağlık Bakanı DSP Balıkesir milletvekili Dr. Güven Karahan’ın kardeşi, Ümit Karahan’a borçluyum. O izinlerde, en güzel nükleer karşıtı yürüyüşlerimi, bisiklet yolculuklarımı ve eylemlerimi yaptım. Bir “Temiz Enerji” kitabı yazdım. “Çernobil Kazasının Sağlık Sonuçları” kitabını Türkçe’ye çevirdim. “Yeni Yaşamdan” isimli bir dergi çıkardım. Bolca yazı yazdım. İki erkek çocuk büyüttüm. Devletin verdiği tayin yolluk ve harcırahları ve bana yapılan haksızlığa karşı doktor arkadaşlarımın özel laboratuvarıma çokça hasta yollamaları sayesinde bir dönem artan gelirimle, bu dünyada, tapusu karımın üzerindeki bahçesinde epeyce dikili ağacımla bir de evim oldu. Daha ne olsun?
Seninle ilk tanışmamız sanırım Ankara’da Ekim 1993’de topladığımız Nükleer Karşıtı Kongre’de oldu. Karşı kongreyi yapmamıza neden olan Uluslararası Nükleer Teknoloji Kongresi’ni Enerji Bakanlığı ile birlikte düzenleyen Makine Mühendisleri Odası’nın dönem başkanı Murat Önder benim liseden altı yıllık sıra arkadaşımdı. Ona bir mektup yazarak demokrat bir tavırla kongrelerinde bizlere de söz hakkı tanınmasını istedim. Senin gibi dişli konuşmacılardan çekindikleri için bana bir panelde konuşmacılık önerdiler. Bu, onlara göre bir tuzaktı. Zayıf konuşmacımıza karşı kuvvetli konuşmacılar çıkararak kendi toplumları önünde çevrecileri ve nükleer karşıtlarını susturmak. Bir ay o panele hazırlandım. Benden başka Greenpeace’in İspanyol konuşmacısından oluşan, biz, nükleer karşıtı iki konuşmacıya karşı Türkiye’nin iki nükleerci ağır topunu (Her ikisi de eski TAEK Başkanı olan Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre ve Prof. Dr. Nejat Aybers) konuşmacı olarak çıkardılar. İspanyol konuşmacı konuşmasını İngilizce yaptıktan sonra tartışmalara girmedi ve ben o iki ağır topa ve nükleerci panel başkanına karşı yaşamı savundum. Sonradan o paneli Makine Mühendisleri Odası kitap halinde yayımladı. Çok rahatsız oldular ve Ahmet Yüksel Özemre o ünlü, bizi, Aydınlıklar tanrısına inanan, kilisesi Greenpeace olan bir dinin üyelerine fanatikler benzettiği konuşmayı orada yaptı. Yanıtını anında aldı. Orhan Hançerlioğlu’nun Düşünce Tarihi’nde okumuştum: Tasavvufta çile çeken dervişler onlarca yıl çile çektikten sonra yüce sır ‘En el hak-Sen Tanrısın’ sözünü duyup bu kadar basit bir sır için 20-30 yıl çekmenin aptallığını saklamak için kendi müritlerine aynı sırrı 20-30 yıl çile çektirmeden söylemezlermiş. Onlara; “şimdi, siz de, yaşamınızı bağladığınız nükleer enerjinin ‘Nükleer enerji çok tehlikelidir’ sırrını öğrenmek için onca yıl dirsek çürütüp profesör olduktan sonra tabii sırrı açıklayamaz ve saklarsınız” deyince; muhterem, bana; “Siz de bilimsel bir yön görüyorum” buyurmuşlardı, yanılmamış. Bunları sanma ki kendimi övmek ya da öne çıkarmak için yazıyorum; amacım (büyük olasılıkla kitabının da amaçlarından biri budur), bizden sonraki kuşaklara eylem deneyimlerimizi aktarmaktır. Eylem uzun ince, dikenli taşlı bir yoldur. Bu yolda sabırlı olmak kadar iyi eğitilmiş, okumuş olmak da gerekir. Okumaksa okul okumak anlamında değildir; kitap okumak, kendini genel kültürel, ulusal kültür ve EYÇ kültür yönünden yetiştirmiş olmaktır.
Bütün bu nükleer karşıtı savaşım içinde beni; çevre eylemcisi yazar sözüyle en iyi tanımlayan ise Osmaniyeli sevgili gazeteci arkadaşım Ali Tıraş olmuştur. Biz ne yaparsak yapalım yazılı ve sözlü basından arkadaşlarımız olmasa bizim sesimiz bu kadar büyümezdi. Benim ÇEVDOST’un eylemlerini Türkiye ve Dünya’ya duyuran işte bu arkadaşımdır. Uzunca bir dönem, Cumhuriyet Gazetesi Osmaniye muhabirliği de yapan bu arkadaşım; eylemlerimden birisini Cumhuriyet Radyo’da canlı telefon bağlantısında anlatarak valinin bana yaptığı baskıları anlatmış. Eylem dönüşü çalıştığım devlet hastanesinin doktor odasına girdiğimde beni çok güldüren fısıltı gazetesinin gücüne hayran olmuştum: “Ne o Umur, geçen gün bibisi (BBC)’ ye çıkmışsın, seninle röportaj yapmışlar?” Hiç bozuntuya vermedim, “Evet” dedim, sadece. Bu bizim gizli gücümüzdü. Sayısal, maddesel veya parasal yönden güçsüzlüğümüzü manevi, duygusal, heyecanlı eylemlerimizle kapatmalıydık. Sanırım öyle de oldu. Hep söylerim, tüm ülkelerde bir iki yılda bir tekrarlanan akademik bir araştırmanın Türkiye ayağında, Türkiye 1997 Değerler Araştırması’nda, Türk halkının en güvendiği sivil grup olarak Türk Çevrecilerinin çıkmış olması; bence, pek bilincinde olmasak da bize verilen en kıymetli armağan, ödüldür.
Ağaçkakan’ın ilk sayısından başlayarak okuyucusu ve tabii yazarı oldum. Bana en mutluluk ve övünç veren işlerden ve unvanlardan birisi de budur. Benim ilkelerimden birisi de Söz uçar yazı kalır düşüncesi ile yazı yazmak; bir biçimde gelecek kuşaklara belge bırakmaktır. Yazı yazmak büyük cesaret ve yürek istediği gibi sorumluluk da taşır. Ağaçkakan deyince Savaş’ı (Emek) unutmamalıyım. Onu herkes yazı ve konuşmalarından oldukça iyi biliyor. Bu hareketin ideologlarından birisidir deyince abartmış olmam. Onun tüm Türkiye’deki çevre örgütleriyle birlikte ÇEVDOST’a yazdığı mektuplarla başladı bu iş. Türkiye’nin tek ekolojist dergisi olan bu dergiyi, Türkiye koşullarında, çevre korumak için koşuşturan en yakın arkadaşlarımızın bile almamasına rağmen altı yıldır kesintisiz çıkardığı için ona teşekkür etmeliyiz. Ben hep tekrarlamışımdır: Türkiye’de yapılacak en iyi EYÇ eylemlerinden birisi Ağaçkakan ve benzeri süreli ve süresiz EYÇ yayınlarını; özellikle amatör olanları yaşatmak, satın almak, okumak ve okutmak için çaba göstermektir.
Ben her yazdığım veya sevdiğim EYÇ yayınından birer tanesini yaşadığım il ve ilçenin halk kütüphanesine, üniversite kitaplığına, öğretmenler gününde çocuklarımın öğretmenlerine armağan ettim. Savaş’ın yazdıklarından çok şey öğrenmekle birlikte beni en çok etkileyen sözlerinden birisi şu olmuştur: “Babam eski bir TKP’li idi. Onlar Rusya’dan gelen bir teksir makinesini kullanırlardı. Biz (Türk EYÇ’leri) bu dergiyi, firmalardan, diğer kurum ve kuruluşlardan yardım, reklam vb alarak çıkaracaksak; hiç çıkarmayalım daha iyi”.
Bisikleti bana Hilmi (Çamurdan) öğretti. İlk yıl (1994), Adana’da birkaç bisiklet severden oluşan “Yeni Yaşam Gezginleri” adını verdiğimiz grupla Akkuyu’yu giderken onlara kendi arabamla eskort ve hizmet araçlığı ve şoförlüğü yaptım. Sabah erken yola çıkılacağı için bir gün öncesinden Adana’ya gidip Hilmi’nin arabaya hoparlör taktırma fikrini uyguladık. Gece Hilmi’nin evinde güya Ferdi Tayfur’un; “Hadi köyümüze geri dönelim” şarkısı üzerine yeni sözler okuyacaktık. Her yerleşim yerinden geçerken Hadi gelin nükleer hayır diyelim vb. diye hoparlörden bizim şarkımız okunacaktı. Beceremedik, ama hatırlarsın o yıl, Akkuyu’daki ilk sevgi zincirinde senin önderliğindeki, ama santralı karadan basmasını engelleyemediğin köylü bu şarkıyı çok tutmuştu. O akşam köydeki düğüne davet edilen Bilge (Contepe) ile Ayşe (Tosuner), düğün evine girdiklerinde, köylü ve düğün orkestrası onları bu şarkıyla karşılamışlardı. Ne, “Ayrıntıda gizlidir?” derler? Bazı arkadaşlarımız eylemde arabesk, yoz müzik çalındığı için bizi eleştirmişlerdi. Bunları onun için anlatıyorum. Sonraki yıl (1995), Osmaniyeli çevreci arkadaşım Fahri (Ünal) ile Osmaniye’den bisikletle Toprakkale istasyonuna gidip trene yüklediğimiz bisikletlerle Mersin’e oradan da Silifke’ye, oradan da balıkçı teknesiyle Akkuyu’ya gittiğim yıldı. Yolda en çok benim bisikletimin arka göbeğine monte ettirdiğim uzun kamyon antenine çektiğim Nükleer santrale hayır yazılı flama ve küçük Türk bayrağı ilgi toplamış ve halk ve kamyon şoförleriyle iyi bir iletişim kurmamızı sağlamıştı.
En son olarak da Timur Danış’ın Sinop-Akkuyu Yürüyüşü’nün verdiği ivme ile onu Doğu Akdeniz bölgesine geldiğinde karşılamak ve Silifke’de buluşup Akkuyu’ya birlikte girmek düşüncesi ile DAÇE’nin en uç örgütlenmesinin olduğu Samandağ’dan başlayan 500 km’lik Samandağ-Akkuyu yürüyüşümü tek başına yapmıştım (1997). Bu yürüyüşün Dörtyol-Osmaniye arasındaki bir bölümünü, ağır bir besin zehirlenmesi nedeniyle Hilmi yürüdü. Bu yürüyüşü 8 haftanın hafta sonları yaptım. Her seferinde kaldığım yere gidip cumartesi sabahı kaldığım yerden başlıyordum. Sadece Osmaniye-Mersin arasını ailevi sorunlarım (eşimin şiddetli muhalefeti) nedeniyle yürüyemedim. Timur ve diğer dört genç yürüyüşçünün Silifke’ye yaklaştığı son beş gün, işimden ve eşimden izin alarak Mersin’den Akkuyu’ya, Taşuucu’ ndan sonrasını onlarla birlikte olmak üzere kesintisiz yürüdüm. Her geçtiğim yerde çevre derneklerinden arkadaşlarım iyi bir basın toplantısı ve uğurlama ya da karşılama hazırlıyorlardı. Samandağ-İskenderun arasındaki dört etapta kilo vereceğim yerde kilo aldım. Mersin’den başlayan son etapta Remziye (Eryılmaz) ve Ülkü (Bozkurt)’ un misafirperverlikleri ve koruyuculukları beni çok destekledi.
Bu yolculuğum sırasında gecelediğim bir kampingde sırt üstü yatmış çadırın açık kapısından gökyüzünü seyrederken elektrikler kesildi. Gökyüzünün o korkunç ve muhteşem güzelliğini ve şairin kelimelerinin kifayetsiz kaldığı ânı keşfettim ve o zamandan beri yersiz yanan her elektrik lambasına, ışık kirliliğine ve Edison’a düşman kesildim. O yüzden gece elektrik kesintileri artık beni hiç üzmüyor. Eğer bulutsuz bir gün ise hemen balkona çıkıp başımı gökyüzüne kaldırıyorum ve mümkünse birkaç dakika sırt üstü yatarak ve ay bazen işi bozsa da, dünyanın öbür yüzüne bir geceliğine gittiği için güneşe teşekkür ediyorum.
Arif, ilk yıllar Akkuyu’da geceleri eylemden sonra yemek yer, bira şişelerimizi ve rakı kadehlerimizi alır, sonra kumlara uzanır, uzun sohbetler ederdik. Birbirimizi tanır, etkileşirdik. Hilmi ve ben, Bilge ve Ayşe’yle yaptığımız kumsal sohbetlerini, ilk yeşil politika ve ekoloji derslerini hiç unutamıyoruz. Sonraki yıllar insanlar birbirine kanıksadılar mı, bilmem nedense lokantada içki içenler bir daha hiç kumsala, bizim yanımıza inmediler. Bizim gücümüz de lokantada yemek yiyip içki içmeye hiçbir zaman uygun olmadı. O yüzden eşim ve çocuklarım, arkadaşım Fahri, Remziye Abla ve Ülkü, onları kumsaldan hüzünle seyrettik. Yoldaşım Hilmi, dünya evine girdi bir daha çıkmadı. Akkuyu’ya gitmeler, görev gibi gelmeye başladı.
Bundan sonra belki de önümüzdeki en büyük çevre sorunu yabancılaşma ve sevgisizlik olacak. Bir buçuk yıldır bulunduğum Antalya’da ve kıyısına atom santrallerinin yapılmaması için savaştığımız denizin adını taşıyan üniversitede de bu fazlasıyla hissediliyor. Türk Çevre Hareketinin ve özelde Nükleer Santral Karşıtı çalışmaların başarı ve başarısızlık nedenleri hakkında yazılacak ve anlatılacak çok şey var. Pek çok şey, pek çok şeye ve kişiye rağmen başarıldı, ama bu başarıyı çok büyütmeyelim, çünkü koşullar öyle denk gelmiş olabilir. Yarın biri çıkıp nükleer santralın kredi ve garantörlük sorunlarını çözerse; bu dağılmışlık ve sevgisizlik ortamında yeni bir başarı güç gibi geliyor, bana. 29 Ağustos 2000 akşamı NTV kanalında enerji işkolu sanayicileriyle ilgili bir dernek adına konuşan sözde bilimadamı Prof. Dr. Mustafa Özcan Ültanır, monolog yapmanın verdiği rahatlık ve güvenle ve 360 derece değişen bir söylemle bir yandan DPT ve Enerji Bakanlığı’nca izin verilen toplam 2000 MW’lık 71 rüzgar santralı başvurusunu az bulduğunu söylerken; bir yandan da, “Buna rağmen bir iki yıl sonra Türkiye nükleer santralını kurmalıdır.” diyebiliyor, hâlâ. O yüzden su uyuyor, ama ben uyumuyorum. Gözlerimde nem, kafamda bu ülkenin bilimini ahlaklı, ahlakını bilimsel yapmak; bisiklet yollarını ve son olarak yaşlılığımızda bizi üzmeyen dostlarımızla güneşin sofrasında birlikte yaşayabileceğimiz bir ekoköyü yaşama geçirmek var. Tabii yazılar, yazılar...

NÜKLEERE KARŞI “YÜRÜYEN ADAM”;
TİMUR DANIŞ...(*)

Yaşar Öztürk-Arkadaş Çevre Grubu
Timur Danış ile Sinop-Akkuyu yürüyüşü sırasında, Akkuyu’da bir röportaj yapmıştım. Bu röportajı o tarihde çalıştığım bir gazete için yaptım. Fakat tam röportaj yayınlanacaktı ki gazete kapandı. Ben de bari bu söyleşi eskimeden Git’de yayınlansın istedim. Timur’da bana söylediklerini çok sevmişti ve yayınlamasını istiyordu. Böylece Silifke’nin sıcağında yaptığımuz söyleşiyi Git’e koymaya karar verdik.
Yaşar Öztürk: Sevgili Timur seni yollara düşüren ne?
Timur Danış: Türkiye’de iktidarlar hep nükleer santral kurmak istediler. İktidar olmanın araçlarından biri de elektrik üretmek. Termik, hidrolik, nükleer ya da bir başkası ile farketmiyor. Elektrik üretimi ve tüketimini ellerinde bulunduranlar iktidar oluyorlar. Kişi olarak iktidarlara, güç birikimine ve gücün halklar, doğa, çevre tüm yaratıklar ve insan üzerinde kullanılmasına karşıyım. Çözüm; iktidarı bıraktırmaktan, istememekten geçtiğine inanıyorum. Benim mücadele şeklim ise, iktidarları ellerinde tutanların güçsüzleşmesi için yürümektir. Elektrik enerjisine karşı verdiğim barışçıl, şiddetsiz eylemim yürüyüştür. Tam bu noktada hidrolik, termik, şimdi de nükleer yolla iktidar oluşturma isteklerine karşı, iktidarın içini boşaltmak için yürüyorum. Don Kişot’vari ya da Forrest Gump gibi otistik bulunabilirim. Doğrudur da. İktidarların sonsuz gücüne karşı olanların baskısını hissetmemek için beynim otizmi seçti ve takıldığım noktada aynı Forrest Gump gibi içime kapandım ve yürüyorum.
Yaşar Öztürk: Bu Don Kişot’vari değil mi?
Timur Danış: Evet yaptıklarım Don Kişot’vari. Bu da doğru. Ama nükleer santrallerin korkunç soğutma kuleleri önünde durup, dikenli teller arkasında kendini güvenlikte göremeyen nükleer personele karşı elimizde taşıdığımız barış bayrağını sallamaktan başka ne yapabiliriz. Don Kişot olmaktan başka ne yapabiliriz? Öyle bir çağda yaşıyoruz ki, insanlar yapma Don Kişot’lar bile yaratıyorlar. Oysa, Don Kişot sponsor kabul etmezdi. Elindeki kargısı ona aitti. Şimdi bize gerekli olan bir sopa ve 2x2 metre ölçülerinde bir bayraktır. Üzerinde ne yazacağımıza bir karar veririz. Ve elbetteki Don Kişot nasıl yel değirmenlerine çarpıp çaresizliğini, yanlızlığını ve iktidarın acımasız gücünü fark etmişse, biz de bugün onu yapıyoruz. Mut’dan Silifke’ye yürürken, elimizde, üzerinde “Nükleer’e Karşı Akkuyu’ya Git” yazan bayrak vardı. Asfalta ve araç uygarlığına karşı çaresiz ve yanlızdık. Aynı Don Kişot gibi.
Yaşar Öztürk: Yüzyıllar öne Donkişotluk, yarım yüzyıl önce Gandhi’nin yeğlediği bir anlayışı, Türkiye’de tercih eden insanlardan birisin. Yaşamına geçirdiğin bu anlayışı Türkiye ile sınırlamadın. Önceki yıl Avrupa Uzun Yürüyüşü’ne katıldın Bu yürüyüş nasıl oldu?
Timur Danış: 1995 Ocak ayında Brüksel’den başlayan Avrupa Uzun Yürüyüşü’ne eşim Barbara Bush ile birlikte Viyana’dan Mayıs 1995’de katıldık. Yaşamımın bir başka dönüm noktasıydı. Bütün bildiklerimi ve deneylerimi zaman zaman silip yeniden yazmak zorunda kaldığım günler oldu. Bu arada bana bakıp yaşamına yön verenler de olmadı değil.
Yaşar Öztürk: Bu yürüyüşün çok kolay olduğunu açıklayanlar oldu. Çok mu kolay dı?
Timur Danış: 9 ay yürüyen, her eyleme giren, bulaşık yıkama sırasını hiç aksatmayan, yürüyüşün oklarını çizen Fransalı iki dostum Oliver ve Ives’e bu soruyu sormak gerekir. Eğer onlara kolay geldiyse, bu yürüyüş kolaydı. Öte yandan dokuz aylık bu yürüyüşe 15 gün katılıp, “Bu yürüyüş çok kolaydı “demenin doğruyu göstermediğine inanıyorum. Benim açımdan, bu yürüyüş öncesinde 3200km. yürümüştüm. Daha sonra altı ay bu yürüyüşe katılmak için çalışmıştım. Daha sonra beş buçuk ay yürüyüp Moskova Kızıl meydana ulaştım. Meydanda Barbara ile birbirimize bakıp; “nihayet bitti” dedik. Bu sözler yürüyüşün bir eleştirisiydi de aynı zamanda, Yürüyüşte temel demokrasiye uyan ve yaşatan, her tür iktidar oluşumuna karşı çıkanlar ve her fırsatta iktidar oluşturmak için fırsat kollayan ve bunu sık sık başarıp darbe yapanlar vardı. İşte bunlar bitmişti. Yürümek, bulaşık yıkamak, kuru fasülye pişirmek, Ukrayna’nın ortasında Almanya’lı bir kıza “Telli telli turna” şarkısının sözlerini öğretmek, Çernobil’e 80 kilometre kala Nazım Hikmet’in “Hiroşima’da öleli oluyor bir on yıl kadar / Gözünüze görünemem / Göze görünmez ölüler / Teyze amca bir imza ver / Çocuklar öldürülmesin / Şekerde yiyebilsinler” dizelerini dinlemek çok hoştu ve kolaydı. Hatta 15 gün yürüyen birisi için Avrupa yürüyüşü turistik bir fırsattı da. Yemekler çok güzeldi, mutfak vejeteryandı. Hele cebinizde bir Avrupa, Amerika pasaportu varsa doğunun sınır kapıları önünüzde sonuna kadar açılıyordu. Oysa benim pasaportumda T.C. yazıyordu ve her sınır kapısından kabuslar görerek geçiyordum.
Yaşar Öztürk: Yürürken, köyler, kentler, insanlar ve doğa ile karşılaşıyorsunuz. Yürümenin bu anlamda sende yarattığı ve senden etkilenmeleri neler oluyor?
Timur Danış: Yürüyüş sırasında iktidarın her tür metasını üreten malzemeyi taşıyan şoförlerle bir müthiş bir karşılaşma yaşıyoruz. Biz onlar için anlamsız bir iş yapıyoruz. Bizi anlamıyorlar. Bir anlamaya başlasalar, sırtlarına dayalı duran senetleri ödeyemez ve yok olurlar. Oysa biraz geri gidebilseler, kamyon öncesi günlerine geri dönebilseler, bedenlerini satmasalar, bizi gayet rahat anlayabilirler. Şehirlerde yürürken, bizi tül perdelerin arkasından, sivil polis otosunun içinden içinden ya da emniyet kamerasının vizöründen izleyenleri görmek ilginç oluyor. Şehirler polis dolu ve bu da insanların özgür olmadığını gösteriyor. Bu arada bizimle Karaman’da yürüyen bir avuç kahramana teşekkür ederim. Kırlar, içinden geçen asfalta rağmen hala özgür. Yol sistemi inanılmaz sıfırlı rakamlarla yapılan harcamalara rağmen çökecek. Asfalt uygarlığının ömrü artık çok fazla değil. Doğa çiçekleriyle, otlarıyla, dikenleriyle asfaltları yutuyor ve yutacak. Yürüyünce bunu anlıyorsun. Köyler dut, kayısı, çalışan insan, şeftali, arpa, buğday demek. Bu sonsuz toprakların içinde insanlara bayrağımdaki yazı ile ulaşıp, selamlaşmak her şeye yetiyor. Bir gün bütün dünyadaki şehirlerin küçük küçük köylerden ibaret olmasını umut ediyorum. O zaman dünyayı yürümek çok daha kolay olacak. İnsanı doğadan koparanların başında otoyollar, viyadükler ve yonca şeklinde kavşaklar geliyor. Büyük bir şehire bir ucundan girip, diğer ucundan çıkmak artık Don Kişot’un bile cesaret edemeyeceği bir iş oldu.
Yaşar Öztürk: Daha önce Akkuyu’ya yürümüştün. Yeniden bu kez Sinop’dan Akkuyu’ya yürüyorsun. Bildiğim kadarı ile sen bir yürüdüğün yolda bir daha yürümezsin.
Timur Danış: Şimdi üç kişi yürüyoruz. Bundan sonra da bu yolu daha çok kişi ile yürüyeceğiz. Ta ki nükleer santrali yaptırmayıncaya kadar. Akkuyu için yıllardır çalışıyoruz. Nihayet bu yıl Büyükeceli’de (Akkuyu’da) bir büromuz oldu. Bu bir dönüm noktasıdır. Atom ya da nükleer karşıtı büro, adına ne derseniz deyin. Artık nükleer karşıtı hareket, nükleer reaktör kurulmadan onun çekirdeğine girdi. Bu giriş nükleersiz bir Türkiye ve dünya için bir umut, bir olanaktır. Onun için diyorum ki; “Akkuyu’ya gidin.” Bütün olanaklarımızı Akkuyu’da gönüllü olarak çalışan arkadaşımız Fatoş’a vermeliyiz. Hiçbir karşılık beklemeden, hesap sormadan. Bütün içtenliğimiz ile Akkuyu’ya gitmeli ve bunu yaygınlaştırıp daha çok insanın bölgeye gitmesini sağlamalıyız. Bu çok gerekli çünkü eğer Akkuyu’da nükleer santral yapılmazsa, Türkiye’de hiçbir yerde nükleer santral yapılamaz. Akkuyu bizim yeşil okulumuz için olağanüstü bir dersliktir. Yıllar önce Yeşilovacık’da bir köylü dedesi; “Ben elektrik istemiyorum, gerekirse çıra yakarım” demişti. Bu sözden çok şey öğrendik. Gene geçtiğimiz günlerde Akkuyu’lular nükleer santral ve buzdolabı istemediklerini söylediler. İşte bizim yeşil okulumuzdan istemediğimiz bir ders daha. Bu öğrendiklerimizle bütün dünyayı nükleer beladan kurtaracağımıza inanıyorum.
Yaşar Öztürk: Gene yürüyeceksin...
Timur Danış: Bir yıl sonra Sinop’tan Akkuyu’ya İstanbul üzerinden 3000 km.’lik bir yeşil yürüyüşü en önemlisi barış içinde yaşayarak düzenlemek istiyorum. Bu yürüyüş belki de Akkuyu’da nükleer santral yaptırmadık diyerek de olabilir. Daha şimdiden barış ortamını kurmak için çalışıyorum.
Yaşar Öztürk: Nükleer karşıtı çalışmalar konusundaki değerlendirmelerin ne?
Timur Danış: Nükleer karşıtı çalışma içinde insanları korkutarak nükleer karşıtı yapma anlayışının uzun dönemde yararlı olacağına inanmıyorum. Olumsuzlukları, kazaları, değişimin ya da muhafaza etmenin tek yolu olarak kullanmak faydacılığa yol açabilir. Çernobil ya da Kazakistan felaketinin belgelenmesi ve bunları başka insanlara sunarak tepki göstermelerini isterken acele etmemeliyiz. Minsk’de tanıştığım bir Belarusyalı gazeteci dostumun, devlet hastahanesinde, Çernobil’den etkilenen çocuklarla yaptığı bir çalışmanın fotoğraflarını gördüm. Bu fotoğrafların üç tanesi, bir çocuğun ayağının kesilmesi öncesi anı ve sonrasını anlatıyordu. Bu fotoğrafları anlatmak için sözcük bulmak çok zor. Siz fotoğrafa bakıyorsunuz ve dehşete kapılıyorsunuz. Dönüp kaçmak istiyorsunuz ama fotoğraf sizi bırakmıyor. Sonunda sorunun bir parçası olup çıkıyorsunuz. Minsk Devlet Hastanesi’nde bağışıklık sistemi bozulduğu için cam fanus içinde yaşamaya başlamak zorunda kalan çocukların resimlerini çektim. Fakat bunlar insanları sorunun bir parçası yapacak kadar güçlü anlatım taşımıyorlar. Şunu söylemeliyim. Nükleer karşıtı çalışma bir takım insanları, belli dönemler için ön plana çıkarabilir. Kolay bilgilenmelerle, müthiş nutuklar atabiliriz. Poloraid birkaç fotoğrafla insanların gözlerini boyayabiliriz. Ama değişim ve muhafaza etmek çok başka pozitif enerjiler gerektirir. Nükleer karşıtı çalışma insanın iliğini kemiğini kurutan, çoğu zaman umutsuzluğa, yılgınlığa düşüren bir çaba olup çıkıveriyor. İnsanlar bizden bıkıyor “gene mi nükleer?” deyip, kapıları kapatıveriyorlar. Ama bunu unutmayalım ki, bu yılgınlık anlarını fırsat bilenler, Ankara’nın Kafka’yı bile hayrete düşürecek korkunçluktaki labirentlerinde nükleer ihalelere yol veriyorlar.
Yaşar Öztürk: Nükleer karşıtı çalışmanın Türkiye’deki yeşil hareket içindeki yeri nedir?
Timur Danış: Nükleer karşıtı çalışma birincildir. Barış ve nükleer karşıtı çalışma birbirinden ayrılmaz ve birbirinin karşısına çıkarılamaz. Çok sık duruyoruz ve çok sık önümüz kesiliyor. Anti-nükleer çalışmaya bir çok yeni insan geliyor ama kalmıyorlar. Neden? Bu erozyonda, artık anti-nükleer çalışmada eskiyen bizlerin arasındaki rekabetin payı yok değil. Ama hangi harekette rekabet, tartışma, kıskançlık, öne çıkma yok ki. Nükleer çalışmayı lüks olarak görenler de var. Öte yandan çok sıklıkla nükleer hareketten var olmaya çalışanları görüyoruz. Oysaki nükleer hareketi var etmek gerekir. Yani gerekirse biz yok olacağız ama nükleer hareket yaşayacak. Yani nükleer harekette iktidar kurmak işin özüne aykırı. Bence ant nükleer çalışma her türlü parti, inanç, cins, din, dil, ırk örgütlenmesinden ayrıdır. Bunu anlatmak için harcadığımız enerji bizi çok yoruyor. Yani birilerine “Atom Santraline Hayır” pankartı yetmiyor. İllaki, o pankartın altına kendi adını da yazacak. Anti-nükleer hareket bir çok insanın heyecanından, tezcanlılığından, zamanlama özüründen ve yılgınlıktan, küskünlerden çok çekti.
Yaşar Öztürk: Bu konuda bir önerin var mı?
Timur Danış: Kendi alanımla ilgili bir öneri yapmak istiyorum. Yıllardır basının anti-nükleer çalışmayı görmezden geldiğini ve çarpıttığını söyleyenler var. Bu doğrudur. Ama biraz da kolaya kaçmaktır bu. Nükleer karşıtları, neden kendi son söyleme alanlarını yaratmada bu kadar beceriksiz davranıyorlar. Olaylar gelişiyor, nükleer karşıtlarının anında tepki verecekleri bir yayınları yok. Yani haftalık hatta aylık bir yayın organımız hala yok. Bir Ağaçkakan’ımız var o da neredeyse üç ayda bir çıkıyor. Greenpeace’yi açıkça bu konuda eleştiriyorum. Neden haftalık bir dergi çıkarmıyorlar. Yeşil bir kültürün bu coğrafyada boy vermesi için bir ortam yaratmalıyız. Ellerinde olanakları olup da böyle bir girişimi desteklemeyen, farketmeyen dostlarımıza üzülüyorum. Öte yandan böyle bir birleşme yapılmıyor diye, ben yürümekten geri durmayacağım. Ama yaptıklarımın, söylediklerimin taklit edilip, kullanılmasından da bıktım. İnsanların çıkarlarını öne koyup, beklenti içinde olup, nükleer hareketi kullanmalarından da bıktım. Ama hiçbir zaman umutsuz değilim. Sinop-Akkuyu yürüyüşünün son bölümünü birlikte yürüdüğümüz Mert ve Önder umutlu olmam için çok nedenim olduğunu gösterdi. Çünkü onlar gençler ve iktidar oluşturabilecek en ufak bir çıkar bile gözetmiyorlar. Yürüyüş boyunca o kadar çok yoruldular ki, en ufak bir gücü bile birlikte paylaştılar.
Yaşar Öztürk: Yürümenin dışında Akkuyu için bir düşüncen var mı?
Timur Danış: Akkuyu’da köylülere sorup, onların olurunu alıp, güneş ile ya da rüzgar ile elektrik elde edip bununlada su pompalayıp, bir kasa domates üretmeyi çok isterim. Bu tesis bence, aynı zamanda harika bir heykel de olurdu. Fakat bunu yapmak benden çok başkalarına düşüyor. Açıkçası Akkuyu’da alternatif kaynaklarla elektrik elde etmek Greenpeace’ye yakışacak bir iş. Başkalarının yapması gerekeni yapmayı doğru bulmuyorum.
Yaşar Öztürk: Son olarak eklemek istediğin bir şey var mı?
Timur Danış: Hepsi bu...

(*) Git Dergisi’nde yayınlanmış bir röportaj










İZMİR ÇEVRE HAREKETİ AVUKATLARI VE
HUKUKİ MÜCADELE

Av. Noyan Özkan-İzmir Baro Başkanı
1. Önçalışma / mütalaa
Akkuyu'da Nükleer Santral kurulalacağının öğrenilmesinden sonra ÇHA; 1993 yılı başlarında 29 ayrı bilim adamı, meslek örgütü, üniversite, bakanlık, kuruluş ve derneğe başvurup çağrıda bulunarak; nükleer santral kurulması, maliyeti, çalışması, elektrik maliyeti, atıklar, eski santral binaları ve tüm bunların taşıdığı riskler hakkında ellerindeki bilgi ve evrak iletmelerini istemiştir. ÇHA tarafından ayrıca nükleer santralların hukuki statüleri üzerine mütalaa hazırlanmış, bu mütalaa çeşitli kuruluşlara iletilmiştir.
2. İptal davası / bir
ÇHA; İskenderun Çevre Koruma Derneği, Çeksan Tarsus Çevre Koruma Kültür ve Sanat Merkezi Derneği ve Antakya Çevre koruma Derneği'nin gönüllü avukatlığını üstlenerek; adı geçen derneklerin "Akkuyu Nükleer Santralının alt yapı tamamlama işlemleri ve müşavirlik hizmetleri ile nükleer santralın yapımına ilişkin her türlü işlem, karar ve faaliyetlerinin durdurulması, bu amaçla bütçeden harcama yapılmaması, Akkuyu Nükleer Santralı'nın yapımından vazgeçilmesi" taleplerinin, davalı T.C. Başbakanlık, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ve TEK Genel Müdürlüğü tarafından reddine ilişkin idari işlemin iptali ve yürütmesinin durdurulması talebiyle Adana 1 nci İdare Mahkemesi'nde dava açmıştır. Dava, Mahkeme'nin E.1995/317 s. dosyasıyla görülmüş ve red olunmuştur.
Mahkeme, gerekçe olarak henüz ÇED sürecinin başlamamış olması ve bu ihalenin DPT kalkınma planında yer almasını göstermiştir. Mahkemenin kararı, Danıştay tarafından onanmıştır. Karar düzeltilmesi istemiyle yapılan başvuru, Danıştay tarafından red edilmiştir.
3. İptal davası / iki
TEAŞ tarafından Resmi Gazete'ye verilen inşaat ihalesi ilanı üzerine bu defa, aynı idareler aleyhinde Adana İdare Mahkemesi'nde ÇED süreci başlatmadan ihaleye çıkılmasının çevre ve sağlık mevzuatına aykırı olduğu gerekçesiyle inşaat ihalesinin yürütmesinin durdurulması ve iptali davası açılmıştır. Adana İdare Mahkemesi, önce yürütmenin durdurulması istemini reddetmiş, sonra da esas hakkında davanın reddine karar vermiştir. Adana İdare Mahkemesi'nin red kararı temyiz edilmiş olup dosya Danıştay'da tetkik edilmiş ve red edilmiştir.




















ÖLEN SAVAŞÇILARIN ARDINDAN...
“... İnsan ölür, gövdesi yeniden toz olur. Benzerlerinin hepsi toprağa döner yeniden, ama kitap anısının ağızdan ağıza iletilmesini sağlar...” Chester Beatty IV

Dr. Umur Gürsoy
Önce şahsen hiç tanımadıklarımla başlayalım;

Gülçin İlci
Burdur’un sevgilisi Gülçin İlci’nin adını ilk kez ne yazık ki ölümüyle duydum. Demek ki Cumhuriyet Gazetesi’ni ayrıntıda dikkatli okumazmışım. Onu sonradan Ağaçkakan’ın eski sayılarındaki “Burdur Gölü hepimizin. Burdur Gölü’ne ve Dikkuyruk’a sahip çıkalım” çığlığıyla kağıt üzerinde tekrar hatırladım.
Bir gölü sevmek, bir kuşu sevmek doğayı, tanrıyı ve insanı sevmektir. Üçü de bir birinin varlık nedenidir. Biri olmadan diğerleri de olamaz. Biz, yıllarca Türkiye’nin bir nükleer kaza yapmaması için savaştık, başardık gibi de gözüküyor. Ya savaşçılarımızı bizden ayıran trafik kazalarıyla savaşmayı; onu nasıl başlatacak ve ne zaman başaracağız?
Tayfun Tercan
Bir tırmanış dönüşünde kaza sonucu yitirdiğimiz eski Dağcılık Federasyonu Başkanı Dr. Tayfun Tercan hakkında bildiklerim Ağaçkakan’daki ölüm duyurusundakilerle sınırlı. Ağaçkakan’a abone olduğunu da buradan öğrendim. Bu ülkede Ağaçkakan’ı anlayıp ona düzenli mali destek olmayı düşünmek, gerek nükleer karşıtlığı özelinde gerekse çevre koruma politikaları ve savaşımı genelinde önemli bir sentezi ve ekolojik anlamda duygusal zekayı gerektirir. Yükseklerin kirletilmesi halinde alçakların kokacağını bilen ve alçaklardan gelen kokuları önceden hissedenlerdendi demek ki o.
Nur Omay
Meslektaşımın ölüm haberini ilk yazısının yayımlandığı Ağaçkakan’ın, 36. Sayısı’ndan duydum. Dünya düzeninin putlarını bize anlatıyordu. Yarım kaldı. Bize bir görev daha düştü. Yaşamı tıplaştıranları, putlaştıranları ve yenidünya düzeninin putlarını anlatmaya devam etmek.
Günseli Tamkoç
Ölümünü arkadaşı Müşerref Hekimoğlu’nun Cumhuriyet Gazetesi’ndeki 17 Temmuz 1998 tarihli köşe yazısından öğrendiğimde şahsen hiç tanışmadığım Günseli Tamkoç’u, Ağaçkakan’daki yazıları ve çevirileri yoluyla tanıyalı 2-3 yıl ya olmuş ya olmamıştı. Üç kuşak memur ve öğretmen çocuğu oluşuma bağladığım, yaşadığım hiçbir şehre ve yöreye ‘tam ait olamama’ duygusunu onun Derin Ekoloji ile ilgili yazılarını ve derlediği ‘Derin Ekoloji’ kitabını okuyunca açıklayabilmiştim: “...Yeşil toplum... Böyle bir toplumda ... yer değiştirme yani göç olayına rastlanmaz. Üstelik birkaç kuşak bir arada yaşayabilmeli ve çalışabilmeli...” Romanya Dobruca’sı göçmenlerinden Yunus Hoca oğlu Balkan, Çanakkale ve Suriye Cepheleri gazisi M. Emin Hoca’nın Eskişehir, Bursa ve Ankara rüzgarlarında savrulmuş oğlu, babam Hayrettin Bey emekli olup baba yurduna döndüğünde; 17 yaşımdaki ben, 4. kuşak öğretmen olmakla sonuçlanacak meslek yaşamı uğruna, bazen baba yurdundan bayramdaaan bayrama bile geçmeyen, kurak ve dikenli bir yolun dik yokuşlarını tırmanmaya başlamıştım bile. Hâlâ da o yol, kendime rağmen, İnegöl’den çok nadir geçiyor, ama hiç olmazsa ne yapmam gerektiğini biliyorum artık. Benim bilinçlenmemde önemli etkileri olan bu, hiç tanımadığım derin ekolojist Anadolu kadınını saygıyla anıyorum.
Şahsen de tanıdıklarımla devam edelim;
Mert
Mert’i Timur Danış’ın örgütlediği Nükleer Santrale hayır amaçlı İstanbul-Akkuyu yürüyüşlerinden birisinin benim de yürüdüğüm Taşucu-Akkuyu ayağında tanıdım. Timur’la İstanbul’dan beri günlerdir yürüyorlarmış. Ayak tabanları bileklerine kadar su toplamıştı. O benden çok genç, ama nükleer karşıtı uzun yürüyüşlerde daha deneyimliydi. İklim değişikliğinin fırın ağzına çevirdiği bir Temmuz sıcağında onunla iki uzun gün yürüdük. Zaman zaman benim ‘Dandik’ çantamı da o sırtladı. Yeşilovacık Köyü’nün kumulları üzerine kurduğumuz çadırlarımızı gece yarısı tozu dumana katan şiddetli poyraz ve kum fırtınasında çadırıma sahip olmaya çalışırken o ve arkadaşları bana çaktırmadan ve muzipçe yardım etmişlerdi. Mert, 18 yaşında iken nükleer santrale böyle mertçe savaşmıştı. Bana çok şey öğreten bu gencin belki de tek hatası yaşamı ciddiye almamak oldu.
Fatma Biyke Şoran
Hey gidi Biyke, hey! 1999 ağustosundaki, zaferden önceki son Akkuyu Nükleer Santrali Protesto Şenliği’nde, bana, ne demiştin, hatırlıyor musun: “Yanlış yaparsan ağzına sıçarım çocuk”? Öteden beri kelimeleri soylu ve soysuz, terbiyeli ve terbiyesiz, argo ve nazik olarak ayrılmasına karşı olmuşumdur. Şimdi hayatta olsaydın sana sormaz mıydım: “Üniversitede kalmakla yanlış mı yaptım”? diye. Şimdi her yaptığım işte kendimi sorgularım: “Acaba Biyke’lik bir durum yarattım mı ?”.
İnsan yanlış yapabilir be Biyke; yeter ki sonuçları başkalarına, topluma ve evrene zararlı olmasın. Biz, sana, “Niye sigara-içki” diye sorduk muydu? Üzülecek ne vardı bu kadar? Bak gördün mü işte şimdi: Kızların anasız; bize de sahte dostlarımız kaldı.
Can Yücel
1993 yılındaki Nükleer Karşıtı Kongre sonrası bir Ankara akşamında Bilge (Contepe), Hilmi’yle (Çamurdan) beni sana tanıştırdığında; temizlik takıntılı Hilmi’nin yüzüne tüküre tüküre “Kendinize bir parti araklayın” demiştin de “Bu adam sarhoş. Ne dediğini bilmiyor” sanmıştım. Ertesi sabah saat 10.00’daki imza gününde sıram gelince; hiç kendimi hatırlatmadan uzattığım kitaplardan babam için aldığım “Ben hayatta ençok babamı sevdim” dizesi ile bitenlisine “Hayrettin’e hayırlı hayırlar”; benimkine ise “Solun en ileri dalı olacak yeşil” diye yazdığında akşamki düşüncemden utanmış; bir o kadar da beni nasıl hatırladığına hayret etmiştim. Sen Türkiye’nin en güzel gırtlak kanseriydin. Biz hayatta en çok senin gibi babaları sevdik, Can Baba.Ve bitirelim bu ağıtı:
Raif Ertem gibi tüfeğin icadından sonra bozulan mertliği geri getirmeye çalışanlarıyla; yerli Asteriks Bergama köylüsü Bayram Çavuş ile bilim insanı Kriton Curi ve gazeteci-yazar Örsan Öymen, Ömer Sami Coşar, Coşkan Daş gibi kalpleri ve beyin damarları ne yazık ki ar damarları kadar sağlam olmayanlarına, isimlerini bildiğimiz bilmediğimiz; tanıdığımız, tanımadığımız; unuttuğumuz unutmadığımız: Acelesi varmış gibi, güneşe bizden önce giden dostlar, bu dünyada yapacak biraz işimiz var. Ağızdan ağıza ileteceğiz anılarınızı; bekleyin bizi.


















AKKUYU’DA YAŞAM...


“ORADA BİR KÖY VAR UZAKTA”... (*)

Fatma Özdemir-Nükleer Karşıtı Platform Büyükeceli Bürosu
20 Nisan 1997’de Büyükeceli’ye geldiğimde bahardı. Nar çiçekleri açmış, her taraf kırmızı gelincikler, sarı papatyalarla kaplıydı. Şimdi ise nar ağaçları meyveye durdu gelinciklerin, papatyaların yerini mor sümbüller aldı. O günlerde köylüler “sera yapıyordu”. Sabah ezanı ile seraya girenler en geç sekiz gibi seraları terk etmek zorunda kalıyorlardı. Çünkü seralar o saatten sonra birer saunaya dönüşüyor. Yoğun çalışmanın ardından bazı kadınlar ekmek yapıyor, bazıları çamaşır yıkıyor. Yani günlük ev işlerini sürdürüyorlar. İlk günler belediyenin misafirhanesinde kaldığım için dernek, kahve ve misafirhane arasında gidip geldim. Belediye Başkanı, Deniz Güman geldikten bir gün sonra bizi misafirhaneden çıkarıp, kapının önüne koyunca, nerede yatılacak, nasıl duş alınacak, karnımızı nasıl doyuracağız, çamaşırlarımızı nerede yıkayacağız gibi günlük yaşamın zorunlu gidişatı üstümüze çökmeye başladı. Misafirhanede bana ait bir oda ve buzdolabı vardı. Bu nedenle Mersin’den bir sürü yiyecek almıştım. Derneğe taşıdığımız eşyalar ve yiyecekler günlerce orada süründü, sonra da bozuldu. İçim acıyarak çoğunu çöpe atmak zorunda kaldım. İlk gün Salim amca Deniz’i, Teslime ve Mehmet Yılmaz da beni konuk etti. Tamer Yılmaz, bize birkaç gün kalabileceğimiz bir yer buldu. Ev ararken bizimle birlikte oradan oraya koşturdu. Sonra Mehmet Ali ve Nazmiye Yılmaz bize evlerini verdiler. Ben daha sonra birkaç gün İlyas Güdül’ün (Derneğin geçici Başkanı) ve babasının evinde kaldım. Sabah ezanı okununca İlyas’ın annesi uyanıyor. Sonra Cennet ile (İlyas’ın kızkardeşi) birlikte yattığımız odaya gelip Cennet’i uyandırıyor. Cennet bir gün öncenin yorgunluğu ile derin uykulardan zor uyanıyor. Tabii ben de kalkıyorum.
Evleri köyün yukarısında. Evin bir balkonu var. Her sabah çıkıp balkona oturuyorum ve köyün yeşilliğini seyrederek, sessizliği dinliyorum. Dağın arkasına bir santral kurulursa o huzuru hissedip hissetmeyeceğini düşünüyorum. Orada her an patlamaya hazır, yaşamı sona erdirecek, yeşillikleri ölüme döndürecek sessiz bir canavar olursa, bu huzuru duyamayacağımı biliyorum ve sabahın seherinde ürperiyorum. Büyükecelileri ne tür tehlikelerin beklediğini, o güzelim köyü terk edip gitmek zorunda kalacaklarını ya da orada kalıp ne idiğü belirsiz kanserlere yakalanacaklarını, bugün çocuk olanların on yıl sonra genç birer insan olacaklarını, topraklarının elinden alınacağını, güvenlik adına köye yabancıların dolacağını, bugün dağ bayır rahat rahat dolaşan kadınların evlerinden çıkamayacaklarını düşünüyorum. Bugün tek sorunları; çok çalışmaktan doğan beden yorgunluğu ve ürün bugün kaç liraya gidecek endişesi. Ama santralle birlikte binbir türlü sorunun köyün üstüne bir kabus gibi çökeceği muhakkak.
Bu arada bir ev buldum. Naim Ertürk Silifke’den kireç gönderdi. Tamer’de, Özgür’e badanasını yaptırdı. Tertemiz bir ev oldu. Fakat ev dört duvardan ibaretti ve içine koyacak bir iğne bile yoktu. Sürekli Silifke, Mersin, Ankara ve Tarsus’a telefonlar edip, sadece bir yatak ve üstüme örtecek bi şey gönderin yeter diyordum. Bu, günlerce sürdü. Sonunda Tarsus’dan Necmi bir şeyler gönderdi ve eve yerleştim. Tamer de bir buzdolabı buldu. İyi kötü bir düzen tutturdum. Duş için bir kova suyu balkona koyuyorum, ciddi biçimde ısınıyor. Poyraz çıkınca evin içi “vuuuu” sesleri ile doluyor. Dışardan ağaçların dalları sağa sola çarpıyor. Uyumak zorlaşıyor. Evin içi böcek dolu. Duvarlarda kocaman delikler var. Akşam olunca içeriye kahverengi, kalın kabuklu böcekler doluyor. Böcekten korkanlar gelince, önce ben gidip böcekleri kovalıyorum. Sonra onlar banyo ya da tuvaleti kullanabiliyorlar. Gözümden kaçan böcek olursa, çığlıklar yükseliyordu evden.
Belediye Başkanı Kemal Güdül düne kadar; “etten duvar örer, bu santrali yaptırmayız” derken, birden ağız değiştirip, “santralin yapılmasının iyi olacağı” propagandasını yapmaya başlamıştı. Bu durum köylüleri çileden çıkarıyor. Çünkü, oyları ile seçtikleri birinin kendilerini satmasına çok kızıyorlar. 27 Nisan’da köye gelen biliminsanları ve Başkan, nükleerciler ve nükleer karşıtlarının ortak bir toplantı yapmasına karar vermişti. Bu nihayet 8 Haziran’da gerçekleşti. Toplantı hiç de Başkan’ın beklediği gibi nükleercilerin zaferi ile sonuçlanmadı. Hatta köyden 5-0 mağlup ayrıldılar. Ertesi gün Başkanın ilk işi, kendi kurdurduğu Derneğin tabelasını söktürmek oldu. Bunu üzerine Dernek için bir yer arama çabaları başladı. Ben zaten böyle bir tavır beklediğim için, telefon almak için bir başvuruyu günler öncesinden yapmıştım. Bu işi hızlandırmak için temaslara başladım. Başkan sonra fikrini değiştirdi; “Dernek burada kalsın, fakat köylülerin dışında kimse buraya girmeyecek” demişti. Yani beni kastediyordu. Derneğe yeni bir yer bulduk. Bugünlerde Derneği yeniden canlandırmak için oraya taşıyıp, tabelayı takacağız.
Geçen hafta sonu Akkuyu’ya Nükleer Santraller Daire Başkanı gelmiş. Önce muhtarları yemeğe davet etti. Ama hiç biri gitmedi. Sonra Başkan yeğenini ve köyden birkaç meslek lisesi mezununu yanına katıp, onunla görüşmeye göndermiş. Amaç bu insanlar köyün nitelikli elemanları, acaba bir iş olanağı çıkar mı, öğrenmekmiş! Bir İspanyol, bir Romanyalı nükleerci de oradaymış. Romanyalı; “bizim nükleerin soğutma suyunun dibinde kentin içme suyu var, kimseye bir şey olmuyor” gibi abuk sabuk şeyler söylemiş. Bugünlerde Şenlik Düzenleme Komitesi, şenlik için neler yapacağımızı konuşmak için sık sık toplanıyor. Yakında her şey daha da netleşecek. Yasal prosedürleri yerine getirmek, çevre ile ilişki kurmak, köyün katılımını sağlamak gibi konularda işbölümü aşağı yukarı belli oldu. Şenlikte yapılacak her şey detayları ile tartışılıyor.
Şimdilik Akkuyu’dan haberler bunlar. Ben, 1 Haziran 1997’de teslim etmem gereken çevirimin 155. sayfasında takılıp kaldım. Silifke paneli, Aydıncık sohbetleri derken bir satır bile çeviri yapamamanın vicdan azabı ile, 10 Ağustos’tan sonra eşekler gibi çalışacağıma kendimi inandırmaya çalışıyorum. Sanırım yayıncım kayıp çevirmeni için yakında bir ilan verip beni aramaya başlayacak. Siz yine beni gördüğünüzü ona söylemeyin. O beni çeviri yapıyor sanıyor.
























AKKUYU HALK OYLAMASI...

Melda Keskin-Greenpeace Akdeniz Ofisi
23 Temmuz 1999
1. Büyükeceli'de oylamaya katılanların %84'ü, oy pusulamızdaki “YÖRE HALKI OLARAK AKKUYU'DA ATOM SANTRALI VE RADYOAKTİF ATIK DEPOSU KURULMASINA İZİN VERiYOR MUSUNUZ?'' sorusuna, “HAYIR İZİN YOK” yanıtı verdi.
2. Bu yanıtı içeren basın açıklaması ve hazırlamış olduğumuz Nükleer Enerji EI Kitabı ise bu hafta dün 550 Milletvekili'ne ulaştırıldı.
3. Halk oylamasına ilişkin bilgi içeren bir mektup ise önümüzdeki günlerde nükleer ihaleye katılan konsorsiyumlara ve ait oldukları ülkelerin elçiliklerine gönderilecek.
Akkuyu'daki çalışma Nükleer Karşıtı Platform -Yeşil Ev'den yürütüldü. Bilge Contepe arkadaşımız başta gelmek isteyip, sonra da gelemeyeceğini haber verince köylüler, özellikle de kadınlar epey üzüldü. Haziran (Bilge'den) ve Temmuz (benden) kiralarını ev sahibine ödedim. Şu anda yaylaya gitmiş olan evsahibimiz bir aylık kiranın daha eksik olduğunu söylüyordu, bu konuda hesaplarımızı incelemeliyiz. Vidanjör parasını ödedim. Gelecek telefon faturasını da ödeyeceğim.
Çalışmanın çok zor yürümesinin nedeni telefonumuzun bir hafta süren arızasıydı. Aşırı sıcaklarda, PTT'ye olan yolu günde kaç kez yürüdük, zor koşullarda nasıl görüşmeler yaptık, o enerjiyle başka neler yapabilirdik, bu yüzden ne eksiklerimiz oldu, bunu artık düşünmek istemiyorum, ama telefonun açıldığı an duyduğum sevinci size anlatamam. Neyse, gelelim yapabildiklerimize.
ÇETKO-Adana'dan Yaşar Bey, gece gündüz ter dökerek gerçekleştirdiğimiz bu zorlu çalışmada yer aldı ve özellikle kahve sohbetlerinde güzel ve etkileyici konuşmalarıyla köylülerin kalbini kazandı. Ayrıca ODTU Erdemli Deniz Bilimleri Enstitüsü'nde tezini tamamlar tamamlamaz imdadımıza koşan Mehmet arkadaşımız ve Afyon'dan koşup gelen gönüllümüz Erkut da hızır gibi yetişti. Kapı kapı dolaşıp el ilanlarımızı dağıtır ve “evetçi”ler ile sıkı tartışmalar yaparken, oylamayı gerçekleştirirken heyecanla çalıştık. En yakınımızda Silifke'den bize kol kanat geren Yaşar Öztürk arkadaşımızdan, Büyükeceli ve Yeşilovacık Belediyeleri, Büyükeceli Derneği, DAÇE ve İstanbul'da tüm katkıda bulunanlara “Sağolun!”. diyorum. Köyden gençler ve Büyükeceli Derneği üyeleri de bu çabaya katkı verince, köyde ortaya çıkan enerji, TEAŞ Nükleer Santral Dairesi Başkanı Lütfü Sarıcı'yı tatilde olduğu Adana'dan Büyükeceli'ye getirdi ya... daha ne isteriz? Arif Künar arkadaşımızın TEAŞ’çılarla yaptığı sohbet (Ankara'da), bizim köylülerle nasıl bu denli iyi ilişkiler içinde olduğumuzu bir türlü anlayamadıklarını, hatta bize gıpta ile baktılarını gösteriyor! Para ile satın alınamayan şeylerin hala olması ne iyi değil mi? Ege Üniversitesi'nden Doç. Dr. Ahmet Altındişli ve Kocaeli Üniversitesi'nden Dr. Tanay Sıdkı Uyar'ı davet ederek yaptığımız toplantılarda, '”Ekolojik Tarım” ve ”Enerji seçenekleri, Yenilenebilir Enerjiler” konularını köylülerle tartışarak ele aldık. Yeşilovacık'taki bir kahve toplantısında 50 kişiyi, Buyukeceli'deki Düğün Salonu'nda da her iki Belediye Başkanı'nı ve 125 kişilik bir izleyiciyi bir araya getirebilmek bizi çok mutlu etti. Ahmet Bey yörede yapılabilecek ekolojik tarım uygulamalarını anlatırken, işsizlik sorunun çözümü olabilecek, zehirli tarım ilaçlarına, kimyasal gübreye, hormonlara mahkumiyeti ortadan kaldıracak adımlar atılabileceği umudu yeşerdi. Tanay Bey ise ilk kez ”nükleer enerji kötü" söylemiyle yetinmeyerek, ”enerji verimliliği ve yenilenebilir kaynaklar güvenli ve sağlıklı enerji geleceğimizi nasıl oluşturacak” sorusunun cevaplarını anlattı.
Büyükeceli'de kaldığım sürece, artık ”nükleerci” olan eski Başkan Kemal Güdül bana; ''sen vatan hainisin, büyük holdingler satın almış seni”, vb. sözlerle sataşmaya çalıştı. Onun istediği çatışmaya girmedim, ama dünyanın en büyük şirketlerinin nükleerci şirketler olduğunu, onların da bana para vermiş olamayacağını söylemekle yetindim. Oylama sırasında yine uzun uzun nükleer enerjiyi savundu; ama en ilginci “resmi değil, ben tanımam böyle halk oylaması” diyebilecekken, kalıp oy kullandı ve referandumumuzu bir anlamda “yasallaştırdı”! Bu kavgacı adamın köyü içine soktuğu durumdan sizlere mutlaka söz etmeliyim: Köyde camiler, kahveler bölünmüş; adam Belediye'ye rakip otobüs satın almış onu işletiyor Silifke'ye, Mersin'e, civar köylere; yine Belediye'ye rakip hızar atölyesi açmış; herşeye yatırım yapıyor (acaba bu paraları nereden bulmuş?). Üstelik küçücük köyde Belediye'yi 184 milyar borçlu bırakmış, çalışanların maaşları tehlikede. Utanmadan sıkılmadan, Teksas kasabasına çevirmiş güzelim köyü! Şimdi ne mi yapacağız? Uluslararası Tahkim kabusu sürerken, “SANKİ TEMEL ATlLlYORMUS GİBİ” 7 AĞUSTOS'TA AKKUYU’DA OLACAĞIZ. Tam 14 günümüz var ve ulaşabildiğimiz kadar çok bireyi, grubu, derneği, meslek odasını, sendikayı, basın kuruluşunu, özellikle de Anamur, Aydıncık, Silifke, Mersin, Adana'dan bir günlüğüne gelebilecek binlerce insanı harekete geçirmemiz gerekli diye düşünüyorum. Sağlıklı kalın...








































ARTILAR/EKSİLER...

TÜRKİYE NKP’LARI OLARAK,
OLUMLU YANLARIMIZ...

Yrd. Doç. Dr. Metin Erten
Gerek İzmir’de ve gerekse de ülkemizde bu savaşımı kazanmamızı sağlayan etkenler nelerdi? Nasıl oldu da bu savaşım yıllarca soluksuz bir biçimde sürdürülebildi. Ülkemizde siyasi hareketler bile bir zaman sonra canlılığını ve dinamizmini yitirirken, nasıl oldu da bu yıllarca sürdü? Merkezi bir örgütlenmesi olmadan, parası olmadan, arkasında imza atmak dışında belirgin bir kamuoyu desteği olmaksızın nasıl oldu da inatla savaşım sürdürülebildi? Ayrıca bu süreç kusursuz muydu? İç sorunları yok muydu? Konuyu kendi denetimine almak isteyen, “küçük olsun benim olsun” diyen, yönetmek isteyen, kahraman olmak isteyen ya da korkan, sinen yok muydu? Elbette ki hepsi vardı. Ama bugünden geriye baktığımızdaki gözlemim, olumsuzlukların olumluluklardan daha az olduğu, olumsuzlukların üstünün el birliğiyle hemen örtüldüğüdür. Sorunlar büyütülmemiş, iyi yanların öne çıkarılmasına çalışılmıştır.
Aslında ülkemizde bu kadar uzun süren ve sonunda zafer elde edilen bir başka savaşımın olmadığını düşünüyorum. Son 10 yılı, hele son 7 yılı çok yoğun olmak üzere yaklaşık 30 yıllık bir süreç bu. Böylesine önemli bir sürecin yeterince değerlendirilmediğini de düşünüyorum. Oysa ülkemiz kitle örgütlerinin, sivil toplum hareketlerinin buradan çıkaracakları bir çok somut sonuç ya da örnek olduğunu düşünüyorum. Evet. Sihirli soru şu: “Nasıl oldu da bu kadar uzun bir zaman bu savaşım sürdürülebildi ve sonuçlandırılabildi”?
Bunları aklıma geldikçe sıralamaya çalışayım.
1. Dünyadaki gelişmeler bizleri etkin bir biçimde destekledi. Çernobil (ne yazık ki), bu etkilenmenin en üst boyutuydu. Bildiğimiz ama anlatamadığımız bir çok şeyi somut ve elle tutulur bir biçimde insanlara anlatma şansımız oldu.
2. Dünyada hemen her ülkenin bu işten artık vazgeçmesi insanları etkiledi. “Dünyanın enayisi biz miyiz?” söylemi son derece gerçekçi bir biçimde tuttu.
3. Ülkemizi yönetenler bizlere çok yardımcı oldu. Hemen hepsi nedense nükleerci oldu. İnsanların politikacılara genelde olan güvensizlikleri, “onlar böyle diyorsa bu işte bir iş vardır” diye düşünmelerini sağladı.
4. Karadeniz’in hemen tümü, özellikle de Doğu Karadeniz nasıl kandırılabildiklerini somut bir biçimde, sakat çocuklardan, artan kanserlerden, yapılmayan açıklamalardan, çay ve fındıktan gördü.
5. Ülkede çevre bilincinin (yeşil ya da ekolojist anlamda olmasa bile) gelişmesi, insanları duyarlılaştırdı. TEMA gibi bir kuruluş bile zamanla alttan gelen baskıyla nükleer karşıtı (çoğunlukla söylemde olsa da) olmak zorunda kaldı.
6. Olayı sürükleyenler, konunun basit bir çevrecilik hareketi olmadığını, ülkenin enerji politikasından, uluslararası sermayeye, emperyalizmden, enerjinin dışa bağımlılığının getireceği sonuçlara kadar konunun arka yüzünü iyi okudular ve insanlara iyi aktardılar.
7. Kamuoyunda, nükleer karşıtlarının, yalnızca karşı olmak için karşı olmadıkları, alternatifleri de ürettikleri, çözüm önerdikleri imajı oluştu ve bu da doğruydu.
8. Yaptığımız en küçük bir panelde bile olayın sosyal yönünü anlatacak biri bulunurken, diğer yandan deprem yönünü anlatan jeolog, kanseri anlatan hocalar ya da doktorlar, enerji ile ilgili rakamları veren elektrik mühendisleri, siyasi yanını anlatan siyasiler, uluslararası boyutunu anlatan insanlar bulundu. Bu, çok yönlü ele alış, olayın tüm yönleriyle aktarılmasını sağladı.
9. Olayı sürükleyenler kendilerine “satılmış, hain, geri zekalı” vb. suçlamalar yapıldıkça, daha çok ve daha etkin çalışma yapacak kişilerdi. Bu anlamda üstlerine gidilmesi onları daha da keskinleştirdi.
10. Sürecin içine dernekler, sendikalar, odalar, partiler, diğer sivil toplum örgütlerinin çekilmesi, nükleer karşıtı cepheyi genişletti.
11. Ülke dışında Çernobil, Japonya ve Kore olmak üzere yakın dönemlerde yaşanan nükleer kazalar; ülke içindeki İkitelli olayı, Konya’da yakılan, Isparta’da gömülen nükleer atıklar, PETKİM yangını, her ihale öncesinde kesilen elektrikler kamuoyunun gözünü açtı. Yönetenlere konuyla ilgili olarak güvensizlik arttı.
12. Nükleer karşıtları tüm sorunlarına karşın iyi örgütlendiler. İletişim ağı sorunlarına karşın iyi çalıştı. Yapılan Nükleer Karşıtı Kongreler başarılıydı.
13. Nükleer karşıtları medyanın yaptıklarını göstermemesinin, yazmamasının nedenlerini bildikleri, tahmin ettikleri için hayal kırıklığına uğramadılar.
14. Olayda Akkuyu’nun öne çıkarılması kararı doğruydu. İlk kez orada santral başlayacak, Akkuyu geçilirse diğerlerine sıra gelecekti.
15. Akkuyu’ya “olur” diye imza verenlerden Tolga Yarman Hocanın bu olurunu geri çekmek istemesi ve bunu her ortamda dile getirmesi hareket için olumluluktu.
16. Köyle Türkiye’nin kurduğu ilişki son derece iyiydi. Bu anlamda “Yeşil Ev” düşüncesi ve buranın kullanılış biçimi, kullanılışı son derece doğruydu ve bu türden çalışmalar için örnek olacak içerik taşıyordu. Eve sahip çıkılması, evin döşenmesi, telefon, bilgisayar, faks vb. sistemlerinin kurulması, giderlerinin tüm ülke olarak ortaklaşa karşılanması, evde kimin ne zaman ve hangi koşullarda kalacağının iyi belirlenmiş olması, evin farklı ve ortak amaç dışı kullanım isteklerine karşı çıkış yerinde ve yararlı oldu.
17. Köydeki Yeşil Ev’de kalanların gerek köyün dışarıya anlatılması ve gerekse de dışarının köye anlatılması anlamında son derece yararlı çalışmaları oldu. Özellikle Bilge’nin aylarca köyde kalıp insanlarla iyi ilişkiler kurması ve güven oluşturması, onlardan biri olması, amatör yanını ortaya çıkarmasının sonsuz yararları oldu.
18. Köydekiler olabildiğince panellere, radyo ya da TV konuşmalarına çağrıldılar. Bu, onlarda kendilerine güven duygusu yarattı. Yalnızlık ve terkedilmişlik duygusu yaşamadılar. Türkiye hep yanlarındaydı.
19. Sanatçıların özellikle de son dönemlerde yaptıkları destek son derece yararlı oldu. Bu anlamda başı çeken Moğollar gurubunun hakkını vermek gerekiyor.
20. Örgütlenme biçimi olarak Platformun seçilmesi doğru bir tercihti. Platforma katılımın birileri adına değil de, kendi adına olması; doğallığı, kararların hızlı alınmasını ve daha etkin olmayı sağladı. Kurumlar adına katılımların olduğu “Güçbirliği” süreci bu nedenle hızlı işlemedi. Buralarda zorunlu bürokratik işlemler görüldü.
21. Nükleer karşıtı platformlar, yapılanmalarının sonucu olarak çok hızlı karar alabildiler ve uygulayabildiler. Örneğin İstanbul’daki bir kişinin eylem önerisini faks zincirine sokması ve tüm platformların bu öneriyi onaylayıp uygulaması arasında birkaç gün geçti. Aynı hızlılık, platformların kendi eylemlilikleri için de oldu. Gelişmelere anında, o gün tepki gösterilebildi.
22. Süreç, “insanın köpeği ısırmasının haber olabileceği” anlamında bizleri sürekli yeni düşünce ve eylem örnekleri yaratmaya yöneltti. İlgi düzeyini düşürmemek açısından sürekli farklı eylem ve etkinlikler yapıldı.
23. Platform toplantılarına sürekli katılan sayısının düşük olmasına karşın, imza atanların ya da nükleer karşıtı olanların binlerle, onbinlerle olması bizlerde moral kaynağı oldu.
24. Gerek Akkuyu’da ve gerekse de ülkenin diğer yerlerinde konuyu yalnızca bir siyasi partinin ya da gurubun güdümüne sokmaktan kurtarmak, bunun için direnmek yararlı sonuçlar verdi. Hareketi parti güdümüne sokmak isteyenlere karşı savaşım verildi. Sonuçta nükleere karşı olanlar yalnız “şu gurup” değil “herkes” oldu. Bunun en somut örneği Akkuyu’daki Büyükeceli köyünde gözlemlendi.
25. Her yıl geleneksel hale getirilen Akkuyu Şenlikleri, gerek platformlara yeni katılmış kişilerin yöreyi görmeleri, gerek insanların birbirlerini tanımaları ve gerekse de köydekilerle Türkiye’dekilerin bir araya gelişleri anlamında olumluydu.
26. Özellikle aramıza yeni katılanlara dönük olarak, platformun yalnızca eylem yapan bir organizasyon olmadığı, insanları birbirine kaynaştırmayı da hedef aldığını göstermek anlamında “radyasyonsuz kısır günü” ve “NKP Pikniği” vb. organizasyonlar yapıldı. Bunlar, gerçekten de amaçlarına hizmet ettiler. Platform üyeleri belli günlerde bir araya gelen değil, arkadaş ya da dost insanlar oldular.
27. İstanbul NKP üyelerinden Greenpeace’nin Akkuyu’da yaptığı nükleer referandumu ve çıkan %86’lık “Hayır” yanıtı, söylemlerimiz için son derece yararlı oldu.
TÜRKİYE NKP’LERİ OLARAK,
OLUMSUZ YANLARIMIZ.
Burada haklı olarak uzun uzun listelemeler yapmak istemiyorum. Özel konulara girmek hiç istemiyorum. Ancak bu kitabı okuyacak bir kişinin, böylesi bir savaşımda nelerden kaçınması gerektiği konusunda ipuçlarının da olması gerektiğini düşünüyorum. Özetle, kolumuz kırıldıysa da bu yenimizin içinde kaldı. İyi ki de kalmış.
1. İletişim için oluşturduğumuz faks zinciri dönem dönem aksamalara uğradı. Zincire kimin girip, kimin çıktığı, yeni katılımlar ya da eksilmeler, birimler tarafından zincir merkezine yeterince iletilmedi. Bu bazen kopukluğa yol açtı.
2. Son zamanlarda kimi arkadaşların e-posta yoluyla haberleşmeyi seçmeleri işi daha da karmaşıklaştırdı. Yöntemine hızlı ve basit olmasına karşın; çoğunlukla üyelerde bilgisayar olmaması sorun yarattı.
3. Kimi zaman içimizden birileri kendi partilerine olayı eklemlemek istediler. Bu gerçekleşmeyince süreçten koptular. Yani süreç onların istedikleri gibi olursa iyi idi, olmazsa kötüydü. Bu kopuşlar güç yitimlerine neden oldu.
4. 2000’lere girişle yoğunlaşan tepkilerle birlikte, varolan Nükleer Karşıtı Platformların yanına, Güçbirliği Platformları, Halk Meclisleri, Nükleere Karşı Türkiye Platformu vb. örgütlenme biçimlerinin oluşturulması, güçlerin bölünmesine yol açtı. Bu yanlıştı. Doğru olan el birliği ile oluşturulan ve zaten var olan Nükleer Karşıtı Platformlarda olunmasıydı. Yeni oluşumların içindeki kimi yeni insanlar geçmişi bilmeden ve yorumlayamadan, artı ve eksilerini bilemeden sıfırdan çalışmalara başladılar. Onlarca yıllık süreci yok saydılar. Bu da onların sık sık yanlış yapmasına neden oldu. Bu türden farklı duruş istekleri önceki yıllarda değişik adlarda ortaya çıkmıştıysa da, bunlar önlenebilmişti.
5. Farklı örgütlenmelerin çalışmaları, doğal olarak kendi istedikleri zamanda ve biçimde, farklı yöntem ve zamanlarda eylem-etkinlik yapma, diğerini engelleme biçimlerine dönüştü. Örneğin geleneksel hale gelen Akkuyu eylemliliği gününde, Mersin’de toplantı-panel organize edildi ve insanlar buraya çağrıldı. İnsanlara açıkça “Akkuyu’ya gitmeyin” denildi.
6. Hele Aralık 1999’da ortaya çıkıp, yıllardır bu konuda savaşım veren Nükleer Karşıtı Platform’ları gereksiz, kapanmaları gereken kurumlar olarak nitelendirip, “onlar ve biz” biçiminde değerlendirmek son derece yanlıştı. Bu yanlış ancak, Nükleer Karşıtı Platform’ların, Nükleere Karşı Güçbirliği oluşumuna destek vermesi, buna karşın kendi varlığını da sürdürmesiyle aşılabildi. Ancak süreç gerek isim benzerliği ve gerekse de içindeki kişilerin birbirlerine yakın olmaları nedeniyle basının bile yanlış adlandırdığı, haberlendirdiği düzeye geldi, karışıklık yaşandı.
7. Mutlaka “baş” olma kaygısındaki kimi nükleer karşıtları yüzünden olumsuzluklar yaşandı. Medya varken ortalıkta olan, yokken ya da emek harcamak gereken yerlerde ortalıkta olmayanlar, kırılganlıklara yol açtı.
8. Bu türden bir hareketin ve çalışmanın katı disiplinli ve merkezi bir örgütlenmeyle yapılamayacağı bir gerçektir. Bu, uç bir örnektir. Ancak buna karşılık tamamen bireysel olarak çalışmalar yapmak, ortak alınan kararlara uymamak da yanlıştır ve bu da diğer bir uç örnektir. Bu türden çalışmalar; enerjinin içe harcanması, yaratılan olumsuzların giderilmesine çalışılması gibi, dışa dönük çalışmaları olumsuz yönde etkileyici rol oynadılar. Bu anlamda ortak kararlara karşı direnen, bireysel ve kendiliğinden davranışı özellikle öne çıkaranlar oldu. Bu, harekete zarar verdi.
9. Dergi sayfalarına kadar varan iç hesaplaşmalar, suçlamalar eksilerimizdi. Bu iş bazılarınca hainliğe kadar varan suçlamalara, eylemlerden kovmak isteklerine kadar uzatıldı. Kişisel çıkar hesaplarına, tüm nükleer karşıtları karıştırılmaya çalışıldı. Kimilerince “biz” olmak yerine “ben” olmak çabası öne çıkarıldı. Ancak sonuçta “biz” olmak çabası içinde olanlar kazandı.




TÜRKİYE’DEKİ NÜKLEER KARŞITI HAREKETE “DIŞARIDAN“ ELEŞTİREL BİR BAKIŞ
VE AKKUYU İÇİN ÖNERİLER...

Orhan Çalışır-Almanya‘da Gazeteci, Yapımcı
1990’lı yıllarda Türkiye’de çevre konularına duyarlılık, başta Bergama Köylü’lerinin Eurogold şirketine karşı mücadeleleri ve Büyükeceli’lilerin Akkuyu’ya nükleer santral yapımına karşı uzun yıllar süren çabaları ile oldukça arttı. Gerek Bergama’lıların gerekse Büyükeceli’lilerin yeni, yaratıcı eylemleri, medyanın da ilgisini çekerek; çevre sorununu kamuoyunun ilgilendiği ve olumlu yaklaştığı konulardan birisi haline getirdi.
Ben burada genel olarak Türkiye’deki çevre hareketini özel olarak da Akkuyu da Nükleer Santral kurma girişimine karşı yürütülen çalışmaları “dışardan“ gözleyen birisi olarak, bu harakette dikkatimi çeken bazı sorunları dile getirmek istiyorum. Muhtemelen bu konular hareketin bizzat içinde yer alan kişi ve çevrelerce de konuşulup tartışılmıştır; fakat ben yazılı bir tartışmaya rastlamadığımdan, belki bundan sonraki tartışmalara katkısı olur diye düşünerek bu kitap vesilesiyle aklıma gelen birkaç konuya değinmek istedim. Ayrıca politik olaylara biraz mesafe alıp dışarıdan bakmak ve değerlendirmek, süreci anlamak bakımından önemli avantajlar da sunar diye düşünüyorum.
Emperyalizm/Sömürü tamam da ya sömürtene ne diyelim?
Akkuyu şenliklerine ilk katıldığım 1998 yılından beri en fazla göze batan, daha doğrusu sahiplerince göze batırılan slogan ‘Kahrolsun Emperyalizm’ biçiminde özetlenebilecek, soyut bir düşmana karşı atılandı. Slogandan Emperyalizmin kim olduğunu, nerede oturduğunu pek anlamak mümkün değildi; ama anlaşılan Akkuyu’ya nükleer santralı yapmak isteyen, daha doğrusu santral satmak isteyen asıl güç ‘O’ idi. Emperyalizm elbette ürününü satmaya çalışacak fakat bu ürünleri almak için kapıyı açanlar olmazsa, ne emperyalizmin ne çelik tencere ne de ansiklopedi satıcısının içerdekilere herhangi bir şey satması mümkün olur.
Ama asıl sorun bu değil. Eğer Türkiye sermayesi dünya sermayesinin organik bir parçasıysa, ki başka türlüsü de sermayenin işleyiş yasalarına göre artık hiç mümkün değil; elbette onun yerli şubesi, taşeronu, bürokrat ve politikacıları da bağlayarak kapıyı açacak. Dolayısıyla söz konusu slogan işin sadece bir yanına işaret ettiğinden, hem yarım doğru hem de göster(me)diği hedeflerden ötürü politik olarak fazla bir anlam ifade etmiyor.
YAPIL(A)MAYAN TARTIŞMALAR...
Almanya’daki nükleer karşıtı hareketin emektarlarından nükleer fizikçi Fritz Storim arkadaşımın buradaki hareketin başlangıç yıllarından anlattığı bir anekdotla başlayalım: Kentlerden çevreciler, santrallerin kurulacağı köylere ilk gittiklerinde birbirinden tamamen farklı iki grup karşı karşıya gelir. Bir tarafta uzun saçlı, kılıkları kıyafetleri köylülere televizyon haberlerindeki gösterilerden aşina; ama hiç de sempati duymadıkları alternatif/otonom diye tanımlanan insanlar; diğer taraftaysa kentli solcu gençlere tamamen ters gelen, Alman gericiliğinin sembolü olarak bildikleri köylüler. Bu hiç bir şekilde bir araya gelmeyecek iki farklı insan tipini Alman devlet ve sermayesinin nükleer santral kurma planı bir araya getirmiştir. Karşılıklı kuşkulu bakışlardan sonra her iki taraf kendi kendilerine şu kararı alırlar.
Köylüler: ‘Tamam bu şehirlerden gelen berduş, hippi tiplileri gözümüz tutmuyor ama bunların gözü pek, polis geldiğinde iyi direnirler onun için onlara bir şey demeyelim‘. Kentli Çevreciler: ‘Bu köylülerle ortak hiç bir yanımız yok, adamlar şimdiye kadar hep gerici partilere oy vermişler; herhalde evde karılarını da dövüyorlardır; ama atom santralına karşı gerçekten mücadele veriyorlar. Onun için gereksiz konuları kurcalayıp arayı bozmayalı’.
Bu söze dökülmeyen karşılıklı barış içinde bir arada yaşama kararı kısa vadede herkes için iyidir. Kimse kimsenin tavuğuna kış demeden birlikte nükleer karşıtı mücadele verilmektedir. Fakat uzun vadede, belki söz konusu nükleer santral 10 yıllık mücadeleden sonra engellense bile, evli evine köylü köyüne gitmekte: Ne köylüler için ne de kentli çevreciler için geriye politik perspektif sunan bir şey kalmakta. Bu durumu Almanya’da nükleer santrallere karşı mücadele edilen birçok bölgede
aradan 10-15 yıl geçtikten sonra gözlemek mümkündü. Geçici bir atık deposu kurulan Gorleben bölgesindeki gelişmeler ise tam tersi bir örnek oluşturuyor. Onun için de Almanya’daki en diri anti nükleer hareket bu bölgededir.
Buradan Akkuyu örneğine baktığımızda, gerek tek tek nükleer karşıtı gruplar arasında, gerekse köylülerle nükleer karşıtları arasında benzeri bir ilişkiyi gözlemek mümkün. Bunu birkaç örnek ile açmaya çalışırsak; Büyükeceli’li Hakan Kara’nın; “Bu atomu yaptırmayacağız ama öbür atomlar zaten faaliyette” diye ifade ettiği gibi; Büyükeceli’de, işsiz ziraat mühendislerinin alabildiğine sattıkları, ne işe yaradığı pek belli olmayan tarım ilaçları ölçü-ayar gözetmeksizin kullanılıyor. Yöreye yıllardır o kadar çok çevreci gelmesine rağmen bu ilaçlar ve kullanımları sanıyorum ciddi bir şekilde konu edilmedi. Hiç bir korunma önlemi almaksızın bu zehirli maddeleri kullanan köylülerin sağlıklarıyla ilgili şikayetleri ise her geçen gün biraz daha artıyor. Bu tür konu edilip uğraşılmayan sorunlara trolle yapılan balık avcılığını ve son yıllarda ortaya çıkan betonlaşmayı da ekleyebiliriz.
Paradoks ama, Akkuyu’ya nükleer santral yapma projesi, Akkuyu çevresini betonlaşmadan önemli ölçüde korudu denebilir. Nükleer santral yapılacak diye ev, daire, yazlık fiyatlarının fazla yükselmemesinden dolayı bölgede “betona” yapılan yatırım sınırlı kaldı. Fakat ihalenin iptali birtakım yap-satçıların iştahlarını kabartmış gibi görünüyor. Söylendiğine göre 2000 Temmuz‘undaki iptal kararından sonra yöredeki fiyatlar da hızla artıyormuş. Bu durumun ‘daha iyi’ yaşamak isteyen yöre halkını etkilememesi düşünülemez. Büyükeceli’nin kumsalı Hayat Motel civarında görülen betonlaşma, köye doğru uzanan tarım alanını da kapsayarak önümüzdeki yıllarda korkunç boyutlara ulaşabilir.
Sorun yapılmayan sorunlara daha farklı bir örnek; 1999’daki 8 Ağustos yürüyüşünde bir grup çevreci tarafından başlatılıp, daha sonra bütün kortej tarafından benimsenen “Türkiye Afrika Olmayacak” sloganı yürüyüşten sonra da hiç kimse tarafından sorgulanmadı. Bu sloganla her ne kadar ‘Türkiye Afrika kadar kötü duruma düşmeyecek’ gibi bir şey denmek isteniyor ise de, aynı zamanda bu sloganla Afrika ve Afrika’lılar aşağılanıyorlardı. Bu düşüncesizce atılan slogan, birisinin genellikle kendisinden güçlü başka birisine karşı söylediği “sen beni falanca mı sandın?“ gibi, “falancayı“ küçük gören/gösteren davranışla aynı anlama gelir.
Bunlar Türkiye Nükleer Karşıtı Hareketi’nin eleştirilecek bazı yanları. Diğer taraftan uluslararası çevre hareketinin inişe geçtiği, Doğu Avrupa’daki gelişmelerin de etkisiyle insanların gözünde, var olandan daha farklı bir toplum düşüncesinin prestijini tamamen yitirdiği bir dönemde, Türkiye’de çevre hareketi Aliağa, Bergama ve Akkuyu örnekleri ile yeni ve sevimli bir muhalefet ortaya çıkardı. Ocak 2001’deki “Beyaz Enerji Operasyonu“ ile (her ne kadar bu işin nereye kadar takip edileceği belli değilse de) bu mücadelenin haklılığı çevre sorunlarıyla ilgilenmeyen, çevrecilere de pek sempatisi olmayanların gözünde de onaylandı.
Akkuyu’ya nükleer santralın kurulması için verilen rüşvetlerin, sağlanan çıkarların boyutu ile Bergama’da siyanürle altın çıkarılmasına karşı yürütülen mücadelenin simgesi “Hopdediks“ lakaplı Bayram Kuzu’nun yeşil kartı olmadığı için cenazesinin hastahanede rehin kalması yan yana düşünüldüğünde tam bir ‘öteki’ ve ‘beriki’ Türkiye manzarası ortaya çıkıyor. Bir tarafta her cent’i cenazeleri hastahanelerde rehin kalan halkın cebinden çıkan on milyonlarca doları rüşvet olarak alıp veren politikacı, bürokrat, işadamı güruhu, diğer tarafta ise Don Kişot’vari bir biçimde buna direnen Bergamalılar, Büyükeceliler ve Çevreciler...
AKKUYU; HEM BÖLGE HALKI İÇİN, HEM DE ÇEVRE HAREKETİ İÇİN BÜYÜK BİR ŞANS!
Eğer Büyükecelili’ler ve Akkuyu’da nükleer santral kurma girişimine karşı mücadele eden çevreciler başarılarının üzerine birkaç inşaat ve turizm şirketinin oturmasını veya yörenin tıpkı Tarsus ile Mersin arasındaki bölge gibi bir “iç turizm beton yığını” olmasını istemiyorlarsa başladıkları işi sonuna kadar takip etmelidirler. Uzun vadede gerek köylülerin gerekse çevrecilerin bir hayal kırıklığını önlemelerinin yolu; Akkuyu ve çevresi için tarım, çevre, enerji, turizm alanlarını kapsayan, Ege ve Akdeniz kıyılarındaki genel gelişime alternatif ve bütünlüklü bir proje geliştirmektir.
Akkuyu’da doğayı koruma anlamında önemli bir başarının sağlanmış olması, bu başarının gerek Türkiye’de gerekse Avrupa’da geniş ölçüde duyulması, yörenin doğal ve tarihi zenginlikleri burada var olandan daha farklı şeylerin yapılmasını olanaklı kılıyor.
BİRKAÇ ÖNERİ...
Akkuyu’da bir Uluslararası Gençlik Buluşma-Değişim Yeri’nin kurulması: Bu öneri aslında Arslan Eyce’nin. Ben de hem güzel hem de yapılabilir olduğundan buna katılıyorum. Çok sayıdaki gençlik değişim programı sunan kuruluşlarının Akkuyu gibi bir yer ve oradaki anti nükleer mücadele mutlaka ilgisini çeker.
Yenilenebilir Enerjiler Araştırma ve Eğitim Okulu: Bu öneri de benim değil, Tanay Sıdkı Uyar Hoca’dan ödünç aldım. Bu öneri aynı zamanda Büyükeceli’de kurulacak bir güneş, rüzgar veya biomas enerji santralıyla birleştirilebilir. Söz konusu santral bölgenin enerji ihtiyacı için planlanmalıdırlar.
Alternatif turizm: Avrupa’da yumuşak turizm diye de adlandırılan bu turizm, “turistik bölgenin“ doğal yapısının korunması koşuluna bağlı ve son yıllarda büyük ilgi görüyor. Klasik, bir otel kompleksine gelip 15 gün yanıp, yiyip, içip, gitmekten ibaret olan turizm artık önemini kaybediyor. Bunun için yeni yapıların yapılmasına bile gerek yok. Pansiyonculuk ve örneğin: Büyükeceli’nin hemen üst tarafında Koçaşlı’daki, sahiplerinin büyük kentlere göçtüğü binaların restorasyonu konaklama ihtiyacını karşılayabilir. Bu aynı zamanda istihdam alanı yaratacağından şehirlere göçü de önler. Yukarıda sözü edilen gençlik merkezi ve alternatif enerji okulu için de Akkuyu’da TEK’in yapmış olduğu binalar kullanılabilir. TEAŞ bunları niye versin? gibi soruların sorulduğunu duyuyor gibi oluyorum. Ama unutmayalım; işler TEAŞ’a kalsaydı daha doğrusu bırakılsaydı Akkuyu’ya şimdiye kadar birkaç ünite nükleer santral yapılacaktı.
Biyolojik Tarım: Daha önce bu konuda girişimlerde bulunduklarını Melda Keskin anlatmıştı. Köyde kimse buna yanaşmamış. Fakat şimdiki ilaçlama ve gübrelemeden vazgeçilmez ise, hem insan sağlığı açısından onarılamaz trajediler yaşanır hem de yukarıdaki önerilerin de olanaklılığı ortadan kalkar. Türkiye’de biyolojik tarım ürünlerini satmak ve ihraç etmek mümkün. Bu konuda destek bulunabilmesi için öncelikle bir isteğin olması, en başta da Büyükeceli’lilerin isteğinin olması gerekiyor.
Kısacası Büyükeceli civarında her yıl örnekleri çoğalan zevksiz beton yığınlarının yapımının önlenmesi, beldenin biraz dışını açık çöp alanına çeviren çöp sorununun çözülmesi, tarım ilaçlarının yol açtığı sağlık sorunlarının önüne geçilmesi, yöre halkının istihdam sorununun çözülmesi ve en nihayet doğa ve insan düşmanı, ilerlemeci/gelişmeci anlayışa mecbur olmadığımızı bir örnekle göstermek, yukarıda kaba ve mutlaka eksik olarak ana hatları çizilmeye çalışılan bütünlüklü bir projeye, daha doğrusu bu projeyi geliştirip gerçekleştirecek bizlere bağlı.

(*)Akkuyu örneğinde ise kapıyı açanların nükleer santral kurma kararını alan, ihaleye katılan taşeron türk şirketleriyle et ve tırnak gibi bir bütün olmuşlukları 'Bezay Enerji' skandalıyla iyice ayyuka çıkan politikacılar ve bürokratlardı diye de hatırlatalım. Bu durum, yani bürokrasinin sermayenin önünde yer alması Türkiye’nin tarihsel gelişiminin özgüllüğü ile ilgili.















BERGAMA TAMAM.. SIRA AKKUYU’DA..(*)

Y. Savaş Emek
Biliyorsunuz, Bergama köylülerinin yedi yıldır sürdürdükleri mücadele başarıyla noktalandı. Ağaçkakan Dergisi’nin kadroları da, 15 Şubat 1997 tarihinden bu yana aktif olarak Bergama köylülerinin mücadelesini desteklemek amacı ile İzmir’de kurulan "İzmir- Bergama El Ele Hareketi”nin içinde yer aldı, bu hareketin için bütün güçleri ile çalıştı. Hatta, bu sayımızın kapağı ve giriş yazısı bile Danıştay’ın 14 Mayıs günü açıklanan kararından sonra yeniden yazılmak durumunda kaldı. Ama bütün bunlara değdi, gördüğünüz gibi.. Bergama köylüleri, uluslararası altın tekellerine karşı büyük bir zafer kazandılar. Altın tekellerine öyle bir ders verdiler ki.. Bu tekeller Bergama’dan alacakları “altın anahtarla”, toplam 560 yerde, altın madeni işletmeciliği ile, Türkiye’yi bir siyanür havuzuna döndüreceklerdi ki.. Bergama köylüleri bu “siyanürcü çete”den sadece kendilerini değil, bütün Türkiye’yi kurtardılar.. Bu şirketlerin artık “tası tarağı toplayıp” Türkiye’den gitmeleri vakti geldi. Gözünüz aydın olsun, Artvinli’ler, Gümüşhaneli’ler, Giresunlu’lar, Trabzonlu’lar, Eskişehirli’ler, İzmirli’ler, gidiyorlar...
Şimdi sıra Akkuyu’da.. Akkuyu’da nükleer santral kurmak isteyen, en az altıncılar kadar belki onlardan da güçlü, uluslararası nükleer lobiyi kovalamakta.. Üstelik, bir deneyim daha kazandık.. Bir Aliağa, bir Bergama.. Kitleselleşebildiğimizde neleri becerebildiğimizi bize öğretiyorlar. İkisi de sadece Türkiye’de değil, Dünya ekolojik hareketler tarihinde de büyük başarılar olarak yazıldılar, yazılacaklar..
Artık Akkuyu için karamsarlığı bir yana bırakalım. Yöre halkının 20 yıllık bir mücadele geçmişi var. Direnmiş, bir zamanlar Türkiye’yi ayağa kaldırmış. Bergama’da kazanmayı sağlayan en önemli faktör; birleşik bir halk mücadelesini, Akkuyu’da da sağlayabiliriz. Bugüne kadar orada yaptığımız etkinliklerde bunu gözlemledik. Bergama’da köylüler siyaset, parti farkı gözetmeksizin birlikte mücadele verdiler ve kazandılar. Akkuyu’da da bütün olumsuzluklara rağmen, bunun güçlü bir zemini var.
Eksiğimiz, hala daha “taşıma suyla değirmen döndürmeye” çalışmak zorunda olmamız, bireysel “gösterilere” olan aşırı tutkumuz, kitle mücadelesini pek de sevmeyişimiz, dolayısıyla kitle mücadelesi için araçları gerçekleştirmekteki tutukluğumuzdur. Birinci önceliğimiz, Akkuyu'da eylemli, etkili bir “yerel önderlik” oluşturulmasına yapacağımız katkı olmalıdır. Sağlam bir yerel önderlik, mücadelede “motor” rolü oynayacaktır. İkinci önceliğimiz, olayın kitle tabanını oluşturacağımız Mersin ili’nde doğru kişiler ve örgütlerle doğru bir koordinasyon oluşturmak olmalıdır. Tabii ki, gücümüzü doğru yerde ve etkili olarak kullanmaya çalışmalıyız. Bireysel gösteriler yerine, kitle çalışmasına yönelmeliyiz. Zaten bireysel gösteri adına yapabileceğimiz çok fazla şey de kalmadı..
Şimdi sıra Akkuyu’da diyoruz, çünkü Bergama halkının kazandığı zafer hepimizin moralini düzeltti. Halka rağmen gizli, karanlık işler yapanlarda; ülkemizi, doğamızı, insanımızı uluslararası tekellere pazarlamaya çalışanlarda da kesin bir moral bozukluğu.. Üstelik artık Akkuyu için çalışırken, Bergama köylülerinin yürekli direnişini canlı bir örnek olarak gösterebiliriz. Biz İzmir’de, Bergama köylülerine destek sağlamak için İzmir-Bergama El Ele demiştik, şimdi Akkuyu’da, köylülerin başını çekeceği nükleer karşıtı, güçlü bir mücadele için, Mersin’den başlayarak bütün Türkiye Akkuyu ile El Ele!, diyebiliriz.

(*) Ağaçkakan Dergisi, Sayı; 16









HÜKÜMETİN YARATTIĞI MUHALEFET OLMAKTAN ÖTEYE GİTMEK.. (*)

Oktay Konyar-Bergama Çevre Yürütme Kurulu Başkanı
Merhaba Arkadaşlarım.
Dünya ticaret örgütü, globalleşme ve küreselleşme yalanı... Uluslararası tahkim ve Akkuyu Nükleer Santrali... Bu gündem ile ilgili duygu, düşünce, kaygı ve önerilerimi aktarmak istiyorum. (**)
1. Nükleer santralle ilgili çalışmalar dar, birkaç kişi tarafından, tartışılmadan alınan kararlarla götürüldüğü izlenimi veriyor. Daha çok medya ve basının ilgisi çekilmeye amaçlanan bu görüntü özeleştiri yapılmadığı için de doğru gidiyormuş sanılıyor. Oysa ki ben böyle düşünmüyorum; her geçen günün çok daha kötüye gideceği izlenim alıyorum. Dünyanın hiçbir ülkesinde toplumsal muhalefete gereksinim duyulan, hele hele çevre gibi, insanların sağlık ve dengeli bir çevre hakkı gibi saygın bir konuda, bu işe duyarlı, bağı olan insanlardan soyut hareket etme eğilimi, ben öndeyim, başkaları karışmasın diyerek veya daha önce karar alıp bu kararı daha geniş bir kesime onaylatma tavrını görüyor, ülkemizin tam bağımsızlık ilkelerini ve onurunu koruma konusunda, bu nükleer santrale karşı çıkmanın bir fırsat olduğunu düşünerek, bu fırsatı örgütsüzlüğümüz nedeniyle kaçıracağımız konusunda kaygı duyuyorum.
2. Gruplar olmalıdır, bu doğaldır. Ancak bilgi üreten, sürece katılan ve sonuç alan bu gruplaşma doğrudur. Yoksa dışlayan, birbirinden rahatsızlık duyan, bunu erkmiş gibi gören bir grup hiçbir zaman sonuç almamıştır. Ben elimden geleni yaptım ama olmadı, santral yaşama geçti, üzgünüm demek inandırıcı olmayacaktır. Olmaz da..
3. Nükleer santral lobicilikten ve dar kadro olayından derhal çıkmalı, toplumsal muhalefet ilkeleri, çok geniş bir biçimde tartışılarak, herkesi içine alan, o yöredeki insanları da katarak tartışılmalıdır. Her gün birkaç kişinin yaptığı açıklamalar, basın toplantıları, demeçler değil, gerçek bir muhalefet planlanmalıdır ve yaşama geçirilmelidir. Bunun için gerekli potansiyel mevcuttur diye düşünüyorum...
4. Sivil yurttaş inisiyatifi dikkate alınmalıdır...’Bir avuç insan, bunlar her şeye karşıdır imajı’ verilmesi engellenmelidir. Köylüler ısrarla ve o yöreye giderek ama örgütlü olarak giderek, çalışmaya başlamalıdırlar. Bu diğer arkadaşların çalışmalarını hem kolaylaştır hem de ciddiye alınır. Aksi taktirde hükümetlerin oyununa gelerek, hükümetin yarattığı muhalefet olmaktan öteye gidilmeyecektir.

Sonuç ve Önerim...
Ankara’da yapılacak toplantıyı mutlaka yaparak, geniş katılım sağlanmalıdır. Köylüler ve Emek Platformu devreye girmelidir. Yapılacak bir kitlesel eyleme köylüler ülkenin tüm sivil örgütlerine çağrıda bulunmalıdırlar. Çünkü alışılmamış bir yöntemi halk tutar. Şalvarlı, kasketli gerçek bir yurtsever köylünün dağıtacağı bildiriyi, tüm insanlar ciddiye alır. Bu yöntem sonuç alır, çünkü Akkuyu Köylüsü, Bergama Köylüsü, Çamlıhemşin Köylüsü bunu başarabilecek güçtedir.
Uzun bir mücadelenin getirdiği pratiklerim arkadaşlarımızın bazılarına ters gelebilir. Bırakın yurttaş direnme hakkını bizlerden önce sağlasın, ısrarla sürece katılsın. Ankara toplantısında buluşalım. Toplantı yapılmaz, yapılsa da hizipçilik olursa direnme hakkımızı ülkenin her yerinde, siyanürlü altın, nükleer santral, termik santraller, boğaz köprüsüne hayır diyerek meydanlara taşırız.

(*) Git Dergisi, Şubat 2000, Sayı:22
(**) 18 Aralık 1999 tarihinde Ankara’da yapılan Nükleer Karşıtı Platform toplantısı öncesinde hazırlanmış bir mektup.





TOPLUMSAL EKOLOJİ PERSPEKTİFİNDEN
NÜKLEER ENDÜSTRİ...

Emet Değirmenci-Avusturalya
Akkuyu deyince aklıma çok şey geliyor elbette. Örneğin, İTÜ’de 1983 yılında jeofizik mühendisi olarak işe başladığımda kendimi, Akkuyu Nükleer Santrali için seçilen alanın depremselliği konusunda mikro-sismik çalışma yapan bir ekibin içinde bulmuştum. Ecemiş fay hattı v.s. derken birkaç yıl sonra olan Çernobil Kazası’nın teknik açıdan tartışıldığı ortamda ise beni kazada ölen, nükleer serpintiden zarar gören ve yıllarca acı çekecek insanlar ve canlılar düşündürüyordu. Bir taraftan ise gelişmiş ülkeler halkını nükleer serpintinin zararları konusunda uyarırken bizim devlet yetkililerimizin ne denli vurdum duymaz olduğuna tepki duyuyordum. Bu arada ODTÜ’lü “gerçek biliminsanlarının” kafamıza ve yüreğimize ışık tutan çabalarını unutmak mümkün değil tabii.
Elbette Akkuyu için düzenlediğimiz kampanyalardaki anılarım ise apayrı bir yer tutuyor hafızamda. Örneğin 1994, 95, 96 ve 97 yılları… Karınca kararınca teknik bilgilerimle konuyu araştırmaya çalışıp Türkiye’deki “Anti-Nükleer Hareket”e katkı sağladım. Kampanya’ya maddi destek için İstanbul Boğazı’nda düzenlediğimiz çok katılımlı tekne gezileri, diğer mesleki ve insan hakları kuruluşlarının, Yazarlar Sendikası’nın kampanyamıza destek için yaptığı çabalar…Akkuyu’ya otobüslerle gidişimiz ve oradaki “çeşitlilik içinde birlik” oluşturma çabalarımız…Ve en unutulmazı da elbette Akkuyu’daki festivalde, binlerce köylü kadınının, kasketli amcaların “Hormonlu Domates Gibi Bebeler, Sütümüzde Radyasyon İstemiyoruz!” demeleri ve çocukların elindeki rüzgar güller’nin bir temmuz sıcağındaki anılarını unutmak mümkün mü? Mersin/Akkuyu ve Sinop/İnceburun’a gidip oralarının ne denli el değmemiş dünyanın biricik köşelerinden biri olduğunu görüp, üstelik bir de oraların mis gibi kokusunda rakı sofrasında balığını yedikten sonra bu harekete yüreğini koymamak olanaksız!
Dünyadaki ekolojik ve çevre hareketlerinin çoğunun tarihinde ise nükleer endüstriye karşı direniş önemli bir yer tutar. Akkuyu ve genelde Türkiye’deki nükleer endüstri karşısında verdiğimiz uzun soluklu mücadele şüphesiz bizlere bir dizi deneyimler kazandırdı. Bir çoğumuz buradan yola çıkarak diğer ekolojik sorunları derinliğine araştırmaya ve ekolojik sorunların diğer toplumsal sorunlarla bir bütün olduğu gerçeğini kavradık. Peki Anti-Nükleer Hareket neden bu denli gündemimizi meşgul ediyor? Bu soruya yanıt bulmak için “Nükleer Endüstrinin Tarihi”ne kısaca göz atmamız gerekir.
Nükleer endüstri, 20’ YY’ın başlarındaki küresel çatışmadan doğdu. 20. YY da soğuk ve sıcak savaşlarda nükleer endüstri hep önemli bir rol oynadı. 21.YY da ise bu çatışma hala devam ediyor. Bir yandan egemenlerce “Nükleer çağ’ın doğuşu” müjdelenirken diğer taraftan 1940’larda- nükleer endüstri ölüm saçmaya başladı. Hiroşima ve Nagazaki de on binlerce insanın ölümünün yanısıra on binlercesi -genlerindeki radyoaktivite gereği- onlarca yıl kuşaklar boyu acı çektirmeye devam ettiler. Bundan sonraki tarihlerde nükleer endüstrinin maskesi düşmeye başladıysa da dünya tekelleri “Barış İçin Atom” adı altında bir slogan ortaya attılar ve ölümcül projelerini cilalayıp yine piyasaya sürdüler. Fakat nükleer endüstri doğası gereği -dünya kamuoyuna açıklanan ve açıklanmayan- irili ufaklı kazalarla yine yeryüzündeki biyolojik yaşamı yok etmeye devam etti. 1960 ve 70’lerdeki Tree Miles Island, Sellafield, 1986 da Çernobil ve 1999 da Tokaimura bunlardan bazıları...
Alternatif enerjileri savunmamız da yeterli değil. Örneğin, 1970’lerdeki Petrol Krizi sırasında kapitalist ülkeler de ekonomik kaygılarla ister istemez yenilenebilir enerji araştırmalarına yöneldiler ve ağırlık vermek zorunda kaldılar. Ardından güneş fotosellerinde, rüzgar türbinlerinde gelişme olup verimlilik arttı, fiyatlar ucuzlatıldı. Dolayısıyla yenilenebilir enerjilerin nasıl, ne ölçekte olacağı, tekniğinin toplum tarafından nasıl denetleneceği vb konuların da burada konu edilmesi ve tartışılması gerekiyor.
Öncelikle bugün Akkuyu’ya atom santralı dikmek isteyen mantığa, ya da nükleer güce karşı çıkarken öncelikle nükleer endüstrinin egemenliğini/sömürüsünü ayakta tutmak isteyen gücün hiyerarşik/merkezi yapısına bakmamız gerekli. Çünkü Nükleer endüstrinin “egemenlik yanlısı” böylesi bir ilişki sisteminden doğduğunu kavramak ve onu sorgulamak gerekiyor. Dolayısıyla bu hiyerarşik gücün kaynaklandığı düşünce biçimini/sistemini ortadan kaldırmadıkça merkezi devasa yapılar dünyamızda hep var olacaktır. İnsanın insan üzerindeki sömürüsü, erkeğin kadın üzerindeki, yaşlının genç üzerindeki egemenlik ilişkisi hep sürüp gidecektir. Çünkü enerji dönüşümlü de olsa mantık egemenlik ilişkisinden yanaysa örneğin devasa güneş panellerini, biyomas santrallerini ya da kilometrekarelerce yer kaplayan merkezi rüzgar türibinleri yine bizi korkutacaktır. Çünkü hakim bir güç gelip şartelleri indirince o Kaçkarlar/ Toroslar’ın 3000 m yükseğinde Gülsüm Teyze ya da Munzur Vadisinde yasayan Hıdır Emmi ne yapabilir? Oysa biz toplumcu olurken Rusya’daki Stalin döneminin simgeleri gibi devasa-gösterişli karmaşık yapılar da istemiyoruz. Yerelliğe dayanan, tekniğini halkın anlayıp kullanabileceği ve denetleyebileceği, tahakküm ilişkilerini beslemeyecek teknokratik ve bürokratik yapılardan uzak çözümleri yaşamımıza geçirmek istiyoruz. Tüm bunlara karşı çıkarken ahlaki değerler yanlısı olmak elbette ki temel ilkemiz olacaktır.
Bugün artık eğitim almış insan olmaya gerek yok köylüler de -adı sosyalist de olsa- yaşanmış gerçeklere; bürokrasiye, teknokrasiye, merkeziyetçiliğe açıkça karşı çıkıyorlar. Örneğin Bergama köylüleri geleceği ve yaşamı savundukları için yerel halk meclisleri oluşturmaktan yargılanıyorlar. Bir başka örnek Rusya’dan. 1990’ların ortasında Çernobil kazasının 10. yılında Brüksel’den başlayıp Moskova’ya kadar 8 ay boyunca devam eden “Nükleersiz bir Dünya için Avrupa Boyunca Yürüyüş”. Bu yürüyüşe Beyaz Rusya sınırında katılmak için gittiğimiz de biz gruba bir an önce ulaşma sorunu yaşarken Rus köylüsü bize; ”Nereden geliyorsunuz?” diye sormuştu. Biz de; “Moskova’dan” demiştik. Nedwiji-Smolenskaya köylüleri de; “Oradan hep asık suratlı bürokratlar gelir bize ve emirler yağdırırlar” demişlerdi. Doğrusu derdimizi anlatıp “Marsa Mira (Barış Yürüyüşü)”ne katılmak için geldiğimizi anlatana kadar akla karayı seçmiştik. İçte sıradan insanın bürokrasiden, merkeziyetçilikten, teknokrasiden ne denli ürktüğünü gösteren yaşanan sosyalizm gerçeği.
Dolayısıyla nükleer lobinin arkasındaki “çok uluslu sermayeyi” görüp mücadelemizi ve alternatiflerimizi sürdürülebilir bir yaşamdan yana ama bütünlükçü bir anlayışla hazırlamamız ve yaşama koymamız gerekiyor. Nükleer santraller özellikle Çernobil kazasından sonra gelişmiş ülkelerdeki toplumsal baskı sonucu artık kendi ülkelerinde miladini doldurduğu gerçektir. Dolayısıyla pazarı üçüncü dünya ülkelerine/gelişmekte olan ülkelerde arıyorlar. Uranyumun fiyatı son birkaç yıl içinde dahi % 14 den % 9 lara düştü. Bugün Akkuyu’dan ekonomik nedenlerle vazgeçilmiş olması, Türkiye’deki Anti-Nükleer Hareketin başarısıdır. Ancak çok uluslu şirketler gelecekte de ellerinde kalan santralleri satmak için hep yeni pazarlar arayacaklar ve Türkiye gibi ülkeleri yeniden deneyebileceklerdir.
Yukarıdaki açıklamalardan günümüzdeki ekolojik krizin temelinde katmerli tahakküm ilişkisini barındırdığı sanırım anlaşılmıştır. Sürdürülebilir bir gelecek için ise sorunlara “sanayi kirletti sanayi temizler” gibi çevreci yaklaşımlar ya da Akkuyu konusunu, Bergama da gelişen anti-siyanür hareketinden, ya da soframızdaki domatesin genetiği değiştirilerek ne idiğü belirsiz bir tatla önümüze konmasından ayıramadığımız gibi, Seatle, Melbourne ve Prag’taki “küreselleşmeye” meydan okuyan anlayıştan da ayıramayız. Bundan dolayı biz, “Toplumsal Ekolojistler” olarak her yörenin kendi kendine yeten, her şeyin yöreye özgü biricikliğinin, çeşitliliğin korunmasından yana olan anlayışımızı her türlü tahakküm ilişkisine, sömürüye karşı çıkıp alternatif toplum modelimize bütünsel bir anlayışla yaklaşıyoruz. Bundan dolayı enerji çözümümüze yalnızca ekonomik kaygılarla değil, “yerel üretim yerel tüketim”anlayışlarının bu politikayla bütünleştiği bir yaklaşımı yasama geçirmeye çalışıyoruz. Dolayısıyla Akkuyu konusu, Anti-Nükleer Hareket sadece bütünün bir parçasıdır.
Sonuç olarak sorunun asil kaynağını ekonomik ekolojik ve politik yaklaşımların bir bütün olduğundan hareket edip irdelememiz gerekiyor. Toplumsal ekoloji, sorunlara ahlaki değerler çerçevesinde bütünsel bir yaklaşım gerektirir. Bu yüzden geleceğin enerjisi yenilenebilir kaynaklardan ama, insanin doğayla uyumunu geliştirecek nitelikte özgürlükçü bir toplum modeli üzerinde yükselmelidir.